1. daha önce yazılarımı hiç bir mecra da paylaşmadığımı ve burada ki anonim şahsiyetime güvenerek yazdığımı belirtmeliyim. beklentiyi yükseltmek istemem ama insanların beni yazılarımdan tanıyabileceği hissine kapıldım hep, o yüzden korktum açıkcası.

    şimdi ise; benim taşıdığım bahane gibi veyahutta içinden geldiği gibi, insanların yazılarını paylaşmasını umut ediyorum.

    saygılarla

    !---- spoiler ----!

    huzur aramaya başladım. nice ruh perişan oldu benim daha yeni girdiğim bu yolda. ne zaman başlamıştı ki? doğru! bir akşamüstü azizliğinde, gökyüzünden miras kalan semt ışıklarına kaldırmıştım kahvemi. biten sigarama, sahip olmadığım hayatlara inat. koyan bir şeyler vardı... sırtımda varoluşun yükü, gözümün önünde ise akıp giden hayatımın kırıkları. diyecek onca şey, alıntı yapacak yüzlerce anı değerini kaybediyor; zamanın yavaş ama kendinden emin tik-tak'ları arasında. ne oldu sahi? bu kadar depresif olabileceğimiz ne mana yükledik ki bu yaşama. herkes bizim gibi mi? gördüğümüz insanlar nasıl mutluluk oyunları oynuyor? bir demli çaya nasıl bu denli gülümseme ve hayatın iyi yönlerini sıkıştırıyor!?

    oysa benim acıdı ya can yerim, işledi bir kere içime. tek dal sigaradan onlarca medet umdum. umdukça acıdı, acıdıkça içtim. benim ne sigaram bitti, ne umudum... bir ömür ilk nefesini, ecel terleri ile verdi bedenimde. tik-tak tik-tak.... makber belki aradığım huzurdur.

    !---- spoiler ----!
  2. ******************** sığır ******************


    çıtır çıtır yanan sobanın başında bekleşen çocuklar sınıfa girmemle ürkek yavru civcivler gibi sıralarına koşuştular. şimdi bütün gözler üzerimde her birinde ayrı bir heyecan, her biri ağzımdan dökülecek kelimelere kilitlenmiş, pür dikkat ve hayranlıkla beni süzüyorlar. çocukların gözüne baktığımda kendimi dünyanın en tuhaf canlısı veya bir ilah gibi gördüğüm, bu duyguları yaşadığım oluyor, neredeyse çocukların her birinin ideali benim bu yüzden daha dikkatli olmaya özen gösteriyorum.

    çocuklar ağzımdan dökülecek emir kiplerini beklerken, aklımda halâ dün izlediğim vahşet haberi vardı. zanlısı ilçe belediyesi olarak verilen haberde onlarca köpek telef edilmiş ve şehrin çöplüğüne atılmış. bu vahşeti yapanların bu sıralardan geçtiklerini düşündükçe utanıyorum. bende bugün çocuklara, besledikleri, büyüttükleri hayvanlara mektup yazmalarını ev ödevi olarak verdim. bu sayede onların ne kadar değerli varlıklar olduğunu, aslında hiç bir hayvanın boş yere yaşamadığını, kendilerinin yapamadıkları işleri, asla üretemeyecekleri mamulleri bu canlılar sayesinde kazandıklarını anlamalarını istedim.

    verdiğim iki günlük süre dolmuş kimi çocuklar mektuplarını çiçek resimleri ile kimileri kenar motifleri ile süslemiş hepsi masama bırakmıştı. çocuklar "öğretmenim bu mektupları postacıya verecek misiniz?" hevesleri kırılmasın diye evet vereceğim dedim. çocukların yazdıklarını, yazabileceklerini az çok tahminde ediyordum ki tahminimde ki gibi bir çoğu aynı şekilde yazmış hatta bazı öğrencilerim birbirinden kopya çekmişler çoğu şöyle olan mektuplar; " koyunlarımız bize yün veriyor, süt veriyor, peynir veriyor onları çok seviyorum iyi ki var" veya " sevgili tavuk ve cücükler her sabah sizi yemledim karşılığında yumurtalarınızı paylaştınız sizi çok seviyorum" gibi ve benzeri onlarca mektubu tek tek okudum. yalnız içlerinden birisi ve en sade olanı dikkatimi çekti bir kız öğrencimin yazdığı satırlarda hayvan sevgisinden ziyade bir hayvan yergisi ve iğrenç olayların itirafları vardı.

