• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.53)
la haine - mathieu kassovitz
paris’in gettolarında hararetli saatler yaşanmaktadır. grup halinde dolaşan yerel gençlerle, çevreyi kuşatan polisler arasında nefret dolu bakışlardan oluşan bir gerilim vardır. mahallenin gençlerinden abdel, polis soruşturması sırasında benzetildiği için hastanede ölüm döşeğinde yatmaktadır. gencin arkadaşları ise başıboş dolaşmaktadırlar. içlerinden biri vinz, abdel’in ölmesi durumunda bir polis vurmaya and içer.


  1. mathieu kassovitz'in 1995 yapımı, büyük ses getiren filmi. türkçe'ye "protesto" adıyla çevrilmiştir. insan hakları ve demokrasi konusunda her fırsatta dünyaya ders vermeye çalışan fransa'nın da aslında arka bahçesinde, banliyölerinde neler olup bittiğine dair çarpıcı bir yapımdır. özellikle ilk sahnesi çok vurucudur bu filmin.

    !---- spoiler ----!

    yüksek bir binanın tepesinden aşağı düşmekte olan bir adam kendine sürekli olarak tekrarlar:

    - buraya kadar her şey iyi gitti, buraya kadar her şey iyi gitti, buraya kadar her şey iyi gitti.

    derken ekran kararır ve bir çakılma sesi gelir.

    - önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.

    !---- spoiler ----!
  2. vincent, hubert ve sayid. fransa ghettolarında yaşayan üç genç, üç iyi arkadaş. vincent bir yahudi, sayid bir arap ve hubert de bir zenci. üç farklı ırk, üç farklı kültür. bu üç toplum uluslararası camiada birbirine girerken, bu üçlü nasıl çok iyi arkadaş kalabiliyorlar? cevabı basit aslında: ortak nefret ve fakirlik. bu iki kavram onları bir araya getiriyor ve kaynaştırıyor.

    filmi izlemediyseniz okumayın. bu film mutlaka izlenip, üzerine düşünülmesi, tartışılması gereken bir film. bunları söylerek:

    şimdi şöyle başlayalım. paris ghettolarında olaylar oluyor bir gün. sıradan bir protesto. göstericiler araba yakıyor, kaldırımlara, duraklara, dükkanlara.. kısacası sağa sola zarar veriyorlar. polisle çatışıyorlar. ancak bu olaylar sırasında sıra dışı bir şey oluyor. polislerden birinin silahı olaylar sırasında kayboluyor, daha doğrusu çalınıyor. şimdi olayların ertesi günündeyiz. bu filmdeki bütün yaşananlar bir gün içerisinde geçiyor. 19 saat. vinz(vincent), sayid ve hubert ile tanışıyoruz. silahın aslında vinz'de olduğunu öğreniyoruz. bu üçlünün yakın bir arkadaşı polis kurşunu yüzünden komaya girmiş. vinz yemin ediyor, "eğer o ölürse ben de bir polisi öldüreceğim." bir yandan ben çehov'un silahıyım, filmin bir yerinde ateşleneceğim diye bağıran vinz'in silahı, bir yandan gün içerisinde komadaki çocuğun durumundaki değişiklikler, üçlünün sürekli polislerle karşılaşması(silah hep vinz'in üzerinde), ve bunun gibi birçok element filmin gerilim dozunu acayip yükseltiyor.

    şimdi filmle ilgili en çok şu eleştiriyi okudum: "filmde hiçbir şey olmuyor. üç tane serseri paris'te turluyor, konuşuyor, polislerden kaçıyor ve aynı şey tekrar ediyor." bu eleştiriyi gördükten sonra filmle ilgili bir şeyler yazmak geldi içimden. çünkü birkaç yıl önce bu filmi izleseydim ben de muhtemelen aynı şeyleri düşünecektim. ama şu an çok farklı düşünüyorum ve filmin yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. veya sanıldığından çok daha başarılı, etkileyici ve derin olduğunu.

