1. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile
    yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devamının
    devamı niteliğindedir anlatılacak olan.
    ...
    zorunlu tembellik hakkı, yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'ta herkesçe bilinerek en ince ayrıntısına kadar tanımlanmamıştı çünkü büyük gelişmiş adamlar olunabildiğince faydalansın diye: her bir duruma hinlikle uyumlanılabilsin diye!
    herkesçe kotarılabilmeliydi bu hak, çünkü bu bir haktı! bu herkes işine geldiğince kullanabilsin diye üzeri örtülmemiş boşluk hem de tam bir bilinç durumunda, elbette bu işte bilge konseyinin parmağı vardır. doğrusu,
    bilge konseyi ve büyük gelişmiş adamlar yaptıkları bir kuamisyon sonrası bu karara varabilmiştir.
    gelinilsin gezinti anlatıcısının bir diğer anlatacağı şeye:
    bu hayatmekanı ile lidyalılar hiçbir surette karşılaşamayacakları için, büyük gelişmiş adamlar metal yuvarlaklara ve işlevdaş papirüslere sahip değildi şu
    son zamanlarda altın standardizesinden tamamen kopmuş. bunun olmadığı söylendiğinde akla hemen bir yöntem geldiği için ve bu yöntem de takas şeklinde olduğu için
    evet bu hayatmekanında takaslaşmak vardı, tabii akıllara gelinmeyen şekliyle. öyle ki:
    bir büyük gelişmiş adam bir diğeri ile takas yapmalıysa ona yalnızca vermeliydi ya da ondan yalnızca almalıydı. bu ikisinden biri eylemlenmeliydi. daha açık:
    bir büyük gelişmiş adam elbise yapıcısından bir elbise almak istiyorsa ona 3 (üç) pata tes vermeyecekti. yalnızca gidip elbisesini alırdı.
    peki elbise satıcısı bunu neden kabul etsindi? işte cevap: bir diğer hayatmekanından bakanlar bu durumu neden idrak edemiyorsa, işte o yüzden!
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  2. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile
    yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devamının
    devamına eklemelerdir anlatılacak olan.
    ...
    bu hayatmekanında sincaplar mevcuttu. eğer sincaplar var olacaksa birtakım ağaçlarda olmalıydı ve vardılar da.
    yerel fabllarda ve kültür ögesinde entelektüel hayvan imgesi baykuşa değil, sincapa üstlendirilmişti. gerçekten de sincap buna uygundur dostlarım.
    öyle ki toplu agaç öbekleri kralı okaliptus, ne zaman gizli fedaisi bal porsuğunu tehlikeli görevlere gark etse entelektüel hayvan sincap'tan fikir almış olurdu çoktan. böylelikle gizli fedai bal porsuğu görevinde başarıya ulaşır ve nesli kalmaya devam ederdi. aksi halde kral okaliptus bazı şeyleri engelleyemeyebilirdi
    çünkü kritik düşünme üzerine bazı eksiklikleri vardır her ağacın: ifade edememek gibi.
    bu acıntı verici durum büyük gelişmiş adamların atalarını incitmişti vaktiyle. bilge konseyi henüz kurulmamış, tek tük kalburüstü kişi bilgeleşiyordu yavaşça.
    bu okaliptus özelindeki kusur büyük gelişmiş adamların atalarının canını acıtmıştı çünkü onlar sudaki akislerinin yanı başında bazen dallar görürdü ve bunu ifade edemezlerdi. kendilerini o dallarla aynı hâlde gördüler akislerinde: çünkü bunu ifade edememişlerdi.
    bu kışkırtıcı hâl ile hemhâl olan bir rastgele kalburüstü kişi ansızın meczup olacaktı. soranlara ''kaybolmadım, zaten kayıp imişim!'' diyecekti. bu enkazla koştu,
    ilk gördüğü ağaca yıkıl dedi ya da yıkılmış bir ağaç gördü. bölün ve küçül dedi ya da bölünmüş ve küçük bir ağacın yanına koşmuştu. bir yanın incelsin ve diğer yanın
    yuvarlatılsın dedi ya da bu kısmı biliyorsunuz. soranlara ''kaybolmadım, zaten kayıp imişim!'' diyordu.
    sonra bu enkazla döndü lifli bitkilere koştu, onlardan lif elde etti. onları ıslattı, sarmallaştırdı; ince ve sert olana kadar. sonra ağaç ve lifi birbirine kattı:
    ifade edememeyi ve ifade edememeyi ifade edebilmeyi birbirine bağladı! bu enkazla icadına sarıldı ve hem de vurmaya başladı. sincap 'enstrüman' diyebildi.