    " sevgili sığır, en iyi arkadaşım. her sabah anam seni önüme katar beraber dağ bayır gezeriz sen karnını doyururken ben ise çalı çırpı, odun toplayıp eve gitmeden önce anamın verdiği bağcıkla bağlar eve beraber dönerdik. sevgili sığır anam seni "kırmızı kızım" diye sever sende bu sevgiyi aldıkça şımardıkça şımarırdın. anam beni neden hiç böyle sevmedi? çünkü, ben senin gibi süt veremiyorum, senin gibi tosun, düve edemiyorum.

    sevgili sığır, senin tosunun yüzünden başımızda çok ağrıdığı oldu bu senin kara tosun komşu tarlasına girip daha küçük olmanın verdiği heyecanla bütün tarlayı yerle bir etmiş, tarla sahibi bağrış, çağrış kapımıza dayandı anama, babama kötü sözler söyledi, komşu elinde ki odunla babama saldırdı neyse ki diğer komşular ayırdılar.

    sevgili sığır, seninle o kadar çok vakit geçirdim ama seni sevmiyorum çünkü sen beni dayımın oğlundan kurtarmadın hani her zaman beraber gittiğimiz dalından elma düşürüp sana yedirdiğim ağacın altında bana kötülük yaparken beni kurtarmadığın gün, o gün sana çok kızdım. dayımın oğlu o kocaman elleri ile beni dövdü ve sen baktın sevgili sığır, sonra yaptığı benim anlamadığım kötülükler olurken sen öylece baktın sevgili sığır, ben çok korkmuştum ama sen önünde ki otu yemekten başka bir şey yapmadın sevgili sığır, sonra dayıoğlu " anana, babana söylersen boğazını keserim senin" dedi. sevgili sığır, bu söz sana mı? bana mı? söylenmişti."
  3. az önce pencereden dışarı baktım. gülüşüp oyunlar oynayan çocuklar vardı, içlerinde kendimi aradım göz ucuyla. bulamadım tabi ama yine de biriyle göz göze geleceğim diye kaçtım içeri, mutlu çocukların yüzüne daha fazla bakamadım o acıyla. peki benim şarkılar söyleyen, arkadaşlarıyla saklambaç oynayan çocukluğum neredeydi? sahi saklanmıştı da kimse bulamamış mıydı onu oyunun sonunda, öyleyse çıkar gelir belki değil mi dargınlığı son bulduğunda, gelir değil mi? ben beklerim ki bu pencere başında, yitirilmiş çocukluğumu da beklerim, geri gelmeyeceklerini bildiğim ailemi de beklerim, beklerim sonuçta, bu pencereyi hayallerime açılacak diye bellerim ve beklerim. belki o zaman vücudumda gizlediğim hiç atılmayan çığlıklar, küçüklüğüme akıtılmış salyalar, ne bileyim işte bastırılmış 'ama baba'lar pencereden çıkıp gider, üryanımdan göçer. her şey bu kadar basittir belki, susmak lazım geldiğinde nasıl sükuneti bellediysem, beklemek lazım geldiğinde de hasreti, vuslatı kendime yoldaş bileceğim demek ki. beklerim ben mühim değil benim bekleyenim yok ki sonuçta. şu pencere, pencerem benim sonum olsa da bekleyenim olmaz sonunda. ama bir şey soracağım anne, buna ancak sen cevap verebilirsin. mezar taşları insanları bekleyemez değil mi, ölüm bekler insanı, ölenler değil değil mi? beni beklediğin bir yer varsa anne söyle penceremi oraya açayım, çocukluğumu sen bekle, onu sen büyüt de beklediği olmasın, ona sarıl ki eksikliği kalmasın, onu sar ki senden başka kimse dokunamasın, ona öğret anne, bir kere çocuk olunduğunu ama bin sene içinden atılmadığını, içine attığın çocukluğunun hep sırtına çıkıp ayaklarını omuzlarında sallayacağını anlat ona anne. ben nasıl siyahlar içinde ağladıysam onun yaşlarında, onu sarılar içinde güldür anne.
    ben şimdi pencere önünden kalkıyorum, anlıyorum ben bu pencereden sana ulaşamayacağım ama sen bana el uzatacaksın, yitirilen her şeyi avuçlarına sığdıracaksın lakin ben gülüşmeler için fazla büyüğüm, avuçlarını göğsüne yasla. oyun bittiğinde, biri onu sobelediğinde geri dönecek, ellerini ona yasla, ellerini ellerine bağla, benim olmayan ne varsa ona sağla. saklanmanın, boğulmanın yüz düşürecek bir şey olmadığını fakat çırpınmazsa boğulacağını söyle ona, anlar o. nihayetinde benden yiten bir şey, sana koşa koşa gelmek isteyen en güzel şey o, şimdi ellerini aç, ellerimi tut, ben geldim.
  4. cenneti ararken kaybettiklerimiz

