1. yansımasıyla arasına giren aynadaki buğuyu, bir film karesindeymişçesine elinye sildi. daha tam kurulamadığı alnına yapışan ıslak saçlarını geriye doğru attı ve karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya başladı. ne görüyordu orada? başarısız bir sevişmenin ürünüydü. babam dediği adamın erken boşalma sorunu ve annem dediği kadının da doğum kontrolü denen olaydan bihaber durumu, bu sonucu doğurmuştu. iki beceriksiz cahilin boş lakırtısı. gerçi babasına pek de kızamıyordu, çünkü kendi hala dipsiz karanlık kuyulara girememişti. oldu ki denk gelseydi, o da daha nerede olduğunu hissedemeden söner giderdi. hayattaki tutacağı yer peçeteyle silinip çöpe atılacak kadarken şimdi aldığı bu şekil neye benziyordu? bir tohum ? olabilir. bereketli bir toprağa düşmüş gür bir meşenin palamudu olabilir miydi? yoksa çatlamış toprakta rastgele ısırılıp tükürülmüş bir salatalığın tohumu mu? bu daha yakın geliyordu aynadaki yansımasına. oysaki bakışlarını aynadan bedenin aşağısına çevirdiğinde gördüğü şeyin cevabı olmasını yeğlerdi bu sorunun fakat o da daha çok tüylü bir bamyanın tohumuydu. ?tohumunu siktiğim? diye küfretti içinden. sonra saç kurutma makinesinin düğmesine basarak, saçını kurutmaktan çok çıkarttığı gürültüyle beyninin içindeki sesleri bastırmaya çalıştı ya da tohumlarını savurmaya.
  2. yapıştırıcılardan artık katran halini almış önlüğünü başından geçirdi, arkadan iplerini bağladı. duvarda karısıyla olan resmini asmak için çaktığı çivinin yerini alan radyonun, sadece açma düğmesine basmasıyla, biraz olsun dertlerine derman olan türk halk müziği çalmaya başladı. karısını kanserden kaybetmişti geçen sene. ölümünden sonra cemalini her gün karşısında görüp de yüreğini sızlatmak istemiyordu. o çivinin yerine takvim asıp, zamanın yarasına olan ilacını hızlandırabilirdi ama o radyoyu seçmişti, zira hem derman hem de arada verilen haber ajanslarıyla duyduğu dünyanın acılarına da ortak oluyordu. doktor karısının sayılı ömrünün kaldığını, sebebinin de göğüs kanseri olduğunu duyduğunda kader dalga geçiyor diye düşünmüştü. çünkü bali kokusunun duvarların her köşesine işlediği dükkanda o çalışıyordu her gün, üstüne bir de köpek gibi iki paket sigarayı yakıyordu ardı ardına çalışırken. gastede okuduğunla bunlar kanser yapardı ama daha tadına bile doyamadığı karsının memelerinde bu illet çoktan baş vermiş, ciğerlerine değin yayılmıştı. birden radyoda en sevdiği türkü, beyaz giyme söz olur çıktı, taburesine oturdu, besmeleyle işine başladı. dünden kalan ayakkabıyı eline aldı, yüreğindeki çatlak misali tabandaki çatlağa bolca döktü baliyi kapansın, kapansın da bir daha açılmasın, sahibin ayağını kendinin de yüreğini ıslatmasın diye. baba mesleği ayakkabı tamircisiydi halil. çocukluktan pişmişti babasının yanında. babası artık öte dünyaya çalışmaya niyetlendiğinden dükkanı halil’e bırakmıştı. zaten iki kişi yapacak kadar iş de olmuyordu. artık insanlar tamir yerine, yenilerini alıyorlardı. ne de olsa her ay bir tamir parası vere vere istedikleri ayakkabıları alabiliyorlardı. gerçi tamir olacak halleri de kalmıyordu o ayakkabıların, çocukkenki ayakkabıların dillerinde okuduğu ‘made in’den sonra artık ilk defa duyduğu ülkelerin adı yazıyordu. bu elindeki ayakkabı öyle değildi, helalinden bir ikiyüzlük ederdi. arasına sürdüğü bali kurusun diye masanın üzerine koydu, cebinden ilk paketin ilk sigarasını yaktı derin bir nefes çekti, ciğerleri bari bayram etsindi. usulca dumanı bıraktı bali kokularının içine, parmağıyla uzanıp türkü bitmeden sesini yükseltti radyonun.
  3. heyhat

