1. için içini yer ne yapsan çaresi yoktur.sabır taşı erir ellerinin arasında,israf olmasın diye nefes almak bile istemezsin kitap okursun içinde acı vardır film izlersin sigara içmediğin halde hayali sigara yakarsın parmaklarının arasında müzik dinlersin neden benim intihar şarkım olmayasın deyip öldükten sonraki dünyamızı düşlersin sonra bir gol olur bir telefon çalar;beklemezken en çok gelmesini istediğinden çocuk kokusu gelir buram buram kirli ellerin temiz saçlarda gezinir annen yemek hazır gel der vs nehirlere bırakılan çubuklar gibi kaybolup gider varoluş acın yerini umuda bırakır hayat böyledir işte oğlum der baban dengeli yaşamak mesele
  2. bence varoluşumuzla beraber hepimize otomatik olarak yüklenen acı. zannımca tüm acıların anası. insanların bir kısmı bu acıyı adlandıramaz, gündelik sorunların ardına gizler, "düşünmemek mutluluktur" der; diğer bir kısımsa farkında olmadan bu sancı tarafından yutulanlardır, düşünmek istemese bile her yol bu sancılı hisse çıkar. çünkü gerçek budur. bu belirsizlik, bu "herkes işini gücünü bırakıp şu an burada ne yaptığımızı ve tam olarak ne olduğumuzu düşünebilir mi?" sorusudur.
    bazen fiziksel bazen psikolojik kramplarına saplanılan bu farkındalık hepimizin bu dünyaya gelir gelmez peşinden koşmamız gereken histir bence. başını ve sonunu bilmediğimiz bir labirente bırakıldığımızın farkına neden varmak istemiyoruz? gündelik saçmalıklarla geçen zamanlar, aslında hiçbir anlamı olmayan hedeflerin peşinde koşarak yorulan bedenler... peki neden aslında en önemli sorumuzu sormuyoruz? biz sanırım gerçekten geri zekalıyız. ve hak ettiğimiz işkence de bu belirsizlik.
    inanın ki bazı zamanlar sokaktan birilerini çevirip ne yapmam lazım diye sormak istiyorum. ama her sorunun cevabı olmak zorunda değil ya da cevabın yoldan geçen ellili yaşlardaki bir adamda olduğuna inanmak istemiyorum.
    inanılmaz sıkıldım, artık bir şeyler olsun. bu terk edilmişlik hissi ve bu anlamsız, sürüklenerek giden yaşam içimi çürütüyor. en çok da bunları her konuştuğumda "ay yeter içim sıkıldı, saçma sapan şeyler söyleme, sus!" diyen insanların zihinlerini kaplayan küçük baloncuğa baktıkça çürüyorum. kafatasım yeterince koruyucu değil sanırım benim ya, her düşünce aklıma girip çıkabiliyor. tüm hücrelerim seçici geçirgen bir zara sahipse niye beni bunca aptallıktan korumuyorlar ki? çok kırgınım. sanırım gidip biraz kafamı duvara vuracağım.
    jole
  3. aslında hayatının bir anlamı olmadığını fark eden insanın düştüğü sıkıntı demek daha doğru olur bence. korkunç bir kandırılmışlık hissi... içine girince çıkılamaz ve dönüşü olmayan lanet...
    kahve
  4. antonie roquentine'in dibine kadar yaşadığı acı. her insan farkında olmasa da bir gün yaşayacaktır veya yaşamıştır.
  5. aslında bir temeli yoktur. zihinsel evrimin insanı getirdiği noktanın bir yan etkisidir.
  6. bilinç bir kez bu sıkıntının farkına vardığında, sonu gelmez bir düşünce mekanizmasının tetiği çekilmiş olur. aslında her şeyin, insanoğlunun varlığına anlam katmak için oluşturduğunu anlamak kişiyi korkunç bir boşluğa sürükleyecektir.

    tedavisi yoktur, psikolojik durumunuza göre şiddeti artıp azalabilir.