    !---- spoiler ----!

    Geçmişin doğal ortamında hiçbir ulus, geçmişin enginliğinde hiçbir yerel nüfus cenneti aramamıştır, çünkü onlar halihazırda cenneti yaşayan milletlerdi. Şimdilerde inançlarda, yaşamlarda ve umutsuzlukta cennet diye satılan şey aslında geçmişimizdir. Peki şimdilerde onu ararken, neleri kaybediyoruz?

    Aslında kaybettiğimiz şey kayıp bir şehir, efsane bir yaşam. Aradığımız şey ise o güzelliklerle bizim yüreğimizde kelebekler gibi uçuşan vahşilik. Doğadan gelen modern doğasız kobaylar olarak arıyoruz doğallığı. Doğaya aitliğini yalnızca saçma sapan belgesellerde bulan doğal havyanlarız biz. Doğal korkularımızı yapay beton yığınları arasında aşkla, inançla, dinle, kültürle, büyümekle-yaşamakla ve çalışmakla kurguluyor ve mutluluğun doyumunu cennet aramasındaki açlığımızla bütünleştiriyoruz.

    Birkaç ucuz yüzyıl boyunca bizlere kurgulanıp satılan cennet isimli o idealist herhangi bir kurgu ilk insanın kendi içine adım atmasıyla otomatik olarak günümüz dünyasına dönüşecek zaten. Bunun farkına varamıyoruz, Tanrı'ya karşı bile çıkarcıyız.

    "Tanrı'ya karşı iyi kalpli inançlıyı, insanlara karşı iyi kalpli bir çıkarcıyı, kendimize karşı iyi olacağını düşünen bir yalancıyı oynuyoruz kazanmak adına.. Ne saçma."
    Yukarıdaki şekilde belirtmiştim bu durumu Yarıştırılmak isimli deneme çalışmamda, aşağıda yorum bölümünde bağlantıyı bulabilirsiniz.

    Sonuç olarak dünya hapishanesindeki yaşam süreliğince belirsiz cezalarımız var çekiyoruz, adına kader oyunu diyoruz. Atmosferin bize sunduğu bu büyük hava örgüleri yetmiyor, kendimize ekstra koğuşlar oluşturuyoruz, en sevdiğimiz bilinçaltı yaşantılarımızda kendimize çok daha özel dehlizler yaratıyoruz. Sonra da dua ediyoruz bizi en kutsal cezayla cezalandırdığını düşündüğümüz eski nesil tanrılara. Bilmiyoruz o tanrıların da bir zamanlar insanların kralları olduğunu, bilmiyoruz dünyanın bir zamanlar gerçekten bir cennet olduğunu. Bunun ispatı için birkaç el değmemiş biraz, biraz su biraz toprak yeterlidir! Gidin görün..