    her akşam masallar anlatırdı
    sağır ve dilsiz çocuğuna.
    mnb
  4. zifiri karanlık yerini güneşe teslim etmek üzereydi. tan vakti pakizelerin damındaki horoz, göğsünü ringe çıkan boks güreşçileri gibi kabarttıkça kabartıp kanatlarını açarak, o cılız sesiyle buraların ağasıyım cinsinden ötüşü uykudan uyanmasına yetmişti. karyolanın gıcırtısından kalkmış çeşmenin kurnasını çevirip yüzünü soğuk suya vurup gözleri faltaşı gibi açılmıştı. potinleri geçirip birden sendeleyerek gocuğunu giymek üzereyken bir cigara yakmıştı;

    - memedim sabah sabah içme şu mereti

    - tamam ana. var git yat sen!

    - eyi memedim eyi ! ama içme be oğul

    - anaaa! işe geç kaldım zati

    - akşama ne yemek istersin ?

    - mercimek, kuru fasle

    - tamam yiğidim, rastgele

    esefle başını sallayarak içi karalar bağlarcasına bitkin halde kapının eşiğinden bakıyor bir yandan da iç çekiyordu. yavru bebeler gibi hiç kıyamıyor, bir dediğini iki etmiyordu. bir everemediğine yanan anası birde şu cigaraya kendini kaptırmasına emzik gibi ağzından eksik etmemesine yanıyordu ciğeri.

    sonbaharın son aylarında ayaz kendini oldukça göstermiş, çıplak deriyi yalayan keskin bıçak gibi iliklere işler olmuştu. aralıksız süren yağmurlar toprağı bataklık haline getirmişti. avludan çıkıp tahta kapıdan geçerek avlunun önündeki çukura su dolmasına sinirlenip bir de küfür basmıştı. mahalleye çıktığında belli belirsiz bir kalabalık görmüştü. yüzünü birden buruşturmuş ayaza karşı derin bir duman daha çekmişti. kimisi taraçalara kimisi camlara üşüşmüş kalabalığın içinde, mahallenin ileri gelen kodoşları, fısır fısır belli bir grup oluşturmuş konuşuyorlardı. elinde tespihi sallayan memed’e gözler dikilmiş, külhanbeyi yürüşüne bayılan kızlar birbirini çimdikleyerek kıkır kıkır gülüşmekten kendilerini alamamışlardı. memed yan gözle gülüşmelerin geldiği yöne fırlattığı bir bakış kızların dudak ısırmasına yetmişti.

    hal’e doğru eğimli sokağı ağır ağır ilerleyen memed, her gecekondu köşelerindeki fısıltıların nedenini merak etmeye başlamıştı. fakat memed’i gören ahalinin ağzı torba gibi büzülüp kapanıyordu. evvelden topaç oynadıkları çınarın yanından geçerken ifrit olduğu zabit hasanı gördü. göz göze geldiler. zabit elinde cop’unu avucunda kavrayarak fiyakasını gösteriyor, memed ise gözlerine ve elindeki cop’a bakarak yere tükürmüş, parmaklarında raks ettirdiği ışıl ışıl kemik tespihi sallamıştı. iki üç adım ötedeki kıraathaneye gelip bir çay istemiş masaya kurulup bacağını çelmişti. yan masadan oturanlardan afaracı hüsam’ın sabahki horoza benzeyen ince tiz sesine kulak kesmişti.

    - böyle olaca belliydi zahar

    - ne olmuş? ne olmuş?