    kritik düşünme üzerine bazı eksiklikleri vardır her ağacın: ifade edememek gibi. işte kalburüstü meczup, onu zemin edinmeyi icat etmiştir.
    ifade edemeyen üzerinden ifadelerde bulunmuştur. işte bu, dağınık varoluş kimliklerinin yapboz analojisini benimsemesidir: nasıl ki parçalar büyük resim uğruna birbirlerine dikta edilmeyi göze almışsa.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  3. kedilerin; dökülüp de hafif rüzgarda uçuşan yaprakların peşinden koştuğu güzel bir sonbahar gününde taşınmıştı bu şehre. her şey tamamdı. açıldığında yatak olan iki çekyat, üzerine çaydanlık bırakılıp izi kalan halı, iç içe geçmiş her biri birbirinden küçük sehpalar, 55 ekran arçelik açma kapama düğmesi bozuk bu yüzden kalem ile açılan tüplü televizyon, satıcının " kitap mı okuyorsun delikanlı " diyerek şaşırıp; bedavaya verdiği kitaplık. iyi fiyata satın aldım dediği buzdolabı, annesinin memleketten gönderdiği üç beş tabak, kaşık. artık yorulmuşdu, biraz uyudu. uyandığında acıkmıştı. yağ ve küf kokan apartman boşluğunun kokusunu içine çekerek markete gitti. ilk alışverişini yapmaya başladı. eve geldi. aldıklarını yeni sildiği dolaplara ve buzdolabına özenle yerleştirdi. çayı yerleştirirken şeker almadığını farketti. çayı şekersiz içiyordu ancak yeni arkadaşlar edinecekti. onlara "ben çayı şekersiz içiyorum siz de şekersiz için " diyemezdi ya. markete tekrar gitti ve şeker aldı.
    yaz gelmişti.
    çiğdem çitleyen çocukların sesine uyandı. artık o da "çiğdem" demeye alışmıştı. banyoya girdi ardından kahvaltı yapmak için mutfağa yöneldi. masanın üstünde açılmamış şeker paketini gördü. acı acı gülümsedi.
  4. duyduğu çığlıkla aniden sıçradı. rüya ile gerçek arasında ayırım yapmakta zorlanıyordu. kan ter içinde kalmış, ay ışığının duvara yansıttığı pencere silüetini görünce ferahlamıştı. tekrar yatmak için uzandığında, belli belirsiz bir ürperti kaplamıştı içini. sımsıkı tuttuğu çomakla dövülmüş yeni basmalı yorganını omzuna çekip uykuya dalmıştı.

    seher vaktiydi. bir çığlık daha göz bebeklerinin büyümesine neden olmuş, yattığı yataktan tavandaki tahtakurularının açtığı deliklere odaklanmıştı. bir anlık sessizliğin ardından tekrar bir vaveyla daha duyup, fişek gibi yataktan fırlamıştı. kapıyı açmaya çalıştığı sırada kapının kolu elinde kaldı. belli belirsiz söverek sağ tarafında bulunan antika denilebilecek kadar eski , masif cevizden oyma masanın kenarına fırlattı. hatice hala yatakta onu izlemkle yetinmiş, uyku sersemi olanlara bir anlam verememişti. kapıyı açmaya yöneldiği sırada açamayacağını farkedip, fırlattığı kapı kolunu aramak için masanın altına eğildi. kapının kolunu fevri bir hareketle alıp birden kalktığında, başını masaya vurdu. bir küfür daha savururken nihayet kapıyı açtı. koşar adımarla odaya doğru ilerledi. tam odaya girdiği sırada bayılan kızını güçlükle tutabilmişti. hatice de odaya girdiğinde gözlerine inanamayarak dizlerene vururken bir yandan da dudaklarını sıkmış, kızının başucuna oturarak saçlarını düzeltirken gözyaşlarına boğulmuştu. pencereden giren rüzgarın soğukluğu sadece odaya değil, ziya ve hatice'nin içine işlemişti. ziya soğukkanlılığını elinden bırakmıyordu.

    patlama sesi, sabahın sessizliğinde hemen hemen her evden duyuldu. ziya'nın evinin az ilerisinde ise nam-ı diğer zilli cevriye oturuyordu. kapıyı biri sertçe çalıyordu. üzerinde kırmızı saten bir sabahlık vardı. sabahlığı bağlamaya çalışırken ‘’ geldim geldim ‘’diye söylendikten sonra kapıyı açmıştı. kapıyı açtığında karşısında ayakta tir tir titreyen fadime'yi görünce elini göğsüne koyarak ;

    - kız hayrola, bu ne telaş sabahın köründe?

    - ayol sen duymadın mı patlama sesini ?

    - duymadım ayol ! ne patlaması ?

    - ziyaların evin ordan geldiydi ses dedi; telaşlı telaşlı.

    bunu duyan cevriye başını kapıdan çıkartıp, etraftaki kalabalığın, ziyaların eve doğru yöneldiğini görünce şaşırdı. içini bir kasvet aldı. fadime'ye bakarak;

    - kız ben sana demedim mi bu kızı götürmeyelim diye, dedi.

    - ayol zorla mı götürdüm üstüme iylik sağlık aa!

    - kesin biri gördü kesin ! lakin kim ? dedi. ellinin tersini diğer avucuna vurarak.

    - hem kötü mü yaptık şekerim ! ömrü hayatında sayemde taverna gördü.

    - mafolduk ayol mafaolduk, ziyayı bilmeyon mu vurdu kesin kızı.

    - ağzından yel alsın o senin hüsnükuruntun. bi kere bu devirde kolay mı öyle adam öldürmek !

    - ziya delidir deli bilmeyon. sen alamanyalardayken recep ilen tartıştıydı bu, bi tavuk için meydan dayağı atıverdiydi gözümün önünde zavallıya

    - tavuk yüzünden ?

    - ne sandıydın ? bahçeye girip bostanlarını delmiş diye candarmalık olduydular.

