1. insanların dayanma gücü ne zaman sınıra dayanacak merak ediyorum. her şey ama her şey %50 zamlanmış, sadece geçen haftadan bu yana.
    bazı ürünlerde bu %100. beğenmediğimiz kutu sütlerin bir litresi 14 lira, geçen hafta 6 liraydı. çiğ süt yaşadığım yerde 5 liraydı geçen hafta, şimdi 8 lira. bir hafta önce kilosu 65 lira olan tereyağı şimdi 95 lira.
    ameliyatlarda kullanılacak yurt dışı menşeli birçok malzemenin yurda girişi durmuş, yakında özellikle beyin ameliyatları, bazı ortopedi ameliyatları yapılamayacak deniyor.
    alakasız geçişi tamamlayayım hemen; whatsapp gruplarında kasada saklanan tuvalet kağıdı geyikleri dönüyor. millet gırgıra tam gaz devam.
    nereye gidiyoruz, anlamıyorum. millet hala laylaylom. avm'ler tıklım tıklım.
    aklıma vergileri sürekli arttıran padişahla veziri fıkrası geliyor.
    hani vergiler sürekli artar bir şey olmaz da, en sonunda halk soyunup teneke çalarak dans etmeye başlar ya, o zaman anlarlar ki, sınır geçilmiş, bizde de öyle olacak herhal.
    durumu nispeten iyi olan bizim gibiler de bunu ayan beyan hissediyorsa, başkaları, gerçek yoksul kesim, kirada oturanlar, onlar ne alemde?
    şu sokak röportajlarında "telefonunu göster" diyenlere ne zaman girecek (kafalarına) acaba bu olanlar?

    (buraya, aklıma gelen, kafamı meşgul eden ne varsa yazmak istiyorum. bir tür geleceğe notlar gibi.)
    hero
  2. ben de bulgaristan'ın türkiye sınırına yakın bir yerinde yaşasaydım, hafta sonu alışverişlerini hep edirne'den yapardım, üstüne en kral lokantada yemek yer, avm'lerinde gezer, gezilecek yerlerde tozar, hafta sonumu en ucuz ve en akıllı şekilde değerlendirirdim.
    hero
  3. deli yağmur yağıyor burada ve hava iyice soğudu. ama dedikleri gibi kar suyu değil bu. daha değil.
    hero
  4. kimsenin seni duymak istemediği bir yerde istediğin kadar bağırabilirsin. yazmak bağırmaktır.
    yazmak insanı özgürleştirir.
    bazen kalabalıklar içinde yapayalnızsınızdır, o zaman yazmak şart olur. yazmak insanı sağaltır. yazdıklarınızın illa anlamlı bir bütünlük oluşturması gerekmez. yazdıkça yalnızlığınız azalır, içiniz ısınır.
    sevmek nedir diye sorsanız, herkes ayrı ama benzer tanımlar verir. ben sevmek 'kıyamamaktır' derim. insan sevdiğine kıyamaz. acımak, acı hissetmek iyidir. hala hissedebilmektir, insan olmaktır.
    hero
  5. heror yazınca hemen bu başlık beliriyor ve bende her seferinde horror çağrışımı yapıyor, ilginç.
    toplantıdan az önce geldim. ilk işim hemen yaşlı kadın ve kedi öyküsünde ufak düzeltmeler yapmak oldu. öyküyü genel anlamda beğendiler. kadının iç sesi konusunda biraz kargaşa çıktı ki çıkmasını bekliyordum zaten. ayrıca tiftiklenmiş yeleğin çekiştirilmesi cümlesi gereksizmiş, çıkardım. bir arkadaş da, alzheimer (yazılışına sözlükten baktım, allah ezberletmesin.) hastalığını çok iyi bildiğini ve kadının en başta söylediği 'yaşlılık çok zor vesselam' cümlesinin mantıksız olduğunu ve az önce yemek yediğini unutacak kadar ilerlemiş bir 'alzheimer' hastasının yaşlı olduğunun da bilincinde olamayacağını söyledi. evet ama ben o konuda değişiklik yapmayacağım. söyledikleri doğru ama süreç herkeste aynı şekilde ilerlemiyor. ayrıca o değişiklik öykünün bütününde değişiklik demek. ayrıca bir öyküde kim bu kadar detaya takılır ki?
    ray bradbury okuyacağım bu hafta. Fahrenheit 451'i unuttum ya. ona tekrar bir bakayım.
    elimde güneşin altın elmaları kitabından, güneş ve gölge isimli öykü var. ama buraya aktaramıyorum hepinizin okuyabilmesi için. onun yerine pdf'in alındığı ana kaynak linkini bırakacağım. (ama ben buradan indirmedim, bana hazır geldi.)
    pdf indir
    hero
  6. ancak oturabildim, kısa bir mola olacak. pazarları tamamen işe ayrılan bir gün benim için. hem seviyorum hem sevmiyorum. geç uyandığım için seviyorum ama haftanın biriken bütün işlerini de pazara sıkıştırınca çok yorucu oluyor.
    gece uykusuzluklarım devam ediyor. insanın uykusu geldiği anda yatması gerek. az geçirdin mi, uyku tamamen siliniyor. yetersiz uyumak da ertesi günü rezil ediyor.
    tatile az kaldı. çok yorucu olacak yine ve sürekli kapanan ülkeler; avusturya, danimarka, hollanda.... bitmedi bu lanet salgın. biteceği de yok.
    bulunduğum yer salgında bir numaraymış, öyle konuşuluyor. sürekli dikkat edilse de bir yerde mutlaka açık veriliyor. ilk zamanlardaki gibi değil hiçbir şey. insanlar iyice bıktı. geçiren geçiriyor ve yine hiç değişiklik yapmadan hayatında, yaşayıp gidiyor. ben dahil insanlar korkmaktan vazgeçti gibi geliyor bana ve bu da en tehlikelisi.