    - köpoğlu avradıyla kavga edip dışarı salmış kendini

    - sonraaa ?

    dedi yanındaki meraklı gözlerle afaracıya. afaracı da durumun vahametinden dolayı şaşalı anlatırken yan masadan muhtar araya girerek;

    - n'olmuş bre kızancıklar

    - dışarı çıkıp bi cigara yakmış ibraam, sonra lüküs bir araba durmuş yanında

    - geçenlerde eve giderken bende gördüydüm.

    - hafiye kılıklı iki adam

    - sonra?

    - sonra ibram’ın sıkmışlar topuklara

    - vaaah vaah! yetim kaldı yavrucaklar

    - sormayın ağalar !



    çaycı tavşan kanı çayı getirdiğinde tespihini bileğine geçiren memed ‘’ eyvallah ‘’ diyerek durumu anlamaya çalışıp yetim kalmış çocuklarını düşünerek esefle başını sallamış ve iç çekmişti. varoş mahallenin dar sokaklarında komşuların ve köy eşrafının fısıltılarını şimdi daha iyi anlamıştı. mahallenin eski sonradan olma külhanbeyi aklına gelmiş ve başıyla onun olduğu kanaatine varmıştı. bu duruma epey canı sıkılmış ve memed’e köy ahalisinin bakışları şimdi daha da bir anlam kazanmıştı.

    çayından bir yudum daha alırken ;

    - candarmalar tevkif için köşe bucak arıyolarmış

    - bulsunlar tabi deyyusu

    - kodese tıksınlarda zatürreden gebere itin dübürü

    - sokağa da çıkamaz olduk

    - öyle ya, ben bile korkar oldum zahar



    çayından son yudumu alan memed masaya yumruğunu sertçe vurdu. ortalık birden sessizleşmiş pür dikkat herkesin gözleri kapıya yönelmiş, kasvetli bakışlarıyla sokağa yıldırım gibi fırlamıştı. daha dün gece birlikte olduğu, eski çocukluk arkadaşının ve ardında bıraktığı yetim çocukların acısı içine oturmuş, esefle alamana’ya doğru ağır adımlarla ilerlemişti. motoru çalıştırıp dümene geçmiş kasabadan epey uzaklaşmıştı. bir cigara daha yakmak isterken cebinde aradığı kibrit yerine bir not bulmuştu.

    kağıtta şunlar yazıyordu;



    ‘’ dostum dava arkadaşım bugün var yarın yokum. olurda bana bir şey olursa yetimler sana emanettir. rüstem’i bilirsin geçen gün aldığım borç parayı veremedim sıkıştırdı deyyuslar. sana da kötülük yapsınlar istemem sakın dellenip yanlış bir şey yapmayasın. zabit hasana da bahsettiydim umursamadıydı yavşak, candarmalara haber salarsın. hakkım sana helaldir bunuda böyle bilesin. ibraam. ‘’



    memed derin bir nefes çekmiş gözleri dolmuştu. hava epey bozmuş fakat içinde bir sızı bir soğukluk hissetmiş dümeni kasabaya çevirmişti. kalan son cigarasını derin derin içine çekmiş, derin sulara dalıp dalıp gitmişti…
    sdrex
  5. kupkuru bir güzün ardından gelen kış zemherisi ve sonrasında gelen cemreler ve daha sonrasında gelen güneş mevsimi döngüsü içinde yükleniyor zaman bizlere. biz dediğim de, ben, aklım, vicdanım ve kalbime. çoğul oluyorum onlarla, içimdeki ben büyüyor, uzuyor, çekişiyor ve yaslanıyor. ben gebe kalıyor, biz doğuruyor. mevsimler, başımın üzerinden geçen yaprak desenleri, kızıl bir hurma, sapsarı bir hüzün, alev renkli bir ölüm, kırmızı bir soluk, damarlar diri ve bazen de ölü. büyüyorum, aklım pişiyor, kalbim hâr bir ocakta, vicdanım batağa saplanmış cihân içinde ayrık otlar içindeki bataklık çiçeği.

    biz sahipsiz bir piç gibiyiz leydim, biz sahipsiz bir piç! sahibem olur musun diyeceğim de, piç olma sahipsizliği içindeyiz. aklımı adam edebilir misin, ya kalbime ket vurabilir misin, vicdanıma ninniler söyleyip uyuta bilir misin?

