1. enfes bir memduh şevket esendal öyküsü:

    bu gözlükçü dükkânının yanında eskiden bir muhallebici, tatlıcı dükkânı vardı. tavuk suyuna çorba, tavuklu pilav da pişirir, satardı. o yıllarda ben de şu karşıki sokağın içinde, köşeden üçüncü dükkânda zeytin salatası yemekten usandığım günler muhallebicide karın doyururdum. yetmiş seksen kuruşa doyuyordum. istanbul gibi yerde, beyoğlu'nun göbeğinde bundan temiz, bundan ucuz yer bulunamaz.

    nesim'in çoluğu çocuğu çok olduğu için o benimle beraber gelmez: evden yemek getirir yahut zeytin ekmekle gününü geçirirdi.

    benim kimsem yoktu. geçiniyor, para da biriktiriyordum.

    gidip geldikçe muhallebicinin müşterilerini de tanımaya başladım. hepsi benim gibi esnaf, yahut işçi adamlar. her yaştan insanlar. akşama kadar lüksemburg kahvesi'nin camı önünde yıllardan beri oturan emekli binbaşılardan adamlar bile var.

    bunların arasında bir kız, yahut kadınla tanışıklığımız da oldu. belli ki işçi bir kadın. her gün geliyor, boş bulursa her gün oturduğu yere oturuyor, kimseyle ilgilenmiyor, sonra da kalkıp gidiyor. dükkân olmasa belki arkasına düşerdim. güzel değil; ama, benim hoşuma giden bir kadın. arkasından gitmedim; ama bu dükkâna da her gün gitmeye başladım. müşterinin çok olduğu bir gün de gidip karşısına oturdum. hoşuma gittiğini anlatacak hiçbir şey yapmadım. ancak o hiçbir şey anlamadı, diyemem. nasıl oldu da bir şeyler anladı, onu da bilmem. o gün öyle geçti. kadın olur ki adam kolayca yılışabilir, kadın olur ki adamın hoşuna gider de yılışmak içinden gelmez.

    bir başka gün de yan yana düştük. bir tuzluk yüzünden de konuşmaya başladık. tuzluk onun önünde duruyordu. ben hizmet eden çocuğa.

    - tuz yok mu? bir tuzluk versene! dedim. o tuzluğu alıp bana uzattı:

    - buyurun! dedi.

    aldım, sonra da tanışmış gibi konuşmaya başladım.

    - sulu yemeklere sonradan tuz konur, dedim. ancak pilav gibi, dolma gibi şeylere tuz konmaz. bunu bu adamlara anlatamazsın!

    kadın yüzüme bakmayarak, "evet," dedi. söz de kesildi.

    ben yemeğimi daha önce bitirmiştim, kalkıp giderken. "afiyet olsun" dedim. o da, "güle güle" dedi.

    bir gün başka boş yerler de varken, aramızda boş bir sandalye bırakıp yanına oturdum. sonra da ellerimi ovuşturup "bu yıl kış tez bastırdı" dedim. başını çevirip sokağa baktı. dışarda kar yağıyordu. "belli olmaz, daha pastırma yazı vardır," dedi. konuşmaya başladık. aradan biraz daha geçince, yanımda boş yer varsa, gelip oturmaya başladı. boş yer yoksa, uzaktan bir göz aşinalığı ediyordu.

    kışın soğuk günlerinden birinde yüzü bağlı geldi. yemekten sonra yanına gidip, "geçmiş olsun!" dedim. "aman sormayın, akşamdan beri bana rahat vermedi, dişim ağrıyor," dedi. bir hekime gidip gitmediğini sordum. "korkuyorum" dedi. ""benim burada tanıdığım bir dişçi var, isterseniz sizi götüreyim" dedim. "yok, dedi, korkuyorum." "çıkartmayız, yalnız ilaç koysun. bu da böyle çekilir mi?" dedim.