    eski sözlüğün çöpünde bekleyen çok yazı var. ben aslında her yazdığımı bir dosyaya kaydetmiştim, başlarına bir şey gelse üzülmem. buraya geçiremiyorum o yazıları. hepsi okundu ya, gereksiz gibi geliyor. yeni içerik üretmek gerek. aslında şu anda hayatımda çok yer kaplayan işim dışında iki uğraşım daha var; almanca öğrenme mücadelesi ve öyküler. özellikle öyküde bir gelişme kaydettiğimi düşünüyorum -tabii yeterli değil-
    kişinin kendini ve yazdıklarını tekrarlaması kaçınılmaz gibi geliyor bana. ya da bende öyle oluyor diyelim. farklı kişiler ve yaşantılar üzerine yoğunlaşılabilir ama ne kadar gerçekçi olur bu. kişi kendi yaşanmışlıklarını aktarıyor yazdıklarına, kendinden uzaklaştıkça tuzağa düşmesi de daha kolay. günümüz yazarları ısmarlama çalışıyor bazen. ısmarlama çalışmasa da kendilerinden uzak olan konularda çok fazla destek alıyorlar. bunun için de hem para ödüyorlar hem de kitaplarının başında bu araştırmaları onlar için kim yaptıysa teşekkür ediyorlar. önsözlerde uzun teşekkür listeleri görmemiz bundan.

    çok fazla okuma yapmak gerek. bir arkadaşım, romana başladı, 'sinopsis'i hazır. günümüzde ve geçmişte yaşamış iki kişi üzerinden yazacak. özellikle geçmiş konusunda -kendi romanının geçtiği yer ve zaman konusunda-sürekli okuma yapıyor. belki de vazgeçer bilmiyorum. bu iş çok zor.