    - neyse üzerime bişeyler giyip geliyorum öğreniriz şimdi

    bu sırada sesleri duyan komşular belli belirsiz toplanıp, çınar ağacının dibinde renkli basmalı şalvarlarıyla çökmüş, fısır fısır merakla neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. hava yavaş yavaş aydınlanlamaya başlamıştı. köy eşrafının hatırı sayılır ihtiyar kesimi, patikadan inerken, ziya'nın eve bakıp kendi aralarında konuşuyorlardı. bu sırada cevriye ve fadime ağacın yanına doğru gelirken toplanan kalabalığın konuşmalarına kulak kesmiş fakat hala ne olduğunu bir türlü anlamamışlardı. etraftaki kalabalığın duymalarından çekinerek, çınarın dibinde;

    - kız fadime sahiden ziya vurdu mu dersin?

    - yandık yandık cevriye kesin vurdu kesin ! dedi telaşe memuru gibi.

    - yok yok bunlarda başka bir hal var. baksana ses soluk çıkmaz oldu.

    - başka ne olcek kız cevriye ? dedi. cevriye'nin yeni aldığı pabuçlarında da gözü kalmış baştan aşağı süzerek biraz da kıskanmıştı.

    diğer kadınların da bir gözü cevriye'nin üzerindeydi. köy halkı cevriye'nin almanya'da geçirdiği günlerde annesine aldığı televizyon kimsenin dilinden düşmemişti. liseye gittiği dönemlerde kıskançlıktan dolayı ayşe'ye meydan dayağı attığı için o zamandan bu yana adı zilli cevriye olmuş kendisi bir süre bu durumu hoş karşılamasa da bir süre sonra durumu kabullenmişti.

    hatice kızı için oldukça endişeleniyor bir yandanda ziya'nın getirdiği kolanyayla zeynebi ayıltmaya çalışıyorlardı. bir süre sonra zeynep ayıldı. hatice saçlarını sıvazlayarak zeyneb’e;

    - zeynebim noldu kuzum sana ? a kınalı kuzum benim. dedi

    - ... ( zeynep anlamsızca bakmış birşey söylememişti. )

    ziya hatice ile zeynebe bakarken yumruğunu sıkarak dudaklarını ısırdı. kızına doğru bakarak şöyle dedi ;

    - zeynebim hekimi haber salayım gelsin mi ? diye sordu.

    - buba möhüm deel tansiyonum düştü herhal, dedi ( annesini yüzüne bakarak)

    - çağırsın baban a kuzum benim ?

    - biraz dinleneyim bişicim kalmaz dedi.

    - hatce gız hatçe..?

    - ne var ziya ne var ?

    - zırlamayı kes de sekiye otutturalım kızı !

    ziya'yı asıl sinirlendiren hatice değil kızının düşüp bayıldığı sırada, pencereyi kapatırken gördüğü manzaraydı. düşünceli, şaşkın ve bir o kadarda kızgındı. böyle bir şeyi, yapacağı aklının ucuna gelmezdi. kızına yardım ettikten sonra hışımla odadan çıkarak dış kapıya yöneldi. sinirle dışarı çıktı. potinlerini hızla ayağına geçirdi. ziyaların eve yönelmiş, mahallenin ileri gelen kodoşları, ziya'nın bu sinirli halini görünce sus pus kesilmişti. ceketini sırtına atarak, bahçenin çitlerinde yaslanmış olan latayı alıp yola fırladı. adeta burnundan soluyor yokuşu hızla çıkıyordu. bunu gören fadime ve cevriye'nin beti benzi atmıştı. kapının sertçe vurulmasının ardından zeynep;

    - ana koş babamın elinden bi kaza çıkmadan yanına varalım, dedi.

    - dur kuzum dur! dedi. neler olduğunu anlamayan hatice kızına manasızca baktı.

    - hadi ana kalk dedi. ardından üzerine yeleğini alarak çıktılar

    - bubaaaa! bubaa! diye seslenmişti. durumun ciddiyetini anlayan hatice ise;

    - bey! beeey! diye seslense de ziya yokuşu çoktan aşmıştı.

    zeynep ile kapının önüne çıktıp, pabuçlarını giydikten sonra ziyayının peşine takılmışlardı. çınar altında konuşmalarını sürdüren zilli cevriye saçlarını savurarak caka atmaya çalışırken;

    - bak kız ben sana demedim mi? bunlarda başka bi hal var diye, dedi.

    - valla senden korkulur gız, şeytana pabucu ters giydirirsin sen, demiş zeynebi gördüğünde yüreğine su serpilmişti. merakları bir kat daha da artmış, olan biteni izlemekle yetinmişlerdi.

    fadime, zilli cevriyenin böbürlenmesine aldırmayıp, dağın eteğinde belli belirsiz sesleri gelen jandarmalara kulak kesmişti. bu sırada ziya saffetlerin eve gelmiş kalabalığa aldırmadan avazı çıktığı kadar ;

    - saffeeet ! saffeet! diye bağırıyor ve ekliyordu.

    -çık ulan hergele çıkta sana günü göstereyim, dedi, adeta gözü dömüş elindeki latayı savuruyordu.

    bunu duyan ev halkından saffet'in babası ve dedesi kapının önüne fırlamış bahçe çitinin ardından;

    - ne var ulan ! ne bağırıyon dürzü, dedi.

