1. söylenişi zor olduğu için türkiye'de gelişemeyen akım.

    (bkz: edmund husserl) 'ın fenomen kavramından yola çıkan akımdır. ona göre fenomen varlıkların "bireysel, toplumsal, duyusal, bilimsel veya dinsel" her türlü önbilgiyi yok sayarak sadece düşünce ile kavranan halleri, yani asıl varlıklar ve özleri. pozitivizm'de duyusal algılayış ön planda iken burada sadece düşünce yoluyla kavrama var. yani varlığın rengi, kokusu, dokunaklığı gibi konuları algı dışında bırakınca ortada sadece o varlık ne ise o kalır. öz varlığı varlık haline getiren, onu o yapan şeydir. zihinsel yolla kavranır.

    fenomen düşünce yoluyla görülenlerin özüdür. algıları sınırlı olan insan tarafından zihinde oluşturulan varlıktır.

    edmund husserl'a göre "bilinç, devinim ve nesnesine yönelim içinde bulunan bir varlıktır. bu nedenle bilinç, sadece bir ses ya da bir renk gibi duyusal özellikleri kavramakla yetinmez, aynı zamanda nesnelerin saf anlamlarını ve mantıksal özlerini de kavrayabilir."

    örnek vermek gerekirse insan dediğimizde aklımızda beliren şey kadın, erkek, yaşlı, genç, bebek, buğday tenli, beyaz tenli falan bir şey değildir. sadece "insan özü"'dür. işte fenomen böyle bir şey.
    abi
  2. 1907 yılında Husserl’in Göttingen Üniversitesi’nde verdiği dersler, fenomenolojinin temel varsayımlarını ve kavramlarını ortaya koymaktadır. Husserl’e göre, “Fenomenoloji görerek, aydınlatarak, anlam belirleyerek ve anlam ayrımı yaparak yol alır. Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, öğelerine ayırır. Kuramlaştırmaz, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram alamında hiçbir açıklamada bulunmaz”.

    Fenomenolojinin tarihini Platon’dan başlayan bir iz sürmeyle anlatmaya girişmek mümkün, ya da Hegel ile başlatılacak daha yakın tarihli bir açıklamasına girişilebilir. Ama, fenomenolojinin bir “disiplin” olarak kurucusu Edmund Husserl‘dir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel tıkanmanın içinde doğup gelişen bir “felsefe görüşü” ya da “felsefe akımı” olarak kaydetmek yerinde olur. Aslında, bu genel tıkanma, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımında karşılığını bulan, ekonomik olduğu kadar siyasal, ideolojik olduğu kadar kültürel değerlere ilişkin bütünsel bir bunalımın parçasıdır. Bilim, felsefe ve sanat da bu bunalımın unsurları olarak yer alır. Fenomenolojiyi Husserl’in “metodik” yaklaşımına indirgemek doğru olmayacaksa da, “felsefi bir yaklaşım” olarak formüle edilişi onun çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bir anlamda, söz konusu bunalıma bir karşılık verecek ve temelinde sarsılan uygarlığa “mutlak bir kesinlik sağlayacak felsefi yöntem arayışı” fenomenolojinin çıkış noktasıdır. Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, metafiziği sona erdirerek “somut yaşantıya dönmek” ve böylece tıkanmış olan felsefeye “yeni bir başlangıç sağlamak” iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

    Fenomenolojinin salt bir felsefe eğilimi olmaktan çıkıp bilimsel bir düşünce olarak öne sürülmesi ve bir yöntem olarak tarif edilerek bütün düşünce biçimlerini ve hatta sanatsal pratikleri etkileyen bir yön değişikliğinin kaynağı olması söz konusudur. Dil-dünya-bilinç ilişkisinin kavranışında radikal bir değişiklik getirmiştir çünkü beraberinde. Fenomenoloji, bir anlamda “insan bilincinin bilimi olarak sunulur”ken, zihnin işleyişini ortaya çıkarmayı ve zihnin derin yapılarını açık kılmayı hedefliyordu. Felsefi bir bilim, elbette; çünkü, tıpkı Kant’ın transandantal felsefesi gibi, esas olarak “her tür bilginin olanaklılık koşulları”nı araştırıyordu, yani aşkın bir araştırma söz konusuydu. Tekil bireylerin ampirik yaşantısındaki bilincin değil, evrensel bir bilinç açıklamasıdır bu araştırmanın konusu. Nedeni ise, fenomenolojinin temel iddiasıyla anlaşılabilir; fenomenoloji, bilincin yapılarını ortaya koyduğunda fenomenlerin kendilerini de ortaya koymuş olacağı iddiasındadır. Bilincin derin yapılarının açıklanması, saf algılayıştan şeylerin özüne varılmasının imkan kazanması demek olacaktır ki, bu da bilmenin mahiyetine ilişkin zihne yönelik kuşkunun aşılması anlamına gelecektir. Fenomenloji, tam da bu kuşkunun ortadan kaldırılması iddiasıyla felsefi bir kesinlik vaadi olarak ortaya çıkar.

    Fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir çünkü. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılır elbette. Ancak o yönde bir iddiayla geliştirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Öne sürülen yöntemsellik ile fenomenoloji kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da meydana getirir. Bu kavramlar ve yöntemsel yaklaşımı ile yirminci yüzyıl felsefesinde ve kuramsal tartışmalarında belirleyici bir rol oynamıştır. Heidegger’den Sartre’a, Frankfurt Okulu’ndan Foucault’a ve postmodern düşünürler olarak adlandırılan pek çok düşünür ve felsefe eğilimde etkisi görülür.