    Yalnızca cennetinde cehennemi yaşayanlara aittir cennet hayalleri, yalnızca cennetli hikayeleri satar cehennem zebanileri ve Shakespeare'in de söylediği gibi "Cehennem boş; tüm şeytanlar burada." Sonuçta hepimiz yaşıyoruz kendi kazanlarımızda, adına toplum, millet, vatan vb. gibi saçmasapan kelimeler yüklüyor birbirimizi avlıyoruz, birbirimizi yönetiyor ve bitiriyoruz yüz binlerce kez kendi medeniyetlerimizi. Ne için? Cennet vaatleriyle yıktığımız cehennemden çıkabilmek için.

    Çok da uzak olmayan bir gelecekte bulacağız elbette o cennet ifadesindeki yaşam dokunuşuyla insan müdahalesi görmemiş gezegenleri. Sonra kafalarımızda yeni bir cennet daha kurgulayıp gidip oraları da yıkacağız!

    O yüzdendir ki, cennete inanmayın cennete çevirin yaşamlarınızı. Cehenneme hep inanın çünkü içinde yaşamaktasınız doğanızın yönünü unuttuğunuzdan beri. İçinizdeki şeytanlara son bir şans verin, kendilerinin ne kadar suçlu olduklarını görüp doğa anaya avuç açabilirler, belki.

    !---- spoiler ----!
  5. tavandaki ucuz fosforlu plastik yıldızları / annemin beni bahane gösterip de kendine aldığı hediyelerden, tıpkı o küçük yeşil vosvos gibi / izlediğim bir gece. gözyaşlarım yastığı ıslatmış, yanağımı o tuzlu ve sıcak lekeden uzak tutmaya çalışıyorum.
    neden ağladın? işte bu tehlikeli soru. içimdeki yok olmak bir yana gitgide büyüyen kara delik, her gün umutlarımla, hayallerimle ve en önemlisi geçmişimle güzelce beslediğim;
    sanırım o sorumlusu.
    karanlığın ortasından biraz ilerideki o minik ışık huzmelerine koşuşlarım. zor yollardan geçtim de hep ulaştım onlara.
    o ışık huzmeleri ki hepsi birer göz yanılsamasıymış işte.
    yalnızlık ve hüzün, çok zehirli bir karışım, bazen fiziksel anlamda midemi bulandırır. şakalaşırken aslında istenerek biraz sert atılan bir yumruk yemiş gibi.
    yersiz ve zamansız çıkagelen karabasanlar. vasat bir sit-com izleyip de gülerken, haftalardır bitiremediğin o romanı okurken, babanın hiç sevmediği yemekten yerken iğrenç bir boğaz düğümlenmesi gibi semptomlarla gelirler. kimi akşam eve dönüşlerinde, nedenini anlayamadan kafamı atkıma gömüp hıçkırıklarım duyulmasın diye kendimi sıkıp da boğazımın yandığını hissedene dek gitmezler.
    neden çok yorgunum, neden hep yorgunum?
    güzellik, iyilik var dünyada yok değil. ama bizim payımıza neden düşmez, benim payıma neden düşmez?
    saçma sorular.
    hayır anne nankör değilim. şükür yalnızca kötü bir kandırma mekanizması.
    saçma avuntular.


    şimdi gecenin bu saati daha karanlıktır; hiçbir şey iyiye gitmez de her şey derine iner, düğüm olur.
    ve o şarkının sözleri döner durur aklımda.

    "yaşamak bu değil, bir şeyler yapmalı."
  6. ---------------------------savaş---------------------------------