    kısa kesiyorum leydim? minimalist takılılyorum.
  6. - bu son sigaram -

    aslı yaklaşık dört yıl boyunca neredeyse her konuşmamızın sonunda beni reddetti. ortada herhangi bir teklif bulunmazken bile o reddedecek bir şeyler bulup reddederdi beni muhakkak. ama son aylarda en azından bir kaç cümlelik paylaşımlarımız da oluyor sonra reddediyordu sağolsun. bu kıza niye katlandığıma meraksız, bi kaç kişi sırf laf olsun diye nedenimi sordular. cevap vermedim.

    ''değişen jargonuna kendini fazla kaptırmış aklı bir karış geride bu kızın'' dedi alsev. uzak dur diye ekledi. geçen gece parkta içerken de enver kullanmıştı aynı cümleyi: ''uzak dur!''
    -kızın daha önce hiç ilişkisi olmamış konuyu bilmiyo anlıyo musun enver?
    -ama sevse hissettiği gibi davranması yeter. bunun konuyu bilip bilmemekle ne ilgisi var?
    -çocuk gibidir o sen bilmiyorsun. sebebini bilmediği bir otosansürü var. bazen sırf onu istediğim için kendimi pedofiliymişim gibi hissetmekten alıkoyamıyorum.
    -ne alaka lan?
    -yav öyle işte oğlum. bi dediğimi anlamıyor. aramızda jenerasyon farkı var sanki amına koyim. altı üstü bir yaş büyüğüm ondan. arkadaşlarıyla en sığ hangi konuları konuşuyorlarsa benimle de onu konuşsun diyorum ama muhabbetin dışına itiyor beni bir şekilde. ben de babamla olan diyaloğumuzdan biliyorum..

    -e sen de söyle kardeşim açık açık seni seviyorum diye.
    -söyledim. söylemedim mi sanıyosun?
    -o ne dedi?
    -bana değer veriyormuş! değer ne amına koyim! değerini sikeyim dedim içimden. yüzüne küfredilince kızıyor.
    -ben bir şey demeyeceğim kardeşim sen bilirsin. ama uzak dur.

    ''trink trink''

    bütün gece parkta konuşulacak konu bitmiyordu. ülke sıkıntılarından, beşiktaştan çıkıp konu dönüp dolaşıp aslı'ya geliyordu. enver'in anlatacak mataf bi hikayesi olmadığı için hikaye dinlemeyi severdi. ben seri içtiğim için çabuk çişim gelir, konunun orta yerinde kalkıp benden yarım metre uzun çamın altına işerdim. yaklaşık 30 saniyelik bu rahatlama sürecinde bir yandan enver'i bir yandan da konuyu süzerdim kafamın içinde.
    o gün parkta otururken aslı'yı gördüm. saat 23:17'ydi yanında bir herifle sohbet ederek geçti sokaktan. sırtımız yola dönük ve sokak lambasının kör noktasında oluşumuz sebebiyle görmediler bizi. zaten bu tarz herifler ıssız yerlerden geçerken karanlığın içinde iki karaltı görse bir kez daha bakmaya cüret edemez. olur da bir sıkıntı cereyan eder diye kafaları öne eğik adımlarla yürürler bütün yolu...
    alkolün verdiği yetkiyle ayağa kalkıp arkalarından baktım. yanlarına pekala gidebilirdim hatta herifin ağzını burnunu kırabilirdim ama otokontrol girdi devreye. anlaşılan daha sarhoş olmamışım. aklımdan saniyeler içinde bir çok kelime bir çok fotoğraf geçti. hatta bir ara herifin annesinin yüzünü, saçının rengini, vücut ölçülerini görür gibi oldum ilahi bir slayt tarafından. öpüşmüş olma ihtimallerini düşündüm.

