1. Bunu nerede, kime, nasıl anlatayım bilmiyorum. Bu platformda bu başlığı seçmeme yol açan budur. Yoksa bu en alasından bir iç döküş, son bir-bir buçuk haftayı kapsayan sürecimin günlüğü, hatta başlık açtıracak denli diğerlerinden ayrı kalabilecek bir meyve çünkü, ağacındaki zehri içerse de.

    Yıllardır depresyon, asosyallik, sonrasında anksiyete, elbette bunlara eşlik eden özgüvensizlikle boğuştum. Hiçbir zaman akranlarıyla iyi anlaşan biri olmadım, ilkokulda hırsız-polis'e kadar yaşıtlarıyla koşup oynamışlığı iki elin parmaklarını geçmez sayıdaki biriydim. O dönemlerde özgüvensizliğimden çok, mizaç farklılığı uzak tutuyordu beni. Elbette bu zamanla ayrıkotuluğa yol açtı. Özgüvenim, toplumdanlaşamayışımla düştü de düştü.^:Ayrıkotuluk, toplumdanlaşma vb. deyişleri uydurmuş olmam, karmaşık gözükmesi amacıyla değil, uygunluğundandır. Zaten karmaşık da değiller.^

    Son bir haftama gelelim.

    Tabii ki en büyük evrensel varoluşsal sancımız olan romantik ilişki idi temel konu. "Aynı kadeh aynı mey, bir tat alamıyorum, ey evren bu nasıl şey, sarhoş olabiliyor fakat cozutmuyor, hoşlanabiliyor fakat aşık olamıyorum" diye geziyorum ortalıkta. Düşündüm. Kadınlar! Yeryüzünün en büyük Gizemleri. (Çünkü tüm Gizemler kadındır bildiğim kadarıyla. Gizem Bey niye yok ki? Güzel fikir.)

    Kadınlar büyük gizem değildir. Cinsiyetçilik olsun diye söylemiyorum, ki cinsiyetçi davranacak olsam arkamdan "asosyalin tekiydi zaten" diye sallayan olurdu, bunu şimdi kendim belirttiğim için nasıl anladığınızın önemi yok. Fakat efendim, kadınlar gizemli falan değildir. Kadınlar, toplumdan canlılardır. Toplumsal canlılardır. İster tarihi baskılanmışlık deyin adına, ister nöronların bağlantı şekli, isterseniz östrojen, şurası kesin ki en azından son bilmem kaç yüzyılın kadını erkeğe nazaran çok daha kapsamlı bir sosyal statü yelpazesi içerir. Çoğu erkek için sosyal kategori 10 ise, çoğu kadın için 200'dür, atıyorum. Tabii bu 200 kategorinin 150'si ile işleri olmaz, yani yelpazeye katarlar ama ilgilenmezler.

    Sonra durdum ve dedim ki, "yetti canıma, başaramadım işte, kadınların peşinden koşmayacağım artık" ve ardışık iki sabah erotik rüyalar gördüm. Beynimin mesajı apaçıktı. "Aseksüel değilsin, kendine gel." Ben de tabii ki rüyaların gazıyla daha sosyal hissettim, sonra soda içtim geçti.^:Grup Vitamin'e selam ola^

    Kardeşlerim! Yoldaşlar! Vatandaşlar!

    Sonuçta hiçbir şey değişmedi ve aynı asosyal ben, boyun büküp devam ettim.

    Sonunda bugün, birinin ettiği ufacık bir iltifatla, balon patlayıverdi. Özgüvenim iltifat yüzünden sarsıldı, ne tuhaf değil mi? Nasıl bir rahatsızsam anında farklı koşullarda nasıl gelişirdi olaylar diye düşündüm, "muhtemelen böyle olmazdı" dedim ve o an toplumdan tiksindim. Çünkü kendimi o an, topluma yeterince dahil olmaya layık görülmemiş bir zavallı gibi hissettim. (Evrimi bir olay-sonuç değil, neden-sonuç görme yanılgısına düşseydim, bunun "suçunu" evrime atardım. Yani beni hem olduğum, hem olduğumdan utanan şey haline getiren, beni şekillendiren evrene, yine beni oldurduğu bu öfkeli şeyin duyduğu "varoluşsal öfke".)

    Sonrasındaki hislerimin "toplumdanlaşmayı arzulayan yanımın benim için bir zarar ziyan kaynağı olduğu" yönüne dönmesinin bir sıradışılığı yoktur herhalde. Fakat mevzu aseksüel veya asosyal olmak değil, yalnızca anlaşabileceğim veya o sırada gereken kişilerle muhatap olmakla yetinecek denli bir sosyal açlık duymak isteğiydi.

    Çünkü bana merhamet edenlere, beni hoşgörenlere bir merhamet besliyorum, toplumla bağım bundan ibaret. İnsanlar bazen beklenmedik anlarda beni mutlu etmek istiyor, fakat neden istiyorlar bilmiyorum. Onlar için neyim bilmiyorum.

    Şu geldiğim noktada Sartre'ın vaktiyle burada da başlangıcından itibaren alıntıladığım "Cehennem başkalarıdır." cümlesi ne kadar haklıca. Başkalarına ihtiyaç duyuyor olmamız bize bir zaaf veriyor, cehennem zayıflıkların kanırtıla kanırtıla sömürüldüğü bir yer değilse nedir?

    İnsan, engizisyonda kullanılan demir bakire^:iron maiden^ içinde kapana kısılmış bir kurbandan biraz olsun farklı mıdır? Öylece var olduk, gidiyoruz, birer gözlemci bilincimiz ve pek azımız bunun farkında. Pek çoğumuz ise acı çekiyoruz.

    Çoğu, kendi dikenli lahitlerinde sanıyor ki cehennem onların kafesinin üstünde tepinen bir boğa olacak. Oysa var olmaktan daha öncül bir cehennemin tahayyülü mümkün mü? Ne de olsa, bu acı duyumlu duruma yol açan bir başka şey yok.

    Varım, çünkü bildiğim tek şey bu. Nietzsche'nin söylediği "Doğru, yaşamayı seviyoruz; ona alıştığımızdan değil ama, sevmeye alıştığımızdan." cümlesini pek severdim, fakat "bir arkadaşımın" belirttiği üzere, bazılarımız sevmeye alışık değil, yaşamaya alışık.

    Ve toplumdanlaşmak ile toplumdanlaşma isteğini silmek arasında bir seçim hakkım olsaydı, ikincisini seçer hayatıma devam ederdim.

    Oysa ikisini de beceremiyorum. Hayat sanıldığı kadar seçim hakkı tanımıyor.

    Yazarın notu: "...acı algılayan reseptörlere ve bunun bağlı olduğu bir özfarkındalıklı bilince..." demek yerine kısaca varolmak dedim acı çeken'e dair. Kısa sürsün diye.