    birlikler yerlerini muntazam sıralı şekilde almış, sanki aralarında görünmeyen çizgiler varmış gibi keskin bir ayrım olmuş, kare kare sıralanmışlar. şubat ayının buz gibi soğuk sabahında kalabalık orduların üzerinde soluklarının buharı dolaşıyordu.
    askerler verilecek emir ile harekete geçecek ve bu zorlu kuşatmanın zaferle sonuçlanması için mücadele edeceklerdi. ele geçirilecekler arasında kale surları ve ardında kralın yaşadığı görkemli sarayı vardı. surların üstünden gelen kızgın yağ fokurtusunun sesi soğuk ve sessiz sabahın içinde acı acı yankılanıyordu.
    ve borunun yüksek sesi ile hücum başlamıştı askerler koşarak surlara girişmeye başladılar. surlara tırmanan ilk askerler surların gerisinden gelen kısık boru sesine anlam vermeye çalışırken bu boru sesinin yağ kazanlarının döküm emri olduğunu feci şekilde can vererek anlamış oldular.
    uzun süren mücadeleler sonucu ufak bir birlik sarayın kapısına dayandı. sarayın kapısını gören askerler büyülenmişcesine bakakaldılar, öyle bir kapı ki bu bembeyaz ve devasa büyüklükte, ince işçilik örneği oymalarla süslenmiş. sarayın kapısına dayanan bu küçük birlik geride kalan askerlere umut vermişti. artık surları zorlayan askerler bu mücadelenin karşılığını almaya, muzaffer olmaya çok yakındılar ve sarayın kapısına bütün birlikler dayanmış oldu, büyük beyaz saray kapısı bu baskıya daha fazla dayanamadı, sonuna kadar açıldı, zafer gelmişti kuşatma ve fetih sonlanmıştı.

    - ömer faruuuuuk! ömeeer faruuk!
    - efendiiim!
    - hadisene tuvalete mi düştün be çocuk kaç saattir ne yapıyorsun?
    - tamam çıkıyorum.

    sarayın en yüksek burcundan aşağı sarkan beyaz bayrak artık savaşa son noktayı koymuştu. akşama doğru yağan yağmur, savaşın bütün pisliğini temizlemiş ve gelecek baharı, gelecek zaferleri müjdelemişti.

    -----------------------------------son---------------------------------------


    ömer faruk'un benzetmeleri;

    sıralı birlikler: tuvalette ki fayanslar
    kızgın yağ : çiş
    boru sesi : osuruk
    surlar : makat
    saray: alaturka tuvalet deliği
    saray kapısı : alaturka tuvalet deliğine takılan kapak.
    askerler : kaka
    beyaz bayrak : tuvalet kağıdı
    yağan yağmur : sifon çekme sonrası.
  7. allah geceyi neden yaratmış baba? uyuyalım diye kızım. iki gün oldu hala kulağımda sesi, geceyi sordu bana, çok soru sorardı, meraklıydı. küçük yaşamında en çok güneşi sevdi, gözünden yaş gelmesine rağmen, gözlerini kısarak bakardı güneşe. sanki güneşin yüzünü görmeye çalışır gibi bir uğraş içindeydi.

    boş gözlerle yüzüme bakarak anlatıyordu mustafa, tek kolunun yokluğu umurunda değildi, çünkü yokluğu daha derin ve dipsiz mustafa'nın. hayatın hırpaladığı insanlardan sadece biriydi o. onu rahatlatacak, derdine ortak olacak hiç bir söz bulamamam daha çok bunalttı beni, sigara içmek geldi aklıma paketi çıkarıp önce mustafaya uzattım yine boş gözlerle baktı, bir dal çekip aldı. şimdi sessizce sanki ibadet yapar gibi sigaralarımızı çekiyoruz, mustafa tekrar anlatmaya başladı, bir karıştı dedi karışını göstererek, ayağı bir karıştı. kansızlığı vardı biraz, bazen ayaklarım çok üşüyor baba diye gelirdi yanıma ellerimin arasına alır ısıtırdım, ellerin neden bu kadar büyük baba? derdi bilmem çok çalışmaktan herhalde kızım dedim.
    saatime baktım hanımın muayenede olduğu aklıma geldi biraz telaşa kapıldım, sigaram da sona yaklaşırken derin bir nefes çekip bitirip mustafa'ya döndüm, gitmem gerek mustafa hanımın muayenesi bitmiştir, sana sabır dilerim tekrar görüşürüz umarım dedim tam giderken tekrar mustafa'ya döndüm, kızının adı ne mustafa? "melike" dedi.
    oldum olası nefret ettiğim hastanenin koridorunda doktor'un kapısına vardığımda karım çıkıyordu, nasıl geçti muayene? "iki buçuk aylık hamileymişim" mustafa gibi boş gözlerle baktım. sevinemedim, karım bu halimi görünce panikleyerek "ne oldu? neden dondun?" diye sorular sordu omuzumdan tutup sarsmaya başladı, sarstı,sarstı..