    bir sabah gazeteyi açtık. dış haberlere baktık. bir tane haber: "paris'te polis kurşunu bir can aldı." haberde bir göstericinin polis kurşunuyla hayatını kaybettiğini okuduk. zaten dış basından bir haber olduğu için aşağı yukarı bir paragraf falandır. peki hiç merak ettik mi, acaba o genç neden vuruldu? o gün neler oldu? onun vurulmasına sebep olan olaylar silsilesi nasıldı? la haine buna bir cevap vermeye çalışıyor. bir gencin ölümüne giden yol. ölümünden önceki 19 saat. haberi okuyan bizler için o gencin bir önemi yok. çünkü nasıl olsa ertesi gün başka bir ülkede, başka bir ölüm haberiyle uyanacağız. sonra başka bir gün başka bir ölü. merak etmeyeceğiz, dünyada milyarlarca insan var. neden birinin ölümüne bu kadar takılalım ki? la haine takılmamızı istiyor. filmin en çok eleştirildiği "olaysızlık" buradan kaynaklanıyor. bu üç genç süper kahraman değil, banka soyguncusu değil bir şey değil. günlük hayatımızda nasıl arkadaşlarımızla buluşuyoruz, onlarla aktiviteler yapıyoruz, sonra sabahlıyoruz ve uykulu gözlerle evlerimize dönüyorsak bu filmde de aynı şeyler oluyor. tek farkı, gençler bir ghettoda yaşadığından, gün içerisinde karşılaştıkları şeyler bizim karşılaştıklarımızdan biraz daha farklı ve tabii bu geçirilen 19 saat, büyük bir gösterinin ardından olduğu için, polisler ve göstericiler arasındaki gerginliği de görüyoruz.(ayrıca bu gerginlik de filmin finalini belirliyor zaten).

    filmde üç karakter var dediğim gibi. sayid, arap genç. hubert, zenci afrikalı. ve vinz, yahudi, öfkeli gencimiz. bu üç farklı ırk, üç farklı kültür olayı boşuna seçilmemiş. ülkeler arasında böyle gerginlik olurken bu üçlü nasıl bu kadar uyumlu bu sorgulanmış. cevabı söylediğim gibi fakirlik ve ortak nefret. fakirliği ele alalım. paris ghettolarında yaşıyorlar. işsizler. okumuyorlar. tek yaptıkları şey "takılmak." bu onların suçu mu? ghettolardaki fakirliğin, sefaletin sebebi göstericilerin sürekli etrafa zarar verip, o alanlara yapılacak yatırımları kaçırması mı, yoksa bu ghettoların azınlık olarak görülüp, umursanmaması mı? düşünülmesi gereken konular. yalnız şu bir gerçek ki paris'in merkezi ile ghettoları arasında parasal ve kültürel yönden bir uçurum var. bu üçlü, paris'in daha zengin kesimlerinde dolaştıklarında iyice ayyuka çıkıyor bu durum. sanki ghettodakiler uzaydan gelmiş gibi davranılıyor onlara. insan değillermiş gibi. bir başka birleştirici unsur demiştim ortak nefret. üçü de bir şeyden nefret ediyor. nefretleri ortak. nedir nefret ettikleri şey? cevap: polisler. üçü de polislere karşı öfkeli. üçünün de öfke derecesi farklı farklı, mesela aralarında polisleri domuz olarak gören ve onlardan en çok nefret eden kişi vinz. ama şurası bir gerçek ki üçü de öfkeli. üçü de bu ghetto hayatına kızgın. kapana kısılmış gibi hissediyorlar kendilerini. şöyle düşünelim. ghetto bir kale olsa. o ghettonun içinde farklı dinler, gruplar, kültür yaşıyor olsa. ve normal zamanda sürekli birbirleriyle didişiyor olsalar. kaleye(ghettoya), dışardan bir saldırı olduğunda ne yapacaklar? didişmeyi bırakıp yan yana o kaleyi savunacaklar. peki onların gözünde saldırgan kim? polisler. polisler ortak bir düşman olarak görünüyor. ve o düşman karşısında birleşiyorlar. nefretlerini bir hedefe yoğunlaştırıyorlar. şimdi, vinz,hubert ve sayid arasındaki dostluğun tek sebebi polislerdir, polis nefreti olmasa arkadaş olamazlardı demek istemiyorum. onların dostluğu bu temele dayanmakla birlikte, aslında bundan öte. ancak yalnızca bu üçlü arasında değil, bu üç farklı ırk, kültür arasında ortak bir dayanışma mevcut. film boyunca bu üç kültürün hiç çatıştığını görmüyoruz. tek çatışma bu üç grubu kapsayan bir "üst grup" ile polisler arasında yaşanıyor.