    - dürzü senin babandır ulan şerefsiz,dedi.

    saffet'in dedesi bastonunu havaya kaldırarak

    - seni kör olmayasıca gevur seni ! dedi

    - dinsiz imansız oğlun nerde deyom size ? diyerek üzerlerine yürüyen ziya'yı köy halkı zar zor tutabilmişti. kızı ve karısı ziya'nın yanına gelmiş sakinleştirmeye çalışıyorlardı ziya'yı köy halkının engellemesini fırsat bilen saffet'in babası ve dedesi ise ziya'nın üzerine yürümeye başlamıştı. ziya okkalı bir tokattan son anda kurtulmuş daha da sinirlenmişti. jandarmalar çok geçmeden geldi. kalabalık birden dağıldı. ziya gelen jandarmalar ile birlikte biraz olsun sakinledi. jandarmalar ziya'dan bilgi alıyorlardı. bu sırada askerler belli yerlere dağılarak bir taşkınlık daha olmaması için yerlerini alıyorlardı. komutan çantasından çıkardığı dosyaya ziya'nın anlattıklarını yazarak not aldıktan sonra olay yerine gitmişlerdi. bu sırada ziya'nın anlattıklarını bölerek;

    - saffetlerle bir hasımlığın var belli ki münakaşa ettiğinize göre ? diye sordu

    - karşı komşu dün değil evvelki gün, bizim semeri almış eşşeğin sırtında gördüydüm, dedi.

    yutkunmasına müsaade etmeden komutan sordu

    - sonra..

    - sonra geceleyin bende eşşeğin sırtından semeri söküp bizimkinin sırtına taktım

    - ee senin olduğunu nerden biliyorsun ?

    - sarı püsküllüydü 20 yıllık baba yadigarı semeri tanımam mı ?

    - peki gürültüyü duymadın mı ?

    - kızım duymuş ben dün çapaya gittiydim. yorgunluktan kızın çığlına uyandım

    - makinalı tüfekle vurulmuş dedi, yılların verdiği tecrübeye dayanarak.

    komutan elindeki telsiz ile karakola haber verdikten sonra yaverine dönerek saffet'i tevkif etmelerini emretti. yaveri bir hışımla elindeki tüfeği sırtına asarak diğer komutana haber vermişdi. etrafa göz gezdirerek geliyordu. olay yerine geldiğinde ziya ile komutanın konuşmalarını fırsat bilip bir sigara çıkartıp yakmıştı. önünde alnından vurulmuş eşşeği inceliyordu.üzülerek etrafına bakınıyordu. tebessüm etmesine neden olan şey tüm ağırlığını tarlaya teslim eden inek hiçbirşeyden habersiz önündeki samanı yiyor, ahırdan gelen beyaz küheylanın kişnemesi ona köyünün güzelliklerini anımsatıyordu. iç çekerken gözleri parlamıştı tezkeresine az kalmış derin bir nefes almıştı. tam bu sırada saffeti tevkif etmek için giden birlik geri dönüyordu. komutan tarafları anlaşmaları için ikna etmeye çalışmış fakat edememişti. karakola gittiler. ardından ifade almak için bir bir çağırıldılar. ifade sırası saffete gelmiş, komutan şöyle demişti;

    - zararı karşılamayı kabul edersen senin için iyi olur

    - neden vercekmişim vermiyom gari !

    - yaptığın yasalara aykırı bunu biliyorsun !

    - biliyom amma oda benim gevur inadımı bilmeyo ! benle uğraşma dediydim ona !

    ifadesini alırken komutanın yaveri karakolun girişindeki ifade odasında konuşmalarına şahit olmuştu. kapının önünde pür dikkat dinliyordu. bu sırada manalı manalı gülümseyip yanındaki arkadaşına bakarak şöyle demişti;

    - eşşeğe altın semer vursalar eşşek yine eşşek

    - ne mırıldanıyon kasım

    - yok bişey, yok bişey sen söyle bakalım şafak kaç ?

    - şafak karanlık be kasım 112 senin kaç ?

    - 18

    - bitmiş gari ne kalmış şurda

    - bitti ya çok şükür bitti. dedi.

    ailesini düşünmeye başlayan kasım, burnunda tüten köyünün kokusunu almış uzaklara, köyüne, evine, çocukluğuna dönüp gitmişti.
    sdrex
  5. esintili bir hava vardı. yan tarafta trafik olanca hızıyla akıyordu. şehrin kurtarılmış bölgesi gibi duran sakinliğin yoğun olduğu bu küçük de sayılmayan parkta oturuyordu. aya doğru bakmaya başladı. köyünü hatırladı, köyde olsaydı ayışığı her yeri aydınlatırdı ama şehirde öyle değildi. şehrin görkemli ışıklarından ayışığı anlaşılamıyordu. ayışığının olduğu geceleri çok severdi balkonda otururlardı ailece. iskelenin altına odun almaya ğittiğinde daha kolay odun alırdı. köydeki ailesini özlemişdi.
    " yarın pazar ve ben yine akşama kadar yatacağım" diye mırıldandı kendi kendine. parktaki diğer iki kişiye bakınmaya başladı : üniformasından özel güvenlik görevlisi olduğu anlaşılan otuz yaşlarında bir adam, somurtkan şekilde trafiğe bakıyordu. ne kadar somurtkandı. acı acı gülümsedi işdeki arkadaşının " bi yüzün gülsün be dostum " sözlerini hatırladı. biraz ötedeki bankta kırk yaş civarında güzel yüzüne ağlamaklı bir hal düşen kadına baktı tam karşısında bulunan boş basketbol sahasına bakıyordu. ve beklenen oldu ağlamaya başladı. güvenlik görevlisinin arka çaprazında duyamayacak kadar uzakta olduğu için adam duymadı. biraz daha oturdu parkta. bu arada adam da ağlamaya başladı. onlardan cesaret ve ilham alarak dökülmeye başladı o da. yerinden kalktı, üç dört dakikalık yolda olan sitedeki evine gitti. iki seneden beri yapılmayan asansörün yanındaki aynada haline baktı.