    - mustafa! mustafa!
    -mustafa ne oluyor sana uykunda hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun, melikeyi de uyandırdın.

    melike?
  8. mekanlarla kurduğumuz ilişki ne tuhaf, rastgele şekillendirilmiş tahta ve kumaş parçalarının zihnimizde tetiklediği hisler nasıl bu denli kuvvetli olabiliyor diye soruyorum kendime. çok insanlarla çok evler değiştirdik bu güne dek, süregelen bu uzun ve sarsıntılı yolculuklardan süzülüp kalan ben ve annem şimdi. kaçılan yerler, sığınılan yerler, yuva dediklerin ve tutsak hissettiklerin... lojmandaki evin turuncu duvarlarını anımsıyorum, mutfağın kapısına astığımız o boncuklu tuhaf şeyi, pek severdim, kapının kenarına yeşil süslü tokalarımla bağlamıştık. saça bağlanamayacak kadar genişlemiş lastiği şimdi ne alakasız bir iş için kullanılıyordu her dokunuşumda garipsedim. uzun ince koridordan koşarak geçişlerim, köşedeki halıda kayıp yere düşüşlerim, salonun duvarındaki kan lekeleri, lekeleri örtmek için asılmış ucuz bir "kaplumbağa terbiyecisi" taklidi ve daha çok şeyler, hepsi hatırımda.
    tuhaf bir mesele için eski mahallemize gittik bugün, yıllar evvel kaybettiğim anneannemin evinin olduğu sokak, annemin büyüdüğü benimse çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim sokak. anneannemin evine girdik, kiracılar çıkmış ve ardında yalnız eski püskü bir dolap bırakmış. odaları yavaşça gezdim, her eşyayı tek tek anımsadım, anneannemin kokusunu yine duydum.
    "o işlemeli tahta saat burada asılıydı!"
    "bak anne, sevdiğim döşek tam da buradaydı!"
    "bayramlarda toplandığımızda ben ve ablamlar şu köşede otururduk, hatırladın mı?"
    ne geldiyse aklıma sıraladım, çocukça bir neşeyle koşuşturarak, parmağımla işaret ederek, görgülü kızlar parmaklarıyla işaret etmez derdi teyzem, olsun. şimdi sisli bir akşamüstünün karanlığında, mutsuz bir renge boyanmış duvarları ve yenilenmiş parkeleriyle bu ev yabancı bir evdi belki, başka hayatlar ve insanlar gelip geçmiş, başka anılar serpmişti yerlere. bense girer girmez 11 yıl önceki o kurban bayramındaydım, bütün ailenin toplandığı kalabalık bayramlardan. sarı ışık, anneanne evi sıcaklığı, eski eşyalar, dev yorganlar, kahverengi kadifeden bayramlığım hepsi gözümün önündeydi. kuzenlerimin kahkahaları, teyzemlerin kavgaları, anneannemin "kız hele gel buraya" deyişi kulaklarımdaydı.
    annem tek kelime etmedi, gözleri doldu gördüm sonra sonra. utandım düşüncesizliğimden, annem geçmişi anımsamayı sevmez, yaraları deşilirdi bilirim.
    çıktık sonra, büyük salonlu, duvarları kansız ve odaları babamsız yeni evimize geldik. çay demledik.
    mekanlarla kurduğumuz ilişki diyordum, ne tuhaf.
  9. ...
    tek tuşu eksik yazı makinem sayesinde artık hiç durmadan devam ettiğim yazılar zamana öykünmeye başlamıştı. asansörsüz bir apartmanın dördüncü katında yaşıyordum o sıralar ya da dört tuşu eksik makinemle giriş katında mı pek ansımıyorum. tek bir şey var ki, omuzları sümbül ağaçlarına değe değe evine gelen kadının ellerini unuttuğuma adım gibi eminim. market poşetleriyle sevgi hanım apartmanının önüne geldiğimde acaba yine sokağın solukluğunu eve mi taşıyacağım diye düşünürken otomatiğin sesini işittim. cebimden eskimiş kağıt parçalarını atamadan açıldı kapı. artık yüzümde kaç çizgi vardı ve bu çizgileri kaç tanrı dolduruyordu bilmiyorum ama, işte o gündü. ve dediğim çizgiler sümbül dallarından geldiler de çiçekleri kopunca bir anda kurudular mı bilemiyorum ama, sümbüller teker teker kadının omuzlarına yerleşip doğumu tekrar canlandırdılar. sanırım o da fark etti artık ellerinin umulmaz bir karanlık içinde savrulduğunu.
    "iyi günler" dediğinde ben, ölü çizgilerimi tekrar canlandırıp meydan okudum zamana ve masallarda bir anda gece oldu. zamanın akışı zamansız bir devinim içinde çiğnenirken o, musa'nın açtığı yoldan geçip gidiverdi.
    ...
  10. -------- bir acayip muhabbet - - - - - -