    üç ana karaktere bakalım. sayid, ilk tanıştırıldığımız karakter. sayid ortadaki adam. arabulucu. herkesle kolayca kaynaşıyor, herkesle arkadaş. hubert ve vinz'i sağa sola götüren de o. ve en önemlisi, sayid bizim "egomuz." buraya dikkat. vinz ise ikinci tanıtılan karakter. hep öfkeli, hep sinirli. hep sinirli. kavgacı. gösterilerden sonra silah da onda kalıyor zaten. yeminli. eğer komadaki arkadaşı ölürse o da bir polis öldürerek intikam alacak. şu dediklerim vinz hakkında neler söylüyor? ne kadar "ilkel" olduğunu, vahşi olduğunu gösteriyor değil mi? bu filmde vinz bizim "id" imiz. ve son olarak hubert. boksör. gruptaki en ağırbaşlı karakter. yeri geliyor polisle anlaşıyor, el sıkışıyor. onun öfkesi salt polise karşı değil. onun öfkesi yaşadıkları ghetto'ya, bu hayata. bakın ilginç. grupta dövüş konusundaki en etkili kişi hubert. çünkü boksör. kavga olsa diğerlerinden daha güçlü, daha rahat. ancak grupta, kavgayı dövüşü en son olarak gören de bir karakter. bu haliyle de hubert bizim "süper ego" muz.

    ego, id ve süper ego. psikoloji bilimindeki en popüler üç terim. kısaca şöyle açıklamak gerekirse, id insanın ilkel tarafıdır. hani primat atalarımızdan evrimleştik, ama bir yanımız hala hayvan diyoruz ya. işte hayvan yanımız id'imiz. sinirlendik mi karşımızdakine yumruk atma, hatta belki onu öldürme isteği, soyumuzu devam ettirmek için bir kadınla, gördüğümüz an birlikte olma arzusu, isteği ve bunun gibi hayvanlarda görülen duygular, dürtüler bizim id'imiz. süper ego ise tam tersi. süper ego, toplumda öğrendiklerimiz, tecrübelerimiz, bizi hayvanlardan ve diğer türlerden farklı kılan o "insan" tarafımız. ego ise bunların arasında gidip, gelen, id'i doyurmaya çalışırken süper ego'yla birlikte hareket eden tarafımız. ne insanız ne hayvan. ikisinin arasında gidip geliyoruz. işte filmi özetlemiş oldum.

    vinz, bir id olarak öfkeyle kalkıyor sürekli. belinde silahla filmdeki ana gerilim unsuru. çehov'un silahı deyimi vardır ya, bir silah göründü mü bir filmde illa o film bitmeden patlayacaktır diye. işte biz gerginlikle vinz'in belindeki silahın ne zaman patlayacağını merak ediyoruz. bu gerginlik sorunu yalnızca silahın bize gösterilmiş olmasından kaynaklanmıyor. asıl sorun, silahın vinz'in elinde olması. yani id'imizin kontrolü altında. o yüzden filmdeki her öfkeli sahnede vinz'in silahını kullanacağını düşünüyoruz. öte yandan hubert ise süper ego olarak vinz ile sürekli kavga ediyor. hubert'in düşüncesi şu: "öfke öfkeyi doğurur." eğer vinz bir polis öldürürse, bu yalnızca polisleri daha da öfkelendirecek ve ghettodakilere karşı kullandığı orantısız, anti demokratik gücünü, faaliyetlerini meşrulaştıracak. film boyunca süper ego ve id kavga halinde. aralarında kalan kişi ise sayid, yani ego. o sürekli arabulucu şeklinde film boyunca. bir hubert'i sakinleştirmeye çalışıyor, bir vinz'i. ikisinin arasını bulmaya çalışıyor. ve onun da kafası karışıyor.

    örneklerle gidelim. sayid polisler tarafından nezarete götürülüyor. sayid'in abisinin tanıdığı olan bir polis, hubert ve vinz ile karakola gidiyorlar ve o polis sayid'i serbest bırakıyor. hubert polise teşekkür ediyor, el sıkışıyorlar. o sırada ego olan sayid, o anda süper ego'su hubert'ten etkileniyor ve o da polise sıcak davranarak onun elini sıkıyor. id olan vinz ise polisin elini sıkmak bir tarafa, polise küfrederek onu tersliyor. ancak bir başka sahnede bu sefer tam tersine sayid, vinz'e destek verircesine polisten nefret ediyor. film boyunca ego'nun bir o yana(id) bir bu yana(süper ego) savrulmasını izliyoruz.