    herhangi bir mekandayız arada 3-5 metre var yok. o ikisi öpüşürken onlara bakıyorum bir köşede. yüzünün en ince detayına kadar inceliyorum gözleri kapalı. severek öpüyor anlaşılan. yanaklarında, alnında oluşan en ufak kıvrıma odaklanıyorum heyecanını hissedebiliyorum o sırada. herife bakmadım. belki onun yerine ikinci bir beni geçirmiş de olabilirim. kendi vereceğim reaksiyonumu bilirim göz ardı edilebilir bir durum sonuçta. hem sonra; temelde o herifin ne hissettiği değil, aslı'nın en mahrem haliyle yüzünde, vücudunda oluşan bi takım reaksiyonlar önemli benim için. vücudunun salgıladığı hormonları görür gibi oldum sonra. ağzının içinde gezinen dilin ona hissettirdiklerini hayal ettim. normal şartlarda kendi tükrüklerini bardaklara doldurup içebilirler miydi acaba?

    baktım konu absürd bi yere doğru kayıyor düşünmeyi kestim. yumruklarımı sıkıp varoluşuma bir anlam aramaya başladım. belki empati filan kurmuş bile olabilirim herifle o esnada. uzaklaşsınlar istedim. o an karısını kendi yatağında basan bir adamın boşvermişliği, çaresizliğiyle doldu içim. ellerim avuçlarım uyuştu çöktüm oturdum banka. biram yarısındaydı kafaya dikip bir sigara yaktım. enver ne yapacağımı merakla izliyor gibiydi o böyle şeylerden hep bir ders çıkarır.

    -bi şey yapacak mısın?
    -yok lan. kendimi düşürdüğüm şu durum bile yeter bana. sadaka istemiyorum ben. olmuyosa olmuyodur yapacak bir şey yok.

    ''trink trink''

    (içimi bir anda bir dinginlik kapladı.)
    -enver bu kez net gibiyim. baya yaktım gemileri sanki. bu sal bana yeter. en azından uzaklaşmam için beni idare edebilir bu sal...

    o gün eve gittiğimde ona durumu hemen bildirmedim. bir kaç gün daha geçirip kendimden emin olmak istedim.
    -zaten bu konuya çok fazla kafa patlatacağını da sanmıyordum.-
    arada telefon görüşmelerimiz oldu ama o geceki konudan hiç söz açmadım ona. tam bir hafta sonra akşamüstü bir mesaj attım:

    ''bu kadar basitliğe razı değil gönlüm. acıma sebep arıyordum artık acıtmıyor yokluğun. değer verdiğim için sana bu mesajı yazıyorum beni sakın yanlış anlama seni seviyorum. sadece bugün bir şeylerin netlik kazanması gerekiyordu. netlik, kazandı. ne ben kaybettim, ne de sen birtanem. zaten mevzu da bu değil. 140 karakter sınırlaması olsaydı ikinci bi mesaj atmazdım. sadece artık kimse sms kullanmıyor ve benim hiç kullanmayacağım kadar çok smsim var.''

    bir kaç kez aradı mesaj yolladı fakat hiç birine geri dönmedim. enver ortak bi arkadaşıyla konuşmuş. o gece yanındaki herif kuzeniymiş. enver'e konuya nasıl girdin diye sormadım. kesin kafasını yarıp gözünü çıkarmış beni yerin dibine sokacak bir şeyler söylemiştir. neticede bu iş, enver'e yaradı. nilüfer'le aralarında bir ilişki cereyan etmiş..
    ozeus
  7. bu hastalıkla başa çıkmayı öğrenebildiğimden beri ya da öyle sandığımdan beri önceden düşündüğümün aksine her şey daha kötü oldu. yıllar önce doktorun sana uygulayabileceğimiz bir tedavi yöntemi yok dediğinde kendimi daha rahat hissetmiştim. o zamanlar başka doktora da gitmemiştik. sahi insanlar neden sürekli içindeki ümitleri başkalarından duymak için farklı doktorlara giderlerdi ? bütün doktorlar aynı eğitimi görmüyorlar mıydı ? acınacak bir durum… bu senin yüzünden diyebileceğim biri olsun çok isterdim.(vardı) bu senin yüzünden. dini kabullerimiz gereği bu pek mümkün değildi bizde inadına şükür vardı.

