1. irkçılık ve milliyetçilik çoğu zaman yan yana kullanılan iki kavram. aralarında da kuşkusuz bağ var. irkçılık ve milliyetçiliğin ortaya çıktığı zemin ortaktır. ancak iki kavramın birbirinden farklı olarak neyi anlattığı silikleşiyor, bilinmiyor. milliyetçilik nerede bitiyor, ırkçılık nerede başlıyor zaman zaman ciddi tartışma konusu oluyor. kişisel olarak ben de kavram kargaşası yaşıyorum. sanırım aşağıdaki açıklama biraz da netleştirir ayrımı:

    "her iki ideoloji de, içinde türedikleri üretim ilişkisinin yerleşmesine, devam etmesine hizmet eder. milliyetçilik aynı üretim ilişkisi içinde en temelde, emek gücünü satmak zorunda olan insanları sisteme bağlamanın ve teritoryal sınırlarda bir devlet oluşturmanın etkili ideolojisidir. bu demektir ki milliyetçilik, onu kullananların ortak bir geçmişe ve kökene sahip oldukları insanlara yönelttiği ideolojidir. milliyetçi ideolojinin temel işlevlerinden biri, ulusal sınırın dışındaki savaşları gerekçelendirmek ve geniş halk kitlelerini savaş için seferber etmektir.

    irkçılık ise, en temelde kapitalist toplumda köle emeği kullanılmasını meşrulaştırmanın ideolojisidir. çağımızda köle emeğinin yerine, değişik etnik kökene sahip işçilerin konumu geçmiştir. yani ırkçılık; egemen ulusun dışında kalan göçmen işçilerin ya da farklı etnik kökenden işçilerin aldıkları ücretlerin eşit olmaması, daha düşük olması ve yaptıkları işlerin daha düşük nitelikte olmasını meşrulaştırmayı sağlar. burada dikkat edilmesi gereken nokta, ırkçılığın ortak bir kökene sahip olmayan insanlara yöneldiğidir. irkçılık ulusal sınırlar içinde işlev üstlenir."
  2. milliyetçi değilim. ama milliyetçiliğe ve milliyetçilere düşmanlık edenlerden hiç değilim.

    milliyetçilik biliyorsunuz bir atatürk ilkesi. aynı atatürk ne mutlu türk'üm diyene sözünün sahibidir. dikkat edilirse mustafa kemal paşa ne mutlu türk olana dememiştir. deseydi ırkçılık denilebilirdi. demek ki milliyetçilik başka ırkçılık başka.

    ben bu milliyet meselesini ailelere benzetiyorum. herkes kendi ailesini sever. geleneklerine bağlıdır. onların soyadını taşır. ama tutup da bizim aile en üstün demez kimse. aile yerine millet olduğunu düşünün, bir şey değişmez. dolayısıyla milliyetçi olmakta bir sorun yok. ama benim ailem üstün diyen salak, ırkım üstün diyen ırkçıdır ve bunun üzerine başka söz söylemeye de gerek yoktur.

    bir de başkası ermeni'yim, rum'um, kürt'üm diyebilsin diye türkü'm diyememek (bkz: andımızın kaldırılması) nasıl bir saçmalık onu hiç anlamıyorum.