    kapı çalıyordu. hep hafif olan uykusundan uyandı. kimseye söz vermemişti, aidat ödenmişti, adresini şehirdeki hiçbir arkadaşı bilmiyordu. elini yüzünü hemen yıkadıktan sonra kapıyı açtı. dün gece parkta gördüğü kadın elindeki poğaça tabağını uzattı. "afiyet olsun" dedi gülümseyerek. teşekkür etti. kapıyı kapattı. hemen kapı deliğinden baktı; kadın karşı daireye girdi. gülümsedi kendi kendine.
    poğaça ile kahvaltı yaptı. yarın pazartesiydi. hava kararmaya başlamıştı. ütülenecek kıyafetlerini ütücüye götürmeliydi. hazırlandı ve binadan çıktı, sitenin çıkışına vardı. güvenlik görevlisini gördü. dün geceki adamdı. acı acı gülümsedi.
  6. vapurdan…

    böyle güneşli günlerde alışılageldiği üzere güverte kalabalık. şurada merdivenin yanındaki sırada oturan yaşlı adamı tanıyorum. belki yüzlerce kez gördüm onu bu hatta. zaten o da yılların alışkanlığıyla bakıyor etrafına. kafasının içinden geçen: “nerede o eski istanbul?” seslerini buradan duyabiliyorum. yanındaki genç adam da duymuş olacak ki göz göze gelirsek bir sohbet açılır korkusuyla kaçırıyor bakışlarını. yaşlı adamın karşısındaki sırada -belki de yanındaki demeliyim, peki o zaman aradaki boşluğu nasıl ifade edeceğim?- küçük bir çocuk, dedesinin kolunun altında, her şeyi merak ederek ve dikkatle inceleyerek (ah, o çocuk telaşı, neşesi, öğrenme arzusu…) üstelik hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan sorular soruyor. dedesi de torununun ilgisine sevinsin mi, soruların bazılarını yanıtlayamadığına utansın mı, bu zehir gibi oğlanın kendi torunu olmasının gururunu -şu hiç tanımadığı yaşlı adama mesela- ona buna anlatsın mı yoksa çocuğun oldukça yüksek sesle sorduğu her sorunun ardından kendine yönelen bakışlardan sıkılsın mı karar veremez halde. günleri güzel geçecek gibi… hemen yanlarında oturan şişman, yalnız ve sinirli adamın aksine… arkalarında oturan beş genç de hallerinden memnun gözüküyorlar. en azından güvertedeki herkesi onları dinlemeye mecbur bırakan sesleriyle attıkları şen kahkahaları duyanlar böyle düşünüyor olabilir ama her birinin içinde tarif edemediği kederler, nedenini bile bilmediği gedikler var. zamane… kenarda ayakta duran çift ise -herkese sırtlarını dönmelerinden de belli değil mi?- ne sesleri işitiyor, ne insanların yüzlerindeki acıyı, telaşı, kaygıyı görüyor ne de başka herhangi bir şeyi umursamaları gerektiğini düşünüyorlar. onlar için en önemli şey birbirlerinin avuçlarında terleyen elleri… güvertenin yan tarafında herkesi görebilecek şekilde oturmuş genç kız içinse -hani şu sonradan nefes nefese gelen- durum biraz farklı. o herkesi tek tek ve büyük bir dikkatle inceliyor. yüzlerini, oturuşlarını, konuşmalarını… o kız yaşlı adamın da, şişman adamın da, gençlerin de farkında. hatta yanındaki kendinden daha genç adama hararetle bir şeyler anlatan orta yaşlı, kıvırcık saçlı adamı o benden önce gördü. kırık kolunu alçının askısından çıkartarak anlattıklarını desteklemeye çalışan genç-ergen delikanlıyı da benden çok önemsedi.

    burada, bu vapurun güvertesinde, birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan, hatta diğerinin varlığından habersiz bu insanların en somut ortak yönü benim! benim bir köşeden onları izlediğimin ve aslında onlar hakkında ne çok şey bildiğimin farkında bile olmamaları… yönetmen olmaya heveslenen şu yeniyetme de farkında değil varlığımın, vakur durmaya çalışsa da güzel gözlerinin dolu dolu oluşunu gizleyemeyen kadın da… onu daha vapura binmeden gördüm, iskelede. o zaman da doluydu gözleri ama karşısındaki adam bile görmedi bunu. arkasını döndü ve gitti, öylece… kadınsa kaldı iskelede, hâlâ orada bekliyor bir yanı. bir yanı o adamla gitti.