    philip k. dick'in do androids dream of electric sheep kitabında şöyle der;

    ancak bir insan, başka bir insanın duygularını anlayıp, sempati duyabilirdi. empati belli ki sadece insan topluluklarına özgüydü. oysa pek çok canlı zekâya sahipti. karşındakinin hislerine empati duyma kabiliyeti, aynı zamanda zarar görmemiş içgüdüsel bir grup psikolojisini gerektiriyordu. doğada yalnız yaşayan örümcek gibi canlılar için bu duygu tamamen gereksizdi, hatta bu his örümceğin şuurlu bir şekilde avının yaşama isteğini fark etmesine neden olup, onun içgüdüsel yaşama yeteneğini tamamen yok ederdi. bunun sonucunda hemen hemen tüm yırtıcı hayvanlar, hatta kedi gibi gelişmiş memeliler bile açlıktan ölmüş olurlardı.

    bu duyumsama yeteneğine sahip olanlar otobur olanlar veya et yemeyen otoburlarla sınırlı olmalıydı. çünkü eninde sonunda bu yetenek avcıyla avlananın, yenenle yenilenin arasındaki farkın kaybolmasına neden oluyordu.
  7. milan kundera'nın varolmanın dayanılmaz hafifliği kitabında şöyle bir pasaj geçer: ''modern helalarda klozetler yerden yukarı doğru beyaz nilüferler gibi yükselir. beden ne kadar değersiz olduğunu unutsun, insan sifondaki su bağırsaklarından çıkan artıkları silip götürdükten sonra bu artıkların başlarına gelenleri bilmezlikten gelsin diye mimar elinden geleni yapar. lağım boruları yapışkan kollarıyla evlerimizin ta içine dalsa da, özenle gözlerimizden gizlenir bunlar ve bizler banyolarımızın, yatak odalarımızın, dans salonlarımızın ve parlamentolarımızın altında yatan bu görünmez bok venedik'lerinden habersiz memnun mesut yaşarız. ... hiçbir şey lağım borusunun genişletilmiş ucuna tünemiş kendi çıplak bedeninden daha zavallı olamazdı.''

    varoluş sancısı işte bu görünmez bok venediği'ni görmektir. kendi bedeninin ve ruhunun dolayısıyla da insanlığın, acizliğinin farkına varmaktır. dünyanın üzerinde nilüferler gibi açtığı sanrısına kapılan insandan klozet olup olmadığını sorgulayan insana dönüşmektir.

    hasbelkader suya düşen yansımanızı görüp güzelliğinizden ötesini görebilirseniz bu rahatsız edici, can acıtıcı fakat bir o kadar gerçek ağrıyı hissetmeye başlarsınız. kim bilir belki sonunda varolamamaya kadar gider?
  8. bu sancı varoluşta değildir.
    varolmanın bilincinde olmakla beraber varolduğunu bilmenin bilincinde olmaktadır. çünkü aynı varolan aynı zamanda yok olacağının da bilincindedir.

    tam da bu noktada varolmak yok olmaklığı öncelediği için yani varolmanın sonucu olarak yok olunacağı hissine neden olduğu için zul olur.

    burada var ile yok birbirine geçer.

    hegelien düşünerek özetlersek; var olmakla yok olmak bir ve aynı şeydir.
  9. "we're all just like animals. except because of our greater self-awereness, far more unhapier than animals."

    - a.schopenhauer
    she
  10. peyami safa'nın olmak dramı nitelemesiyle ifade ettiği durum. üzerine onca vakit düşünmeden sonra böylesil bir yakıştırmanın ilk anda bende yarattığı etkiyi kelimelerle anlatmaya uğraşmak anlamsız. içsel bir aydınlanmanın müşahhas bir dışşal etkiyle varolması.

    varoluşçuluk veyahut varlıktan yola çıkmasam da ölüm ve hiçlik düşüncesinin bende yarattığı yokoluş imgesini yokluk dramı gibi zıt bir kavramla ifade etme olanağı verdi bu bana. belki de mantık hiç düşünülmemeliydi ve zıtlıkların birlikte varoluşları fark edilmemeliydi. çünkü nasıl ki varoluş bir sancıysa yokoluş da onu nötrlemiyor. aksine sancılarda birlik prensibiyle yangını körüklüyorlar.