    ve şöyle ilginç bir yön de var. örneğin bir polisiye dizi izliyoruz. polislerin maceralarının anlatıldığı. aklıma gelen en iyi örneklerden biri the shield adlı bir dizi. çünkü orada her bölümde hem devriye polislerinin, hem cinayet dedektiflerinin hem de sivil polislerin hikayeleri anlatılıyordu. düşünelim ki dizinin bir bölümünü izliyoruz. bölümün hikayesi şöyle: vandallar polise saldırıyor, bir polisin silahını kapıp kaçıyorlar. ertesi günü polisler silahı arıyor. şimdi biz diziyi polisin gözünden izlediğimiz için merak ediyoruz: acaba vandallar bu çaldıkları silahla nereyi soyacaklar? kimi öldürecekler? bir polise mi saldıracaklar? la haine'de ise tam tersi bakış açısı vermiş. yani olayları silah ellerinde olan gençlerin gözünden izliyoruz. bakış açısı değiştiği için sorular da değişiyor. yönetmen burada biraz da insanların göstericilere karşı olan önyargılı bakış açısını eleştirmiş aslında. çünkü polislere yakın bir bakış açısıyla düşünürsek o silah kimin elindeyse hemen etkisiz hale getirilmeli, bir nevi "menace to the state"(devlete karşı bir tehdit) ancak film boyunca gençler ne banka soyuyor ne adam öldürüyor ne başka bir şey yapıyorlar. tek yaptıkları çocuk gibi sağda solda takılmak, konuşmak, tartışmak. silah yalnızca aralarda görünüyor ve kayboluyor. arada hava atmak için vinz silahı birilerine gösteriyor, silahı açıp mermilerini kontrol edip tekrar beline takıyor. hayatlarına devam ediyor. ama bunları bir polisiye dizi açısından izleseydik, belki o suçlular hiç gösterilmeyeceğinden, onları hep silah ellerinde bir şey planlarken düşünecektik.

    şimdi burada polisiye dizileri, veya polisleri sevenleri eleştirmek istemiyorum. çünkü o gençlerden biri gerçekten de bir şey planlıyor: eğer komadaki arkadaşı ölürse intikam olarak bir polis öldürecek. ancak benim ve yönetmenin yönelttiği eleştiri şu: o gençler katıksız vandal, kötü adam, insan dışı bir yaratık değiller. onların içinde aklıselim(hubert) düşünen de var, zarar vermek isteyen(vinz) de var. böyle olduğu için bir ghettoyu, bir kültürü, bir ırkı, bir grubu komple vandal, komple kötü, insanlıktan çıkmış olarak görmek yanlış. aynı eleştiriyi yönetmen karşı tarafa da yöneltmiş. polisler içerisinde de bu orantısız gücü kınayanlar var. örneğin sayid'i nezaretten çıkaran polis, komadaki çocuğu vuran polisin hapse gireceğini, ceza alacağını düşünüyor. buna inanmaya çalışıyor. yasalara, hukuk devletine. aynı şekilde, sayid ve hubert iki polis tarafından işkenceye maruz kalırken onları izleyen görünürde acemi polis de başını iki yana sallıyor. işkenceci iki polis, o acemi polise nasıl işkence edileceğini öğretiyor, ama o acemi polis yapılanların ne kadar "saçma" ve "iğrenç" olduğunun farkında.

    gelelim filmin en ilginç sahnelerinden birine. ego, süper ego ve id bir tuvalete giriyorlar. hubert ve vinz işerken, sayid ortada onları dengeleyen ego gibi duruyor. üçlü tartışırken yaşlı, kısa bir adam kabinden çıkıyor. onların öfkeli halini görerek bir hikaye anlatıyor. bakın hikaye ilginç: adam ve başkaları yıllar önce sibirya'da çalışmaya gönderilmiş. adamın bulunduğu trende bir de arkadaşı varmış. bu arkadaşı çok utangaçmış, onunla sürekli dalga geçermiş. tren durduğunda herkes hemen rayların kenarına geçip afedersiniz sıçmaya başlamış. adam da arkadaşıyla alay edince, arkadaşı utancından trenden uzaklaşıp sıçmaya başlamış. daha sonra tren harekete geçmeye başlamış. rayın yanında sıçanlar hemen toparlanıp trene geri dönmüşler. utangaç olan arkadaşı ise koşmaya başlamış. bu adam da elini uzatmış. ancak arkadaşı da elini her uzattığında pantolonu düşüyormuş. bu yüzden pantolon düşer düşmez hemen elini geri çekip pantolonunu düzeltiyormuş. böyle gitmiş. ve tren hızlanıp o adamı geride bırakmış. ve adam da geride kalıp, soğuktan donarak ölmüş.