    her biri için birçok şey söylenebilir şüphesiz, herkesin ayrı bir hikâyesi var. diğerleri belki başka sefere… benim kahramanım şu kız, hani nefes nefese gelen, herkesi inceleyip duran meraklı taze (bu deyimi de orta yaşlı bir hanımdan öğrendim, kızına söylüyordu). herkesi inceleyip duruyor bir yandan, bir yandan da kocaman çantasından çıkardığı küçücük defterine bir şeyler yazıyor. defterin kapağında da bir vapur resmi… besbelli bir deniz aşığı bu kız, durup durup derin bir nefes çekiyor denize bakarak, “iyi ki yaşıyorum” der gibi… göz göze geldik! kafasının içindeki soru işaretlerini görebiliyorum, bir sürü çentik de cabası… diğer yandan gözleri ışıldıyor, gözleri denizde; gözlerinde umut, yaşam arzusu, o açlık, gençlik heyecanı, hevesler… notlarında neler var kim bilir?

    yine uzun uzun etrafı seyretti, çevirdi sayfayı, bir şeyler yazmaya başladı “tabii ya” der gibi…

    “yıllarca deniz deyince, vapur deyince martılar geldi aklıma. denizin üzerinde beyaz köpükler gibi duruşları, sonra o uçsuz mavilik üzerinde salınmaları… oysa şimdi, yani işe her gün vapurla gitmeye başladığımdan beri, anladım ki asıl deniz kuşu karabataklar! karabataklar evet! çoğumuzun çoğu kez farkına bile varmadığımız kuşlar, su kuşları, deniz kuşları. hani şu dalgakıranlarda, kayalıklarda, deniz fenerlerinde yan yana -asker gibi- dizilip denizi, vapurları seyreden kuşlar. siz de onları seyretmeye başlayınca görürsünüz o kayalarda, dalgakıranlarda kanatlarını açıp öylece durdukları vakur hallerini. ama onlara gerçek deniz kuşu dememim nedeni başka… martılar hep denizin üzerindedir değil mi? vapurların peşindedirler hep çığlık çığlığa… yani insanlara gösterirler kendilerini mutlaka. karabataklarınsa böyle bir derdi yoktur, onlar denizin içindedir. tam içinde! karabataklar nasıl öter düşünen var mı ki? merak eden… bazen dalarlar dibe, uzunca bir süre sonra bambaşka bir yerden çıkarlar. üzerinde değil, içinde, tam içinde, bata çıka… ve hep temas halindedirler denizle. insanların atacağı simitleri umursamazlar, onlara ihtiyaçları yoktur, onlar için gösteri yapmazlar… deniz ve onun verdikleriyle yetinirler. burada, bu vapurun bir köşesine konmuş martı gibi insanları izlemez onlar, belki onlar da insanların farkında değillerdir… bütün bunlar bir yana, karabataklar uçarken bile kanatları suya değer! bir şeyi sevmek bu olsa gerek…”

    benim kahramanımın kahramanı ben değilmişim demek… burada beni fark eden tek insan, belki de haklı… belki bir deniz kuşu falan değilim ben, belki sadece bir vakanüvis…
  7. zor şeymiş insanın geçmişini ayıklamaya çalışması. bunca şey attım, atıyorum da hâlâ ama bitmiyor. ne çok şey varmış unutmak istediğim. peki, bunların hepsinden uzaklaşınca bitecek mi? kurtulacak mıyım? rahatlayacak mıyım? her neyse… en azından gözümün önünde kalabalık edip sinirlerimi bozmayacaklar. hem atalarımızın dediğine göre gözden uzak olanın unutulması kolay olurmuş… neyse ki unutmak gibi müthiş bir meziyetimiz var insanoğlu olarak! ve iyi ki şu hiçbir şeyi unutamayan hafızalardan birine sahip değilim. atlatabilirim biliyorum… ben neleri unutmuş kadınım…

    işte unuttuğum bir kutu daha mesela.

    mektuplar mı?

    ben yazmışım.

    göndermemişim…


    ***

    … temmuz

    dalgalar vuruyor kıyıya. kaçışan insanlar, çığlık çığlığa sevinen çocuklar… şimdi sen olsan gözlerinin içi parlayarak, için için, içten içten gülerek bakardın onlara, dalgalardan kaçan telaşlarıyla alay edercesine… el ele yürüyen insanlar geçiyor önümden, dalgalara aldırmıyor gibi görünerek. ama üzerlerine sıçrasa sular birbirlerine sarılıp kaçacak, kendilerine küçük sevinçler yaratacaklar. biz de yürüdük seninle el ele, deniz kıyısında değildi, ağaçlı bir yoldu. ama biz sahip çıkamadık o ellere… çıkamazdık! çünkü bizim ellerimiz sevgiyle, aşkla, umutla birleşmemişti. birleşemedi! yanlış yer, yanlış zaman falan filan… şimdi sen olsan yine öyküler anlatırdın bana, hiç yaşanmayacak… ben senin anlattıklarından çok sesini dinlerdim, beni alıp götüren… bir şey var sesinde, tarif edemiyorum. hâlbuki her şeye bir kılıf uydurmakta üstüme yoktur. senin sesin bir şey gibi… deniz gibi mesela, gerçekten duymak için dikkat kesilmen gerekir. eğilmen, yakınlaşman… (bence insanlara yakınlaşmak için böyle alçaktan sesin.) ya da bulut gibi, evet bir yağmur bulutu. bir yandan yumuşacık, bir yandan yüklü… bilmiyorum bir şey gibi işte…

    gemiler geçiyor boğaz’dan, vapurlar, feribotlar, balıkçı tekneleri… benim de olsa bir teknem, açılsam… senden de ondan da uzağa… her gün içimi acıtıyorum… her gün pişman oluyorum… senden uzakta duramamamı sağlayan senin sesin…