    karadeniz'in kıyısındaki kendi halinde sakin bir belde burası. beldenin tek caddesinde yürürken denizin hışırtısına karışan kıraathaneden gelen taş ve insan sesi kakafonisi bütün huzuru kaçırırken, biraz ileride asılı afişteki kalın puntolu yazı keyfimi yerine getirmişti "efes malt şişe 5 tl".
    yanımda köyden bana eşlik eden yakın akrabam koca kafa ilyas vardı çok değişik bir çocuktu bu ilyas, her gün muhakkak bir yerini kanatırdı kanaya, kanaya büyüdü çocuk. ilyas, "abi biraz çarşıya inelim, kafa dağıtalım" dedi anlaşılan dertliydi biraz kıramadım keratayı beraberce geldik çarşıya.
    ilyas ile çarşıda yürürken önünden geçtiğimiz manavda kabak armutu beni bayağı cezbetti dayanamadım bir tane ilyas'a bir tane de kendime aldım. hadi ilyas dalga kıran kayalıklarda armudumuzu yiyelim ikide laflarız dedim.

    armudu yemeye başlayacakken ilyas'a sordum;
    - eee ilyas derdin ne anlat bakalım.
    ilyas armudundan koca bir ısırık aldı
    - isceakuvgoldığmebyyeaş
    ilyas' ın kaç gündür neden yüzü asık gezdiği şimdi açığa çıktı. kendisini rahatlatmak, moral vermek için bir kaç yapmacık cümle ile konuşmaya başladım.
    - uşmbbeougluuuamm. hğalldrres.
    koca kafa ilyas ağlamaya başladı benimde değişik bir huyum vardır yanımda kim ağlasa bende ağlarım hatta bazen ben daha çok ağlarım.
    ilyas bir yandan armudunu dişliyor, bir yandan ağlıyor ve konuşuyor.
    - ğhambincoğh emmkiğh vriğhşş heğhrşşyy buhğhş oushgşzşğlk çeağşllhgh bğhtygşeuklrm. buğhun haklstmmsiğh?
    sulu gözlerim ve sulu armutum ile ilyas'ın derdine derman olmak için çok sevgili arkadaşım faruk'u aradım bu çocuğun yarasına ancak faruk merhem olurdu. faruk'un telefonu bir kaç kez çaldı ancak açmadı. kendisine sesli mesaj bıraktım.
    - ıloooş ğhşşnirrs huuast.
    ilyas'a hiç dert etmemesini bu konuyu mutlaka çözeceğimi söyledim, biraz rahatladı çocuk ve armutundan son bir ısırık alıp çöpünü karadeniz'in hırçın dalgalarına savururken bir de gökyüzüne doğru isyankar, iç parçalayan bir sitem savurdu.
    - şhkğkouk şehçktuotr dreim ioubşğhş.

    kabak armutlarımızı bitirdikten sonra ilyas ile ortak bir kasa malt bira alıp tekrar köye döndük.