    aklıma benim hiç sevmediğim ve bu nedenle pek çok kişiyle 'papaz' olduğum için artık hiç konusunu açmadığım bir hoca yazar geldi: iskender pala. adam yazdıklarını öğretiyor zaten. neden olmasın deyip, belli bir yazma formülüyle takır takır yazıyor. onu okuyup sevenleri genellediğinizde başka yazarları okumayı reddettiklerini de göreceksiniz. ben onlara kafası kilitliler diyorum. adam resmen 'bir tarafın' okuma ihtiyacını karşılıyor. buna saygı duyarım, bu 'bir şey'dir çünkü.
    yine de en büyük eksiğimin çok genç yazarları izleyememek olduğunu düşünüyorum. bu genç insanların kitaplarını bastırma hikayelerini dinlemek isterdim. aslında en gencinden 60 yaşına kadar şu anda yaşayan ve kitapları basılmış yazarları listelemek gerek, kitapları hakkında kısa bilgiler vermek gerek, kitaplarının basılma hikayelerini derlemek gerek. bu bir tez konusu bile olabilir. dağınık dağınık şurada burada bilgiler var ama yetersiz.
    günümüzde genç bir yazarın kendisini tanıtmasının en kısa yolu, türkiye'deki saygın birkaç öykü ya da roman ödülünü kazanmasından geçiyor. örneğin sait faik ödülü. en son geçen yıl kim kazandı, bakayım da yazayım:
    67. 2021 şermin yaşar deli tarla
    66. 2020 ethem baran döngel dünya
    65. 2019 melisa kesmez nohut oda
    64. 2018 kemal varol sahiden hikaye
    63. 2017 pelin buzluk en eski yüz
    62. 2016 muzaffer kale güneş sepeti
    61. 2015 bora abdo bizi çağanoz diye biri öldürdü
    60. 2014 mahir ünsal eriş olduğu kadar güzeldik
    59. 2013 sine ergün bazen hayat
    58. ​ 2012 yalçın tosun peruk gibi hüzünlü
    57​. 2011 ahmet büke kumrunun gördüğü​
    56​. 2010 aslı erdoğan taş bina ve diğerleri​

    yine dayanamadım 2010'a kadar gittim. aslı erdoğan'ın dışındakileri tanımıyorum, okumadım, bilmiyorum. bu benim için ayıp aslında.
    ama yapılacak o kadar çok iş var ki, bu isimleri tanımak da ayrı bir iş.

    eeee, bu uzar da uzar. yazmaktan da sıkıldım. bu konu bitmedi, bitmez de. şimdilik bitsin.
    hero
  7. söze nereden başlamalıyım? içimdeki zehiri nasıl akıtabilirim? yazmak iyileşmektir. buna gerçekten inanmasam bu satırları yazmazdım. bu ayrı konu ve hele asla paylaşmazdım. kalırdı bir yerlerde, bir gün karşıma çıkar, güldürürdü beni ya da ağlatırdı ne bileyim.

    içime oturmuş kocaman bir taş var. (benzetmeler konusunda hiç iyi olmadım. bir de şu var; eğer siz, örneğin benim bir önceki cümlemi başkalarının yanında bir-iki defa söylerseniz, insanlar bunu allah'ın emri gibi kabulleniyorlar ve bunu yüzünüze çarpılan bir cümle olarak başkalarından duyduğunuzda hele benim gibi her konuda kendini suçlayan biriyseniz, kendinize 'oh olsun, sen bu cümleleri hakkettin, çeneni tutmadığın sürece başına gelecek her şey senin suçundur." demeye başlıyorsunuz.)

    insanlardan vazgeçtim. onlarla uğraşmıyorum, onları değiştirmeye falan da çalışmıyorum. idealist yapıdaki benim gibi insanlar için bunun tek çözümü insanları hayatınızdan çıkarmakla mümkün. çünkü sözler hep yanlış anlaşılıyor, kendinizi doğru anlatmak nasıl yorucu geliyor ve bıktırıcı. oysa benim işim insan yetiştirmek. bu aslında nasıl güzel. hele onlarla gerçekten ilgiliyseniz. bunu anlıyorlar da. bazen insana dair tek umudunuz onlar oluyor. hepsi değil belki -bu eşyanın tabiatına ters- ama yakaladığınız ışık parçaları sizi hayatı sürdürmeye ikna ediyor. (buradan işini sevmeden yapan herkese çok acıdığımı söylemek isterim. acımak benim ne haddime meselesi değil bu. yaşadıklarını ben yaşamış gibi hissediyorum, boşa geçmiş bütün o hayatlar için acı çekiyorum anlamında söylüyorum bunu. ve kendimle çeliştiğimin de farkındayım, hem insanları sevmemek hem de onlar için üzülmek. öyle değil işte. kafamda bir yer var. neden var bilmiyorum. bu 'yer' herkeste var aslında. ben gücüm yettiğince yararlı olmak istiyorum, var oluşumun, var olduğum dünyaya bir katkı sağlamasını istiyorum. bunun için seçtiğim meslek konusunda şükran doluyum.)