    Fenomonoloji, (“görüngübilim” olarak çevriliyor) genel felsefe akımlarında olduğu gibi özne-nesne ilişkisini konu edinir. Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şeyler olarak görmesiyle pozitivizm ve ampirizmle benzer bir eğilim içinde görünür. Ancak bu görünüş esas itibariyle yanıltıcıdır, çünkü Husserlci fenomenolojinin ayırıcı noktası özün bilgisine ulaşma iddiasıdır ve nesnelerinin özlerinin bilgisine ulaşmanın yolu da gözlem ya da deney değil akıldır. Klasik felsefede rasyonalizm ile ampirizm arasındaki çatışmayı aşacak bir yönde ilerlemeye çalışır Husserl. Pozitivizme ve ampirizme Husserl’in karşı çıkışı en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda ortaya çıkar. Doğa yasalarını pozitivizmin kabul ettiği anlamda kabul etmez, doğa yasalarının belirli koşullar altındaki nesneler arası ilişkileri ifade ettiğini ve koşulların değişmesiyle ilişkilerin de değiştiğini ifade eder. Bu ifade, nesnelerin bilinçteki karşılıklarını “rastlantı” kavramı ile birlikte değerlendirir. Tek tek nesneler, fenomonolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Özün bilgisi bu anlamda doğa yasalarının ve nesneler arası ilişkilerin bilgisi değil, fiziksel dünyanın koşullarından bağımsız özsel olanın bilgisidir.

    Bu da ancak, bilinçteki varlıkları rastlantı kategorisiyle açıklanabilir olan nesnelerin biliçteki “tikel varlıkları itibariyle” ele alınıp incelenmesiyle olanaklıdır. Dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla fenomenoloji, doğayı ve dolayısıyla doğabilimini dışta bırakır. Bu yaklaşımın ampirizmin ve pozitivizmin teorik önermelerini yadsıdığı açık olsa gerek bu açıdan. Fenomonoloji, bu ifadelerden ortaya çıktığı üzere bir tür öz‘lerin araştırılması biçiminde ortaya çıkmaktadır; çünkü, bütün ontolojik ve epistemolojik sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi sorununa geri götürülebilir. Özsel bilgi arayışıyla ortaya çıkmış olsa da fenomenoloji esas olarak “öz’lerin bilimi” şeklinde anlaşılmamalıdır, “öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimi” demek daha yerinde olur. Algının ya da bilincin özü’nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin konusudur.

    Fenomonolojik bakışa göre, “gerçekliğin kendiliği” diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Nesnenin dış dünyadaki varlığı tartışmalı olabilir, ancak yöneltilmiş bilinçteki varlığı tartışmasız bir şekilde gerçektir. Tartışmasızlık burada, elbette fenomenolojik işlemin olabilirliği için zorunlu olan bir ön kabulün ifade edilmesidir. Yani kendisine yönelen bilinc tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir nesne. Yanı sıra dünya deneyimlerimizin tamamının bilinç tarafından kurulmuş olduğunu öne sürer bu yaklaşım, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Kartezyen düşüncenin uçlaştırılması ve mantıksal olarak derinleştirilerek bilimselleştirilmesi söz konusudur bir anlamda. Dünyanın varlığının ve dünya deneyimimizin bu yoldan bir Bilinç meselesine dönüştürülmesi, fenomenolojinin de bir bilimsel felsefe olarak Bilinç’in sistematik incelemesini şeklinde ortaya konulmasını getirir. Husserl böylece, çıkış ve hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden de uzak durur.

    Tam bu noktada “fenomenolojik indirgeme” denilen yöntemsel yaklaşımı dile getirmek yerinde olacaktır. Özün bilgisine ulaşma, fenomenolojik yönteme göre, iki tür indirgeme işlemi ile olanaklı olabilir. Hem dış dünyanın varlığı, hem de duyumsallığımız askıya alınır ya da daha yaygın ifadeyle paranteze alınır. Fenomenolojik yönteme bu anlamda “paranteze alma” da deniliyor. Nesneler arası ilişkiler ve nesnenin algılarımıza yansıyışı paranteze alınır.

    “Askıya alma” ve “fenomenolojik indirgeme” Husserlci yaklaşımın belirgin özellikleridir. Bunlar, kısaca, bir yandan verilmiş öğelerin, yani dış görünümlerin raslantılsallığının paranteze alınarak dışta bırakılmasını ve öte yandan da, isterse bilimsel ve mantıksal olsun ister sanatsal veyahut da dinsel, nesnenin kültürel anlamından çıkarılmasını, her tür yargılardan ve çıkarsamalardan arındırılmasını ifade ederler.

    Böylece, ikili bir işlemle hem özne hem de nesne askıya alınmış ve hem raslantısal olgular dünyasından hem de bilinci yönlendiren öznel yargılardan kurtulunmuş olunur. Bu yöntemsel yaklaşımın hedefi açık olsa gerek; rastlantısal dış görünümleri bir yana bırakılarak dünyanın ve yahut daha doğru bir deyişle nesenin öz’ünün ortaya konulması. Öznenin ve nesnenin bu paranteze alınışı ile nesnelerin bilinçteki varlıklarının özsel bilgilerine, özlerine ulaşılır ya da ulaşma olanağı oluşur. Husserlci fenomenolojinin Kartezyen düşünceye olan benzerliği bu noktalarda açıktır, ancak bir ayrım yapmak gerekirse bilince yansıyan nesnelerin özsel bilgilerine yani salt öze ulaşma iddiasını ve fenomenolojik indirgemeyi ifade etmek yerinde olur. Salt öz ’e ancak bir kaç paranteze alma işlemiyle varılabilecektir.

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/