    ***

    unutmak gibi bir meziyetimiz var, evet ama hatırlamak gibi bir zaafımız da var, ne yazık! nereden çıktı şimdi bunlar? atsana bakmadan, ne vardı okuyacak? insan zihni ne garip… nasıl da ötelere, ücra köşelere atıyoruz istediğimiz zaman… nasıl da sökün ediveriyorlar ilk fırsatta… nasıl da önüne geçemiyoruz bu geçmişe dalıp gitmelerin…


    ***

    … eylül

    aşk değil bu, sevgi, bağlılık, tutku… hiçbiri değil bunların. yine yalnızım vapurda, yine aklıma sen geldin. şimdi birlikte olsak daha bir mavi olacaktı deniz, insanlar daha gülümsetici. hâlbuki şimdi hemen hepsinin yüzü asık. haliyle benim de… içten içe onlar hakkında hikâyeler uydurup gülümsemem rahatsız ederdi şimdi onları. yine de hepsine bir hikâye yazabilirim. mesela karşımda oturan kız. elinde bir tabla var, resim çizmek için. sarışın, mavi gözlü, bebek gibi bir kız… öyle de masum duruyor ki bu haliyle… beni süzüyor sürekli, ne yazıyor ki bu kız dercesine… yanımdaki adam da okumaya çalışıyor yazdıklarımı.

    ama ben önlemimi aldım çoktan… kız yetenek sınavına girecek, belli. yüzünde neyle karşılaşacağını bilmemenin gerginliği ve saire… ama onun hikâyesini kendine bırakıyorum.


    ***

    herkesin hikâyesini kendine bırakıp çekip gittim sonunda. ne oldu? onlar da yine çıkıp geldiler işte! hâlbuki arkada bırakmayı öğreniyordum, beceriyordum yavaş yavaş… ah, nasıl özlüyorum her gün baktığım denizi, her gün bindiğim vapurları…

    ne güzeldir vapurlar… ne güzeldi… bakıp bakıp dalmalar, susmalar… söyleyeceklerinin etrafından dolaşmalar… her söze bambaşka anlamlar yüklemeler… gizlemeler…


    ***

    … ekim

    böyle içimi görüyor gibi bakmasaydın bu kadar korkmazdım seninle olmaktan belki de… tabii tüm cazibeni kaybedebilirdin öyle olsaydı. derin derin, sıcak sıcak bakıyorsun ya… en ufak bir mimiğimi bile kaçırmıyorsun hani. yüzüne hemen o “işte bu” bakışı yerleşiyor. işte o kıvrım diyorsun, işte o gülümseme, işte o aynı umursamaz eda… o anlarda -şairin dediği gibi- bir tek bizim bakışlarımız sarmaş dolaş oluyor. ve ben öyle çok korkuyorum ki böyle zamanlarda… bizden yayılan o “elektriği” başkaları da görüyor mu diye de merak ediyorum bir yandan…


    ***

    tamam, kapat işte, okuma kalanını… ne faydası var sanki? bunları yazıp durmanın da bir faydası olmamıştı. kendi kendine yazdın durdun, kendin okudun sade… şimdi buna da gerek yok artık, geçti… bitti… bitsin artık…


    ***

    … ekim

    devasa bir gemiye yol vermek için biraz eğlendi bizim vapur yine. ben de yine bakakaldım o koca kütlenin arkasından. bunun gibi nicelerini taşıyor bu deniz! vay be! ben de olsam o bilmediğim sulara doğru giden bir gemide… gerçi alışkın olunan sularda gitmek de güzel. bu suların her saatini bilmek. her anının ayrı ayrı güzelliklerini fark etmek… ama ne yapayım bilmediğim sular, bilmediğim hayatlar çekiyor beni… bildiklerimi seviyorum ama bilmediklerimi arzuluyorum. seni de öğrendim artık ama hâlâ şaşırtabiliyor, gülümsetebiliyorsun beni. “demek ki bitmemiş” diyorum “var hâlâ öğrenecek şeyler”. işte bu kötü! bitmeliydi şimdiye kadar. bitirmeliydim! gel gör ki, bu aynı sulardaki gibi durum sende de. biliyorum, tahmin de ediyorum genelde ama hoşuma gidiyor işte o yeni ayrıntı. dudağımın kenarında -sevdiğin cinsten- bir gülümseme oluyor. ve sen bunların hepsinin farkında gibi duruyorsun hep. o kadar çok izliyorsun ki beni böyle düşündürüyorsun… belki de hiç farkında değilsin… ama fırsat buldukça yaptığın küçük tahliller doğru çıkıyor genelde. şaşırıyorum… “herkese mi böyle?” diye düşünüyorum… kafamın içinde bir sürü soru işareti… öyle dikkatlisin ki onları göreceğini sanıyorum bazen, ürküyorum. ürküyorum evet, hep tedirginim. tanıştığımız ilk andan beri. karşılaştığımız -o masada hani- ilk gün bile başka bir şey var demiştim. elinde sigara alaycı gülüşlerini anımsıyorum… bir de tabi yakın durmak için alçaktan aldığın sesin… inandığın şeyleri bağıra bağıra söylerken insanları inandırmak için yanına çağıran bir ses… denizin yeşili güzel, esinti bir hoş, saçlarım uçuşuyor… sen belki de kızgın güneş altındasın…