    üç genç ve tabii biz merak ediyoruz: bu hikayede ne var? bu adam bunu neden anlattı? aslında anlattığı hikaye sanıldığından daha derin. tren hikayesindeki mesaj şu: tren bir toplumu temsil ediyor. ilerleyen bir ülke, toplum. o toplumda hiç utanmadan rayların kenarına sıçanlar da var. utandığı için trenden uzaklaşıp öyle sıçmayı tercih eden de. bunlar normal. ancak, sorun şurada. o utanan adam geri koştuğunda, onunla dalga geçen ona elini uzatıyor. ancak adam elini tutmak yerine pantolonunu çekiştiriyor. çünkü kıçının açık olması durumu onu utandırıyor. ve bu yüzden trene binemiyor. yani şu: toplum sizi beklemez. adam da bunu anlatmadan önce kabinde, gençlerin öfkesini, kızgınlığını dinliyor. gençlere vermek istediği mesaj, onların öfkesinin kimseye faydasının olmayacağıdır. toplum sizi beklemez diyor. ister utangaç olun, ister öfkeli. o trene binmezseniz, ölürsünüz. kimse sizin için koca treni durdurmaz. o utangaç adam trene bindiği zaman pantolonunu düzeltemediği için dalga konusu olacaktı. ancak bugün hayatta olacaktı. burada romantizme de bir gönderme var aslında. yani toplum böyle şeyleri, romantik öyküleri umursamaz diyor adam. bu ghettodakilere çok yazık, onlara yardım eli uzatalım, hata bizde mi acaba demez. siz oradan çıkıp, topluma katılacaksınız ki sizi dinlesinler. bir nevi zencilerin amerikada elde ettikleri haklar ile bugünü düşünebiliriz. martin luther king, takım elbisesini giyip sokaklara çıktı. konuşmalar yaptı. zenci, beyaz, asyalı, latin farketmeden topluma girdi. o trene bindi. ve zenciler yavaş yavaş da olsa beyazlarla eşit haklara kavuştular. bugün ise zenciler tam tersini yapıyor. yer yer vandallığa başvuruyor, kimileri dükkan yağmalıyor, kimileri araba kundaklıyor. öfkeleri haklı, ancak dile getiriş biçimleri yanlış. ve martin luther king zamanında trene bindiği için konuşma hakkı elde etmişken, bugünküler o trenden uzatılan eli kavramıyor. böylelikle de baltimore ve ferguson olaylarıyla ilgili düşüncemi belirtmiş olayım.

    ve filmin sonlarına geliyoruz. komadaki arkadaşları ölüyor. gerginlik had safhada. vinz birini vuracak mı bilmiyoruz. vinz ile hubert ve sayid arasında bir tartışma çıkıyor. hubert ve sayid vinz'den ayrılmış dönerken dazlak kafalı bir ırkçıların saldırısına uğruyorlar. tam o sırada vinz geliyor ve silahıyla grubu dağıtıp, bir dazlağı da kenara çekiyor. son sınav burada. id, elinde silahla tüm güce sahip. vinz o dazlağı öldürecek mi öldüremeyecek mi? hubert burada önce yapma diyerek vinz'i durdurmaya çalışıyor. fakat sonra tam tersine yap, öldür diyerek ters psikoloji uyguluyor. vinz'in içinde var mı öldürmek buna şahit oluyoruz. ve vinz adamı öldürmüyor. hatta öldürme raddesine geldiği için kusar gibi oluyor. vinz'in içinde adam öldürme nefretinin olmadığını öğreniyoruz.