    ilaçlatmaya aklı yatar gibi oldu, kalktı. kalkarken de. "çıkartmam, korkuyorum," dedi. "korkma, dedim, bu herif diş çekmekten hoşlanmaz. gel bak, gör. istemezsen çıkarız!" geldi. doktor dişi çekmedi: ilaç verdi. sonra bu adama alıştı. diş de çıkarttı, diş de yaptırdı. böylece aramızda arkadaşlık başlamış oldu. bu arada benim kim olduğumu, ne iş yaptığımı öğrendi. dükkâna da geldi. ben de adının ülker olduğunu, bir ara dükkânlardan birinde satıcı olarak çalıştığını, şimdi de sıraselviler'de bir evde ortalık hizmeti görüp öğleden sonre evine gittiğini, ev sahibi olan bir evde, bir odası olduğunu öğrendim. "evin nerede? kocan var mı? sıraselviler'de kimin evinde çalışıyorsun?" diye sormadım. o bana sordu. evli olup olmadığımı, oturduğum odanın yerini bile öğrendi. o sıralarda ben firuzağa'da bir oda tutmuştum. benim yaşayışımla onun yaşayışı arasında bir benzerlik var. yalnız o güne kadar ben hiç evlenmemiş idim, o ise iki kocaya varmış, ikisinden de boşanmış. bunu sonradan öğrendim. kendisinden hiçbir şey sormadığım, hiçbir şey öğrenmek istemediğim gözünden kaçmadı. günün birinde bana, bilmem nasıl bir söz sırası geldi de,
    "sen çok korkulu adamsın!" dedi.

    ne demek istediğini sordum, söylemedi. ben ise doğrusu ondan hoşlanıyordum; ama, onun için hiç korkulu değildim. düşük bir kadına benzemiyordu. ona bağlanmak, onunla evlenmek de istemiyordum. ondan umduğum bir şey varsa bile, bunu elde etmek için çıkmağa karar vermiş değildim. muhallebicide buluştukça konuşuyoruz, ara sıra da dükkâna uğruyor.

    nesim bir kaç kere sordu. "bu nedir böyle?" dedi. "haa, dedim, bu benim kokana!" nesim, alay ettiğimi anladı. "bırak kokanayı; ama sakatlık çıkmasın..." dedi, "rahat başını belaya sokma!" "e, o da olur" dedim.böyle arkadaşlık edip giderken yılbaşı geldi. bizim dükkâna gelmişti. "yılbaşı gecesi ne yapacaksın?" dedim. "ne yapacağım, eve gidip yatacağım, dedi, üşüyorum." "ben de sanıyordum ki bir masa tutup beni maksim'e götüreceksin!" güldü. "onu kadınlar çağırmaz, erkekler çağırır!" dedi. "peki, öyle istiyorsan öyle olsun, dedim, buyur, çağırıyorum." "eksik olma," dedi, "ben donuyorum. bir yere gidecek değilim. sen git eğlen. ben eve gidip yatacağım." "sen bilirsin, dedim, ben de gider bir masa tutar, bu nesim'i de götürür, senin sağlığına ona zilzurna sarhoş ederim." nesim lafa karıştı: "harcedeceğin paranın yarısını bana ver, bacağıma bir don alayım!" dedi. "don ile yılbaşı yapılır mı?" dedim. "bu bizim yılbaşımız değil," dedi, "bizim yılbaşı yeni donla olur." "neden sizin yılbaşı olmuyor, isa yahudi değil mi?" dedim. "yahudi çok, dedi, her yahudi'ye yılbaşı tutarsak asıl o zaman donsuz kalırız..."

    biz konuşurken ülker gitmeye hazırlandı. "ne o, gidiyor musun?" dedim, "demek bu gece maksim'e beni yalnız yollayacaksın!" "sinemaya götürürsen, giderim." dedi. nesim de, "hah," dedi, "olacak lakırdı konuşalım!"