    ***

    bunca zaman... yaşanan onca şey… buna rağmen her şeyin bu kadar taze kalması…

    daha neler… bir anlık bir şey işte… böyle melodramlar filmlerde falan olur ancak! üstelik kötü senaryolardır genelde… sen böyle bir insan değilsin, saçmalama…

    güzel, samimi duygulardı gerçi. içim ısınırdı konuştukça. yüzüm gülerdi…


    ***


    kızgınım sana! beni durup durup böyle altüst etmeye ne hakkın var? gerçi bu seninle ilgili değil aslında. asıl önemli olan benim neden senin her hareketini bu kadar önemsiyor oluşum! hiçbir şeyim değilsin ki benim! hiçbir zaman olmadın! arkadaşım bile değilsin… sevmiyorum da seni, âşık falan da değilim. deli gibi arzulamıyorum da… neden bilmiyorum, bir şekilde iyi geliyorsun işte bana. yanında iyi hissediyorum, rahat hissediyorum ve çok güzel hissediyorum… çünkü öyle bakıyorsun bana; “çok güzelsin” diyorsun bakarken, “çok istiyorum seni” diyorsun bazen, “çok özlüyorum”, “hep böyle yanımda olsan keşke” diyorsun… sürekli konuşuyor gözlerin. belki de ben yüklüyorum bu anlamları, belki bir yanılsama yalnızca. belki senin tek dediğin… evet, geçiyor bunlar da aklımdan ama tamamlamak istemiyorum böyle cümleleri…

    hâlbuki biz seninle güzeldik!
  8. bu kadar yüksekten bakınca ne kadar küçük duruyorlar. uzaktan dinleyince de sanki arı vızıltısını andırıyor sesleri. şu kocaman eşek arılarınınkini ama. arada kornaya yüklenenler iyi kötü bir şekilde doğal bir şeye benzettiğim sesi bozuyorlar. hayal kurmak da yasak zaten. iki dakika ayrılamıyorsun şu yerden. ama az kaldı. akan lavlar gibi gidiyor farlarındaki ışıklar. ve maalesef geceyi kirletmekten başka işe yaramıyorlar. yarasalar her şey çok farklı olurdu. gökyüzü... bu kadar yüksekten bakınca ne kadar güzel. hep bakmaya çalışırdım da bir cadde kalınlığındaki boşluklardan görebildiğimi ancak görürdüm. hep burada mı otursam acaba. güzel olabilir belki. çok uzağım her şeyden. özellikle yaşama çok uzağım. tuhaf. uzun zamandır hiç bu kadar yaşıyor hissetmemiştim halbuki. haftalar önce ölen bir insan için iddialı bir söz. haftalar önce ölen, en sevdiğiyle birlikte tüm yaşama sevincini o arabanın altında bırakan bir insan için. sinirlenmekte haksızım belki de. ömrümü onlar daha hızlı gitsin diye çalışarak geçirdim. yavaş gitmedi, durmadı ya da duramadı diye sinirlenmem ne kadar doğru bilmiyorum. ama ne olursa olsun buradayım işte. önümde gördüğüm uçsuz bucaksız manzaraya beni bağlayan hiçbir şey yok. böyle bitirmesem mi acaba? çok dikkat çekerim şimdi. ya da boşver ne olmuş yani. öldükten sonra bile olsa on beş dakikalığına ünlü olurum fena mı. sanırım ünsüz olmaya daha fazla dayanamıyorum ben. hadi biraz renklendireyim günümü. umarım yüzümde gülümseme kalmaz yerde yatarken. ergenlere gün doğar şimdi. son saniyesinde bile gülmek falan diye edebiyat yaparlar. inadına somurtmam lazım. beni bilen biliyor zaten. hayatı boyunca gülmüş insanın son anında da gülmesi şart mı? ölürken şarkı söylemiyorum diye hayat boyu söylemedim mi hiçbir şey? ellerim onunkileri tutmuyor diye şu anda, ilk fırsatta bıraktım mı sanki? saçma anlamlar yüklemeyin. neyse ben gidiyorum. veda mektubu falan bırakmıyorum. herkes biliyor neden gittiğimi ne de olsa. hem “son sözler, yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir” dememiş miydi karl marx? o kadar da boş sözler söylemedim diye tahmin ediyorum. neyse ben gidiyorum artık benden bu kadar. artan yemeğimi verdim diye iş yerime kadar benimle gelen bir köpek vardı geçen gün. görürseniz selam söyleyin. beni seven kalmışsa bir o kalmıştır. söylemezseniz de canınız sağolsun.
    jimi
  9. Ölümsüzlük virüsü adında fantastik bir örneğiyle katılmak istiyorum bu listeye.
    hikayenin özeti şu şekildedir:
    "Borobudur tapınağının gizeminin peşinde koşturan bir Arkeolog ve bir Buda rahibinin başından geçen, tüm dünyayı kasıp kavurup insanlığın sonunu bir kez daha getiren bir gizemin öyküsü."