• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (10.00)
yılanların öcü - fakir baykurt
karataş köyünde oğlu kara bayram, gelini haçça ve torunları ahmet ve şerfe ile yaşayan irazca'nın köy kurulu üyesi deli haceli'nin evinin çok nemli olmasından yakınarak tam irazca ve ailesinin kaldığı evin önüne ev yapmak istemesi üzerine köy içerisindeki hiyerarşiye başkaldırışı anlatılır. yılanların öcü, fakir baykurt'un 1954 yılında yazdığı, köy hayatını anlatan ilk romanı. dil bakımından tamamen köy ağzından yazılmış, karakterler de gerçek hayattaki gibi seçilmiştir. devam romanı olan irazca'nın dirliği ve kara ahmet destanı ile birlikte fakir baykurt üçlemesi olarak anılır.


  1. şimdiye kadar okuduğum köy ağzıyla yazılma konusunda en başarılı roman. köy hayatını, daha doğrusu köy gerçeğini çok iyi vermiş. ayrıca belli yerlerde ironi kullanarak kendi düşüncelerini aktarmayı da ihmal etmemiş fakir baykurt. kitapta beni rahatsız eden tek şey kadın ve cinsellik kavramlarının neredeyse eş anlamlı değerlendirilmesi oldu. bir yerde bir kadından bahsediliyorsa mutlaka cinsel bir yön de konulmuş, vurgulanmış. bu açıdan naturalist bir roman diyebiliriz. onun dışında dili ve hikayesi gayet akıcı, özellikle köy yerinde kullanılan kelimeleri kullanma noktasında çok başarılı.ben yılan metaforunun kitapta daha etkin olacağını düşünmüştüm, bu açıdan kitap beni şaşırttı.

    memleket meselelerine ilgisi olan arkadaşlara tavsiye ediyorum.
  2. yeniden fakir baykurt’un 1993 basımlı kitabı “yılanların öcü”nü okumak istediğimde önce; kitabın girişinde yer alan “meclisteki tartışma” adlı yazısı üzerinde duraladım. bu yazı yeni basımlarda var mı bilmiyorum ancak araştırmam gerek.

    yazının yazılış tarihi ise 1962. tam 56 yıl geçmiş aradan. “meclisteki tartışma” konulu yazısını, kitabının yasaklanması ve raflardan toplatılması üzerine yazar. üzerindeki durduğu sorunların halen, günümüzde var olduğunu gördükçe, hiçbir şeyin değişmediğini, zihniyetin aynılılığının devam ettiği şu dönemlerde yeniden düşündürüyor insanı.

    şimdi yazıdan alıntılar yaparak günümüzde var olan sorunları belirginleştireceğim. “(…) yaşadığımız yıllarda birçok sanatçı ve sanat alanları, ilgisizlikten kavrulurken, birtakım sanatçılar da böyle ters bir ilgi ile tedirgin edilmekte, insanlığın ilk gününden beri kullanmaya ve korumaya çalışıp geldiği “yaratma özgürlüğü” alabildiğinde dayatılmakta, ülkemiz boğucu bir havanın içine gömülmek istenmektedir.” ne yazık ki, aynı durum devam etmektedir. mücadele ile, çaba ile, acı ile ortaya çıkmış çalışmalar ya sansüre maruz kalıyor ya da engelleniyor. dünyanın birçok ülkesinde benzer örneklerine rastlasak dahi, bizim ülkemizde daha zorlu bir süreç içindedir. algılama ve yorumlama özelliğimizden bitap olduğumuz için kültürel ilişkilerimizin zayıf olması yeterince sanat üzerinde olumsuz bir yaptırım uyguluyoruz. en başta ise devlet geliyor. yazıdan diğer bir kesit daha paylaşacağım sizlerle. “ben bu romanı yazdığımda yirmi sekiz yaşındaydım. doğup büyüdüğüm ve çalıştığım köyleri, çalıştığım kasaba ve kentleri incelemiş, toplumsal yapıları hakkında az çok bilgi edinmiştim. (…) adana kahvelerinde işsiz bekleyen “küçük adam”a doğru, kalınca bir çizgi ile inip gelmekteydi. bu çizgiyi bir de seksen evli karataş köyüne götürsek, bu köyün toprağında tırnaklarıyla tutunmaya çalışan kara bayram ailesini de roman kahramanları arasında görsek kıyamet mi kopardı? (…) görülüyor ki, yapılmak istenen “açık” sahneler çizerek okuyucunun cinsel duygularını gıdıklamak değil, yoksul türkiye gerçeğinin bir kesitine ışık tutmak, bu gerçeğin içindeki insanları ak ve kara yanlarıyla tanıtmak, yerli dille, yerli gerçeklerle, yerli bir roman dokusu çıkarmak, böylece halkın dilini, düşüncesini, şikâyetlerini, isteklerini sanat ve politika alanına getirmekti. (…) kanun yollarıyla elenmiş, incelenmiş, bu kadar süzgeçten geçmiş ve sağlam çıkmış bir eserden niçin korkuyorlar?” yirmici yüzyıldayız ve hâlâ korkmuyorlar mı? baskı ve sansür ile yıldırmaya gayret etmiyorlar mı? üretken ve yaratıcı sanatçıları destekten mahrum bırakmıyorlar mı? aynı sıkıntılar şimdi de devam ediyor. üstelik daha acımasız bir şekilde. sanatın her alanında içe çekilen, çağına, halkına küsen çoğalmaya başladı. elbet bu da tartışılmalı. üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu da budur. ama biz, şimdilik devletin dayatması olan kültüre ve sanata olan yaklaşımını fakir baykurt’un yazısı üzerinden gideceğiz. 1962 yılında nasıldı. şimdi nasıl? devam edelim. “madem romanı okumamışlar, bari oyunu izlesinler. (…) milletvekili ya da senatörler, üçü beşi birleşip, “biz adliyenin kararını dinleyemeyiz, biz içişleri bakanlığının sansür komitesini, tiyatro edebi kurulunu takmayız, biz 27 mayıs kararlarına ulak asmayız, biz sanat eseri yaratanları düşüncelerinden ve tutumlarından dolayı boğarız, onları işlerinden atarız!” diye yeni bir yasa çıkarsınlar ondan sonra kendileriyle uğraşalım. bunu yapmasan, sanata karışamazlar. (…) yapmak istedikleri işin adı, sansürdür. bütün sanatlara, yayınlara sansür getirmeye çalışıyorlar, bunu yaptırmayız.”

    tek tipleştirici bir zihniyete maruz kaldığımız şu günlerde, modern zamanlarda istemediğimiz olayların gerçekleşmesinde yatan soruna 56 yıl önce fakir baykurt değiniyor. bir kez daha kendimizi sorguladığımız şu günlerde, yaşamımızı belirleyen sanatı geleceğe taşıyabilme gücünü hâlâ koruyabilmiş oluruz. bir 56 yıl daha geçmeden, sanatın güzellikleriyle donatılmış sağlam, kalıcı ve yaratıcı sanat eserleriyle bütünlemiş bir ülke haline gelmiş oluruz.