    yetişkinler konusu ise tam bir fiyasko. sanırım değil eminim şansla ilgili her şey. burası bile, buradaki insanlar, buradaki iletişim, okuduklarım, öğrendiklerim, her şey...

    yetişkinler konusu son yıllarda benim açımdan iyice acınası bir hale büründü. olumsuz giden her şey konusunda artık kafa yormayı bıraktım. terslik bende diyorum ve her şey halloluyor.

    'ayrık otu' olmak nedir diye sorsam, sözlüklere yazan herkesin verilecek bir cevabı vardır. çünkü buraya yazanların her biri bir ayrık otu.
    yaşadığı toplumla barışık, uyumlu bir bireyin sözlüklerde işi ne? gider instagramına, 'imrenilecek' hayatının karelerini paylaşır. bize kadeh kaldırır, kahkahalarını duyurur, özenli peynir tabağından 'prosciutto'sunu gösterir bize. gösterir dedim bakın, anlatmaz o, gösterir.

    o zaman ben de o ünlü repliğe bir katkı sunayım: hayatta iki çeşit insan vardır; anlatanlar ve gösterenler. hah ha. nasıl kolaylandı her şey. vah benim sınıfımın bu acınası 'duyargam'lığına. (işte tdk'de bulamayacağınız bir sözcük daha.)

    neyse ağlanmayı bırakıp neticeye mi geleyim hemen, yoksa biraz daha yuvarlandırayım mı?

    gene oldu, yine sustum, susmadım ama sustum. çünkü susmasam bir defteri daha kapatmam gerekecekti. ve ben henüz bitmesine karar vermemiştim.
    şimdilik üç hafta var. üç hafta uzun bir süre sayılır. söylenenler unutulmaz henüz ama bünye sağlıklıysa kabuğu da iyice kalınlaşır, sonra da kendiliğinden düşüverir.

    içim ferahladı mı biraz. biraz, evet. aslında 'not yet'. ne yazarsam yazayım boş gibi geliyor hep. kişinin kafasının içindekileri başkalarına aynı duygu bütünlüğüyle geçirmesi edebiyat aslında. edebiyatın başka türlü tanımlarından biri de bu. ama ben biliyorum ki, bizim o okuduğumuzda ya da izlediğimizde hayran olduğumuz, duygu geçişlerini neredeyse bire bir hissettiğimiz kahramanları yaratırken, sanatçılar da bunu kolayca yapmıyorlar. kimse yapamaz zaten. çok büyük bir emek ve çaba var işin işinde. yaşamdan akıp giden saatler var. ve dünyadaki en zor şeylerden biri de bir insanın başka bir insanı anlaması.

    canım attila ilhan. o iki dizede anlatabilmiş bunu. siz o muammer beyin yerine kafanızdan kim geçiyorsa onu koyun, ben kendimi koydum mesela:

    "demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey
    olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması"
    hero
  8. uzun süredir takık olduğum bir mevzu: süre, süreç.
    her şeyin birbirini takip ettiği ve bir nihayete erdiği süresel dizilimler.
    bir önceki yazımda insanları artık sevmediğimi yazmıştım. fikrimi değiştirmeyi o kadar çok istiyor(d)um ki.
    ben her gün belli bir saatte o gün olanları kafamdan geçiririm; etkileşimler, etkilenimler, okunanlar, söylenenler, yazılanlar, yapılanlar, yapılmayanlar, yapılamayanlar....
    bu öyle uzar gider.
    her gün düşünürüm, bugün bir güzellik oldu mu hayatımda diye.
    uzun süredir bu soruya verdiğim cevap neredeyse hep aynı: yok, cık, hiç, nich, not, nothing.
    kesinlikle benimle de alakalı. daha tahammülsüz olmamla, fazla ince fikirli olmamla, hayal gücümle, kurmalarımla, kurgularımla.
    insanlar azizim, onlara kendini anlatabilmek ama hislerini bire bir aktarırcasına hissettirebilmek...
    bu nasıl imkansız bir şeydir, nasıl, nasıl...
    insanın kendini en mutsuz hissettiği zamanların arasında dereceye oynayabilecek bir duygu vardır; haksızlığa uğramak ve kendini savunamamak.
    öyle acı ve acıklı bir şeydir ki bu, susar kalırsınız.
    hani hep yazılır, söylenir ya, bazı durumlarda gerekli cevabı veremediğimizde, kafamız hep o konuşmayı devam ettirir ve vereceğimiz olası cevapları sürekli kafamızda döndürür diye. işte bu durumun sonucu ve çözümü yok. kestirip atmak gerekiyor. ama insan çok gençken bunun ayırdına varamıyor, zaten o kadar güçlü ve korunaklı da olmuyoruz o zamanlarda.
    bence sadece çocukluğumuzdaki -şimdi bilinçaltımızda olan- travmalarımız değil, hatırladığımız zamanlardan da pek çok travmamız var ve -ne yazık ki- onları unutamıyoruz.
    insan ne zaman bunlar üzerinde düşünmekten vazgeçer?
    ne zaman?
    ne zaman gerçek anlamda 'olgunlaşır'?
    olgunlaşmak diye bir şey var mıdır?
    ben yine de 'aldırmama' eşiğinin zamanını merak ediyorum.
    belki de hiç bir zaman.
    belki nihai unutuşla, hayır ölüm değil kastım.
    ama 'sikerler eşiği' bence çok önemli bir eşik. ve herkesin atlayamayacağı bir eşik. ama vardır böyleleri, inanıyorum.
    biz bazı filmleri neden seviyoruz?
    o filmler bizi öyle bir noktadan yakalıyorlar ki, biz tam o anda orada anlatılanı bire bir algılıyor, bire bir hissediyoruz. bunu yaratanlar; yazarlar, yönetmenler, oyuncular....
    hayır 'sanat'ı var etmek için değil, 'sağalmak' için.
    uzun süredir bir filmi izlerken ağlamadım. ve ağlamaya çok ihtiyacım var.
    hero
  9. seni gerçekten sevmiştim youreads. sanırım 'edebi' anlamda epey üretken olduğum bir dönemdi buraya yazdığım zaman dilimi.
    artık kendimi buraya hevesle yazdığım zamanlardaki gibi 'hevesli' hissetmiyorum.
    süreç aleyhte işledi yani, hiç şaşırtmıyor. artık hiç şaşırmıyorum. bu nasıl kötü bir şey aslında.
    her şeyin bir 'akış'ta olduğu kesin. süreçler farklı olabilir ama hep aynı döngü:
    başlama, gidişat ve bitiş.
    buraya uğramaya devam edeceğim.
    hero
  10. uluslarası bir havaalanında uçağımın kalkış saatini bekliyorum bir yandan hayatı sorgulayarak.
    gerçi sorgulamakta takıldım. istemeden, kendiliğinden ağlıyorum.
    öyle çok ve öyle farklı acı çekme çeşitleri var ki. her acı kişiye özel.
    az önce kesik kesik ağlayan küçük oğlan benim onunkine benzer sesimi duyduğunda sustu.
    şimdi çıkan tek ses benim mırıltım.
    sağ kulağım iptal, çınlamanın yanısıra.
    ışık gözbebeklerimi deliyor, uyku açlığı ve yastığımın hasreti.
    bir insan bunu kendine neden yapar ve bir de delirirken oturur da bunları yazar?
    hem de hatasız olacak.
    keşke evde olsaydım.
    hero