    ve filmin sonu. sabah 6 olmuş. hepsi uykulu. vinz silahı hubert'e veriyor. id, elindeki gücü süper ego'ya devrediyor. bir nevi suçlu, elindeki silahı otoriteye(devlete) teslim ediyor gibi düşünebiliriz. çünkü hubert film boyunca silaha, öldürmeye karşıydı. silah da onda kaldığı için artık her şeyin çözüme kavuştuğunu söyleyebiliriz. öyle mi gerçekten? vinz ve sayid hubert'ten ayrılır ayrılmaz bir polis aracı onların yanında duruyor. saatler öncesinde onlarla çatıda tartışan polisler, ikiliyi alıp tartaklıyor. polislerden biri silahını vinz'in başına dayayıp, dalga geçiyor. güç gösterisi sergiliyor. ironik değil mi? tüm film boyunca elinde silah olan, yani öldürme gücü olan vinz, silahı teslim etmesinin hemen ardından ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. hubert ise olanları görüp yanlarına hareketleniyor. o anda polisin elindeki silah ateş alıyor ve vinz başından vurulmuş bir halde yere seriliyor. tüm film boyunca id-süper ego-ego ilişkisini kurdum ya. karakterlerin nasıl güzelce bu rolleri sergilediğini yazdım. işte burada her şey, tüm bu ilişki, tüm bu mantık alt üst oluyor. film boyunca ağırbaşlı olan hubert silahını çıkarıp polise doğrultuyor. polis ise ona. onların arkasındaki sayid ise artık ego'luk görevini yerine getiremez halde. her şey allak bullak. o da yapabileceği tek şeyi yapıyor: gözlerini kapıyor ve bir silah ateş ediyor. hangisi bilmiyoruz. işin acı tarafı da bu. en ağırbaşlı, öfke öfkeyi doğurur diyen hubert de ateş etmiş olabilir, güvenmemiz gereken, bizi korumakla yükümlü, yasalara uyması gereken polis de ateş etmiş olabilir. hangisi öldürmüş olursa olsun, sonuç çok feci. işte böyle "sözde sıkıcı", "sözde olaysız" geçen film, böyle inanılmaz bitiyor.

    hani dedim ya. gazetede okuyoruz, bir polis bir genci kafasından vurdu diye. bir paragraf okuduk sonra gazeteyi bir kenara attık. hayatımıza geri döndük. işte şu izlediğimiz film, o geçen 19 saat, o bir paragrafın arkasında yaşanan olaylardı.
  3. ne yapıyorsanız bırakın ve bu filmi izlemeye başlayın.

    düşen bir toplumun hikayesi bu...
    gitgide düşerken, kendini rahatlatmak için şunu dermiş:
    "şimdiye kadar her şey yolunda."
    "şimdiye kadar her şey yolunda."
    "şimdiye kadar her şey yolunda."
    önemli olan düşüş değil.
    yere iniştir...
    vagus
  4. jusqu'ici tout va bien
  5. !---- spoiler ----!

    gözümün önüne sanat galerisinden çıkışları geliyor. aralarındaki uçuruma rağmen teklifsiz ve kendileri gibi

    !---- spoiler ----!

    getto dışındaki polislerin nazik olmasını "bu köpekler burada çok nazikmiş, bana efendim dedi"

    bir de tuvalette sıçarken treni kaçıran adamın hikayesini anlatığı bir sahne var. çok güzel düşünülmüş sahne. minik bir fareye benzeyen gençlerden biri "bunu bize neden anlattı"

    hikayenin güzelliği ve başarılı oyunculuğu filmin en güzel sahnesini oluşturmuş.

    ayrıca behzat ç izleyenler bilir. başroldeki abimizin aynaya karşı bakıp bana mı dedin bana mı dedin dediği bir yer vardır. behzat ç. dizisinin ilk sezonunun final bölümünde ercüment çözer behzat'ın evinde saçlarını sıfıra vurur. aynada aynı şeyi yapar. ercüment delidir ama kahpeliğin de bir karakter gerektirdiğini anlatır. badem bıyıklarını meyvasularına gömenlere iş yapmasına rağmen kendi ilkelerine dokunduğu vakit hepsinin fişini çekmiştir. (pardon son kısmı başka bir başlıkta yazmam gerekirdi.)

    filmin kapsam olarak daha büyük ölçüde inceleneceği hissine kapıldım. çünkü filmin açılışında protesto gösterileri böyle bir izlenim bırakıyor. olayların 3 gencin etkilendiği kısma indirgenmesi birazcık tırtıklı olmuş. çok daha vurucu anlatabilirlerdi.

    genel anlamda filmi çok değerli buluyorum. beğenmediğim yeri yok gibi. yine de içimden ya ablacım şunun şurasını şöyle yapıverseydin n'olurdu sanki.

    şimdiye kadar her şey yolunda. önemli olan düşüş değil. yere iniştir.
  6. düşen bir toplumun hikayesini anlatan fransız filmi. ne de olsa buraya kadar her şey yolunda, öyle değil mi?