    onu ilk defa bilinen sabahtan bir kaç gün önce evden çıkarken kapının önünde görmüştüm. kapıyı kendime doğru çekerken iki basamaktan ilkine adımımı attım ve onu gördüm. yağmur yağıyordu. şemsiyesi olmadığından ıslanmayı seviyor diye düşündüm. belki de şemsiyesini unutmuştu. neden hep işin romantik tarafından bakardım. koyu lacivert paltosunun ıslak daha iyi göründüğünü falan da düşünmüyordu. besbelli şemsiyesini unutmuştu. islanmayı seven insan yağmurda yürürken başını öne eğmezdi. bunları düşünürken geç kaldığımı fark ettim. kapıyı kapattım biraz yürüdükten sonra köşeyi döndüm ve devam ettim.

    o gün eve planladığımdan erken dönmüştüm. plan mı ? yalnız insanlar kendilerini plan yapmak zorunda hissederler. bu zaten kendine yeterince değersiz gelen benliğini maskeleme çabasıdır. yılların vermiş olduğu deneyimle programlı bir adam olduğumu kendime kabul ettirmiştim. salonun penceresinden hala güneş giriyordu. kareden hallice pencereden içeri kırılmadan giren düz güneş ışığı. geometri ve fiziğim o zamanlar iyiydi. hayır hiç bir zaman iyi olmamıştı. işığı içinde toz taneciklerinin kafalarının karışık olduğu gözlemlenebiliyordu. odanın içinde istediklerini yapabiliyorlardı. bunlar sadece belirli bir açıdan görünen toz tanecikleriydi. açıyı değiştirmek için çok çaba sarf etmiştim. bi kaç kere de pencereyi kapatmaya uğraşmıştım hatta bu uğurda okulu uzatmıştım. belirli bir süreden sonra onları görmek acı veriyordu. zaman içindeki sayısız deneme fayda etmemişti. ne beynimin ve kalbimin o penceresini kapatabilmiş ne de not ortalamamı yükseltebilmiştim.
  8. kırmızı bir göğün seyri altında uzanan beyaz çizgili zift renkli yollar çıkmaza çıkmaz. çünkü devletin adamları talimat ve telkin tabelalarında olur. yönlerin çizili olan bir çizgi üzere yol alır, yoldan yolumuza hisse alır, çoğu zaman yolcu bazen hancı oluruz. yollu olduğumuzu da yazmış tarih, o da zihnimizin fi tarihi olsa gerek. bilinmeyen tarih olarak kayıtlara geçer de; derim ki, bu bildiğin sisli bir geçmiş fısıltısı. yum gözlerini fısıltıya, eski günahlarına kulak ver, eski cinayet tanıklığını bir daha yaşa, vicdan yap, dilersen gözyaşı dök. boşver anı yaşa, yaşanılacak bir şey bulamasan an için de: o zaman hayal kur. hayal kurmak geleceğin ummanına atılmış bir olta, hadi at oltanı virâ bismillah diyerek. ne çıkar ise artık bahtına kalmış, umman sana ne verir, orası zihninin oyun alanının enlik ile genişliğine kalmış. en aksi hayalleri kur, en huysuz, en arsız, en kopuk ve en deli hayalleri kur. korkma, hayalinin içinde kimse hızır diye sana yalvarmayacak, kimse acı çekmeyecek, kimse kim vurduya gitmeyecek. sen heves ettin, hızır denilen imdat bekçisinin kanına gir, cinayet işle, kanı kül ile ört, cesedi parçalara böl! ama etme, bu hayaller kötü bir ruhun değersiz bir ederine işaret. hayalinde bir çift gözün ışıldamasına vesile olmayacak isen bu ne biçim bir hayal, bu ne bok yeme güzel abicim.
  9. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayedir anlatılacak olan.
    zamanın hatra gelmediği bir yörüngede gezinilirken başıboş, yaşanılan zeminde yine birtakım otlar vardı kimi ayaklarla yer yer ezilmiş.
    ileride belirecek bir keops'tan daha kompleks apartmanlar henüz müstakbeldi, inşaat müteahhitliği diye bir meslek icat olunmamıştı.
    ileride unutulacak ve sonradan hatırlanılıp unutulduğu hatırlanmayacak olan bir içsel toprak yumurtlangacı peydahlanıyordu sık sık büyük gelişmiş adamlar tarafından. içsel toprak yumurtlangacı ismini bilgeler had safhada aptalca buldu ve değişime uğraması istenildi kanun vasıtasıyla.
    kanun, bilgelerin baktığı yöne getirtildi bilgelere ait eller ile. buna ileride bir ihtimal ilkesel vahiy çıkarımlaması denilecekti. kanun tüm bilgelere sırasıyla aynı şeyi söyledi.
    bilgeler birbirlerine farklı şeyler söyleyeduracaktı. kanunu bertaraf etmeden usulca bakmadıkları yöne kondurdular. bu oldukça kafa karıştırıcı bilge konseyi uğraşımını büyük gelişmiş adamların kafası almıyordu. bu yüzden bilge olanlar ve bilge olmayanlar vardır ya, bu yüzden bilgeler ile büyük gelişmiş adamlar aynı şeyi yemeyeceklerdir.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesinde biraz daha gezindi.
    ...
    gezinti anlatıcısı, ilkesel vahiy çıkarımlamasında zorunlu nihai karara varılacak gündurağına denk geldi. buranın anlatımı başladı.
    havarisçi veled koşusunu büyük gelişmiş adamların yerleşkesine 1 havarisçi veled boyu kala sonlandırdı. ona bakanlara bağıracaktı: ''pata tes''
    yerleşkede bulunan büyük gelişmiş adamlar saçlarından bir avuç kırdı, havaya atacakken ''pata tes'' diye bağırdılar höykürme biçimiyle.
    havarisçi veled tazı edasıyla gerisin geriye konseye yuhalandı ''pata tes'' nidaları ile, yarım havarisçi veled boyu öteden bilgelere geveledi.

    yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'a bilgeler bu çıkarımlamayı ekledi. eğer bir kişi artık bir daha ''içsel toprak yumurtlangacı'' sesi çıkarırsa, yeri geldiğinde ona eziyet edilebilecektir büyük bir haklılıkla.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  10. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devam niteliğindedir anlatılacak olan.
    ...
    gezinti anlatıcısı, ilk anlattığı zamandan öncesine mi yoksa sonrasına mı denk geldi bilinemiyordu. anlatacağında kimi ortak karakterler vardı, zaman güdümlü hayatmekanları yakın olsa gerekti. büyük gelişmiş adamlar yerleşkesinde birinci ışıltıcıküre tam yukarısının biraz altında iken ikinci ışıltıcıküre gök üzerine tırmanmaya hazırlanıyordu. eğer ileride bir apartman dikilecekse tam buralara dikilmeliydi. çünkü ışıltıcıküre alırdı her daim salonun tam ortasına ve eve pek beyaz giyimli steteskop taşıyıcısı girmezdi.
    gezinti anlatıcısı büyük gelişmiş adamların yaşantısına eğildi:
    büyük gelişmiş adamlar yerleşkesinde henüz iplik çıkaran böcekler evrimleşmemişti, bu yüzden elbise yapıcısı olumlu düşünceler uyandırıcı bir meslektir. elbise yapıcısı hazır endüstriyel şablonlar nedir bilmezdi, her çalışması nevi şahsına münhasırdı. bu yüzden de üzerlerine kimi tabelalar asmazdı, ilineksellik fışkırsın diye.
    elbise yapıcısı gezinti anlatıcısına göre tam bir sanat düşmanıydı! çünkü bir türlü akımlara kapılmıyordu ve iyi bir yüzücüydü!
    büyük gelişmiş adamların en büyük özellikleri, yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'ta zorunlu tembellik hakkı bulundurmalarıydı. eğer bir büyük gelişmiş adam bir şeyin yapılmasını gerekli görmüyorsa, onu yapması tam bir suçtu.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek