1. hepimizin daha önce denk geldiğimize emin olduğum bir fıkra var.. lakin ben halen inanılmaz gülerim bu fıkraya.. bu nedenle paylaşmakta bir beis görmüyorum..

    tüm dünya ülkelerinin polis teşkilatları arasında bir yarışma yapılmaktadır..

    yarışmada bir tavşan ormana bırakılacaktır. en hızlı ekip çalışmasıyla beraber tavşanı yakalayıp getiren ülkenin teşkilatı da ödüle hak kazanacaktır. her şey hazırlanır ve yarışma sırayla başlar.

    alman polisi ormana girer, belirli bir organizasyon içerisinde ekip halinde herkes üstüne düşeni yapar, planlar istendiği gibi gider.. makine gibi tıkır tıkır işleyen tuzaklar sayesinde 15 dakikada tavşan yakalanır, getirilir..

    sonrasında amerikan polisi girer ormana.. iki ekip şeklinde ilerlerler.. birinci ekip önüne geleni kasıp kavurarak, ağaçları devirerek, deliklere sis bombası atarak ilerlerken, diğer ekip tavşanı çekebilecekleri yemler, tuzaklar kurarlar.. tavşanı korkutarak ilerleyen ekip, kendine çekmeye çalışan ekibe yönlendirecek derken, 20 dakikada yakalarlar tavşanı, getirirler..

    sıra gelir türk polisine.. süre başlar başlamaz büyük bir kargaşayla ormana doğru koşmaya başlar polisler.. biraz daha ilerlediklerinde de ortadan kaybolurlar.

    aradan 1 saat geçer kurul anlam veremez, beklemeye devam ederler..

    3 saat daha geçince kuruldakiler "bunlar gelmeyecek herhalde" diye düşünerek "toparlanalım ya da devam edelim" derler..

    aradan 5 saat daha geçer.. herkes hazırlığını yapmış, her şey tamamen toparlanmış halde alan terk edilirken türk polisi ormanda görünür.. ellerinde sigarayla, kan ter içinde, ağır ağır kurulun yanına gelirler..

    kurula kadar gelen türk polisinin yanında bir de kelepçelenmiş, postu yüzülmüş, ağzı burnu yer değiştirmiş bir ayı vardır..

    kurul sorar.. "nerede kaldınız yahu! kaç saattir ağaç olduk! nerede tavşan! bu ayı nedir!"
    polis ayıya dönerek bağırır.. "anlat lan, konuş!"
    ayı çığlık çığlığa bağırmaya başlar.. "ben bir küçük tavşanım, ben bir küçük tavşanım..."
  2. evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, memlekette bir padişah varmış. tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. bir zamanlar yediği önünde, yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar.

    padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. sonunda, memleketin dört bir yanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış. çığırtkanlar padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:

    - ey ahali!.. duyduk duymadık demeyin!... her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin! padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!..
    insanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.

    padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan...

    gelen giden nişan alıyormuş. artık öyle olmuş, öyle olmuş ki, nişan yapmaktan padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış. fincancı katırının boynundaki çangır çungur sallanan cam boncuklar nasılsa, körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış.

    insanların göğüslerinde şangır şungur nişanların sallandığı, padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de,
    - "nişan asıl benim hakkım!" diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.

    açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş. kapıcıbaşıya,
    - padişaha haber verin! demiş. bir inek kendisini görmek istiyor. başlarından savmak istemişlerse de,
    - padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam!... diye böğürmeye başlayınca, padişaha,
    - efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor... demişler.

    padişah,
    - gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş... diye ineği huzuruna çağırıp,
    - böğür bakalım, ne böğüreceksin?... diye sormuş,

    inek de,
    - sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyor muşsun. ben de nişan almak istiyorum.
    padişah,
    - hangi hakla? diye bağırmış. sen ne yaptın. memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?...

    o zaman inek,
    - efendimiz! diye söze başlamış. bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? ben daha insanlara ne yapayım? etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. teneke bir nişan için, daha ne yapayım?

    padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. ineğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş. boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
    - selam inek kardeş!
    - selam katır kardeş!
    - nedir bu sevincin? nereden gelirsin böyle? inek her şeyi bir bir anlatmış. padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş.

    o coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
    - padişahımız efendimizi göreceğim!.. demiş.
    - olmaz!.. demişler.

    ama, babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, padişaha durumu iletmişler. padişah,
    - gelsin bakalım, katır kulum da... demiş.

    katır huzura varınca, bir katır selamı verip, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş padişah sormuş:
    - sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?

    - aa hünkarım, daha ne yapayım? savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.

    katırı da haklı bulan padişah,
    - katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!... diye ferman eylemiş.

    katır da bir sevinç bir sevinç, dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış. eşek,
    - selam yeğenim!... demiş. katır,
    - selam amca bey!.. demiş.
    - nereden gelip, nereye gidersin? katır başından geçenleri anlatınca,
    - dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım!.. diye dörtnala saraya koşmuş.

    saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca padişaha varıp,
    - eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. eşeği kabul buyuran padişah,

    - ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince,

    eşek de dilediğini bildirmiş. padişah, canı burnuna gelip kükremiş:

    - inek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. aa eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin?.. utanmadan bir de karşıma gelmişsin. söyle, ne halt ettin?

    o zaman eşek keyfinden sırıtarak,
    - aman padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? saltanat sürebilir miydin? dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle saltanat sürüyorsun.

    padişah, karşısındaki eşeğin, öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış,

    - ey eşek kulum, haklısın senin sayende ben bu makamdayım demiş. senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. sana ölünceye kadar beylik ahırından her gün makarna, bulgur, üzüm hoşafı ve kış aylarında da kömür bağladım..
    ye, ye saltanatım için durmadan anır!..

    aziz nesin
    ozumm
  3. afedersiz :)
    afedersiniz bana 'ermeni' dediler..
  4. bir fransız, ingiliz, alman, hollandalı, rus, iranlı ve türk bir araya gelmişler ve ülkelerinin özelliklerini anlatıyorlarmış...
    fransız :
    - bizim ülkenin kızları o kadar güzel, o kadar güzeldir ki, bakmaya, öpmeye kıyamazsınız....
    ingiliz :
    -bizim ülkenin biraları, içkileri o kadar güzeldir ki içmeye doyamazsınız..
    alman :
    -bizde de öyle güzel, öyle sağlam arabalar var ki inanamazsınız. hepsi müthişdir.
    hollandalı:
    - siz bizim ülkenin evlerini bir görseniz, içiniz gider..mükemmel tasarımdırlar
    iranlı:
    - bizim oraların halılarını bir görseniz, güzelliğine ve dokuma sanatına hayran olursunuz..
    rus:
    - arkadaşlar bizde bir gizli servis var, kgb, dünyada neler olsa anında haberi olur.. inanılmazdır...
    sıra türk'e gelir :
    - bizde öyle delikanlılar vardır ki...inanamazsınız.
    alır fransız kızını, atar alman arabasına, içer ingiliz içkilerini, gider hollandalının evine, yatırır iran halısının üstüne, değil rusların gizli servisi, kocasının bile ruhu duymaz...
  5. devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak, 500 tl maaşla bir bekçi işe almaya karar verir.

    bir süre sonra düşünülür ;
    ”peki talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak”

    bir planlama birimi kurulur ve planlamayı yapmak üzere, 750’şer tl maaşla, iki kişi işe alınır.

    bir süre sonra ”işleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz” diye düşünülerek, 1.000’er tl maaşla, iki denetmen işe alınır,biri denetim yapar diğeri raporları yazar .

    bir süre sonra” bunların maaşları hesaplanıp nasıl ödenecek ” diye tartışılırve 1.500’er tl maaşla, bir malimüsavir, bir katip, bir de istatikçi işe alınır.

    bir süre sonra ;”peki bunlardan kim sorumlu olacak.” diye düşünülür ve 5.000 tlmaaşlı bir müdür ve 3.000’er tl maaşla iki de müdür yardımcısı işe alınır.

    bir süre sonra, ülkede ekonomik kriz çıkar ve bütçedeki masrafları kısmak için bekçi işten çıkartılır.
  6. adamın biri varmış, ölmüş.
    türkiye'de en azından birkaç kere duyduğumuz komik olmayan bu fıkrada var olmayla ölme arasındaki bizim bilmediğimiz süreçte yer alıyor.
  7. ideolojik etiketleme bakımından;

    bir gün marabanın biri oturmuş bir felsefe kitabının sayfalarını karıştırıyor, gözünü ayırmıyormuş. bunu gören diğer maraba merakla yaklaşmış, -ula ne okırsen sen öle demiş. bu da gururla -felsefe okırem demiş. ne işe yarar bu felsefe? demiş insanları daha iyi anlirem. nasıl yani? şimdi bah, sizin evde akvaryum var mıdır? e vardır. demek ki sen balıkları sevirsen. evet. demek ki sen insanları da sevirsen. evet sevirem. peki erkekleri mi daha çok sevirsen avratları mı? avratları :() e o zaman sen gey değilsen. he vallaha doğrudur ver hele şu kitabı.

    bu sefer de bu maraba başlar okumaya başka birisi yaklaşır;-ula ne okırsen öle ? -felsefe okırem. ne işe yarar bu felsefe? insanları daha iyi anlirem. nasıl yani? şimdi bah, sizin evde akvaryum var mıdır? -yohtır. e o zaman sen ibnesen.
    abi
  8. üç arkadaş var. bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. biri türk, biri kürt, diğeri de ermeni. ama ermeni olan aynı zamanda papaz. sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. etrafta su yok. bağların olgun zamanı. "iki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın," diye bir bağa giriyorlar. bağın sahibi bir türk ama onu görememişler. "kaç paraysa veririz," diyerek yemeye başlamışlar. bu sırada bağın sahibi gelmiş. bakmış üç kişi üzümünü yiyor. fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. birine bakmış, kıyafetinden ermeni ve papaz olduğu belli. diğerine bakmış, konuşmasından kürt olduğunu anlamış. üçüncüsü de türk.
    dönmüş ermeni'ye, "bak bu adam türk, yesin malımı. benim kanımdandır. helali hoş olsun. bu da kürt'tür ama din kardeşimdir. sen niye yiyorsun benim üzümümü?" demiş. bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen türk ve kürt'ün hoşuna gitmiş. adam, papazı bir güzel dövmüş. kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış. bağ sahibi biraz sonra kürt'e dönmüş. "müslüman'sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o türk'tür. kardeşimdir," diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. bu durum türk'ün hoşuna gitmiş. biraz sonra türk'e dönmüş ve "tamam anladık türk'sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?" diyerek türk'e de vurmaya başlamış. türk yumrukla yere yuvarlanınca kürt'e dönmüş ve "biz," demiş "papazı dövdürmeyecektik".