    son olarak dünya vatandaşlığı kasmayın arkadaşlar. nereli olduğunuzu unuttuysanız yurtdışına bir bilet alın, gidin dış hatlar terminaline hatırlatsınlar.
  3. cüneyt ozansoy hocam bir derste andımızdan söz açıldığında şöyle demişti ırktan milliyetçilikten bağımsız : "bir çocuğun varlığı niye milletin varlığına armağan olsun ?" .milliyetçilik devletin insanları ölüme gönderirken kullandığı afyondur.bu yüzden ölümle ve şiddetle beslenir. ölümü kutsallaştırır .ama bu insanların anlayamadığı şey şu bu topraklar bizim değil , biz bu toprağa aitiz. insanı felakete sürükleyen şey , paranın icadından önce sınırların çizilmesiydi bana kalırsa. ve bir baska insan tarafından olusturulan bu sınırı insanın kendine kimlik edinmesi , bunu mutlak doğru kabul etmesi . temellendirilemeyen içi boş bir düşünceden ibarettir. (ben bu toprağa aidim , ilk cemre yüreğime bu topraklarda düştü başka yere gitmeye hiç niyetim yok .)
    bulut
  4. milliyetçilik 18. yüzyıldan sonra eskiyen din metaforunun boşluğunu doldurmak amacıyla geliştirilmiştir. bir halt yüzünden devlete itaat etmeniz gerekiyor, bu haltın bu aralar geçerli hali işte milliyetçilik. kültür ulusun üstüne çıktı ve giderek globalleşmekte. milliyetçilik dinden daha hızlı terkedilmeye başlanan bir ideoloji.
  5. b. russell, sorgulayan denemeler adlı eserinde milliyetçilik üzerine der ki, "bir komşunuz kendisinin sizden üstün olduğunu iddia etse ve biat beklese onu tımarhaneye kapatırsınız fakat bunu topyekün bir halk yaptığında arkasında binlercesini sürükler." onun deyimiyle üstünlük anlayışına bağlı bir milliyetçilik toplumsal delilikten başka bir şey değildir.
    421
  6. milliyetçilik etkisini kaybetmeye başlayan bi kavram artık. her ne kadar hâlâ delice savunan bir kesim olsa da insanların bilinç düzeyi arttıkça milliyetçiliğin de aslında yetersiz ve birçok açıdan anlamsız olduğu iyiden iyiye benimsenmeye başladı. bi kere artık 18. yüzyıl değil, e fransa'da da yaşamıyoruz? -ki o dönemde yaşıyor olsaydık kesinlikle jakoben olurdum,desteklemediğim anlamına gelmesin ama zamanlar ve koşullar diyorum efenim- 21. yüzyılda bir ırk,lider,kan üstünlüğünü körü körüne savunmak gerçekten anlamsız.
    he kültür seversin,adettir,örftür saygı duyarım. ama sizin ırkınız ay şöyle kötü bizimki ay böyle güzel demek beş yaşındaki çocuğun kavga ettiği arkadaşına benim babam senin babanı döver demesi gibi bir şey. düşünün, insanlığı savunun, duyguları yok olmuş birer robot olmayın a dostlar!
  7. cahil refleksi.
  8. Türk eğitim sisteminden geçip de milliyetçiliğe öyle veya böyle dokunmamış, menfi veya müspet milliyetçilikle ilişkiye geçmemiş bir insan görmedim. Bu eğitim sisteminden geçenler ya milliyetçi argümanları benimsiyor ya da karşı argümanlarla bir karşı milliyetçilikte kendi kimliğini ediniyor. Bu meseleye eleştirel yaklaşan çoğu yazar-çizerin Türkiye'deki yabancı menşeili okullardan çıkması çok da şaşırtıcı değil. Beni bu konuda özgürleştirense Hannah Arendt'tir, elbette Türkiye'nin son yıllarda yaşadıklarının herkeste bir kimlik sorgulamasına sebep olduğu bağlamı göz önünde bulundurmak gerekir.

    Yukarda aile ile millet arasında bir ilişki kurularak milliyetçilik ailemizi birlikte tutan bağ olarak bahsedilmiş. Böyle bir pas verdiği için cehaletim ezelden'e teşekkürlerimi sunar, meseleye Arendt'ten giriş yaparım. Bu tam olarak da modernitenin kendi yaptığı soyutlamayı zihinlerimizde somutlaştırmasıdır. Ne denli zor bir şeyden bahsediyorum tahmin edebilirsiniz, en azından hissedebilirsiniz. Bu somutlaştırma için ne travmalar gerekli. Bunun Osmanlı'daki versiyonu Balkan Savaşları. Nihal Atsız'a bakarsanız, bunu iliklerinize kadar hissedersiniz. İşte travmanın geri dönüşü olmayan bir şekilde zihinlerimizde toplumsal olarak somutlaşması. Halbuki antik dönemde -Osmanlı bunun en olgunlaşmış boyutlarındandır- kamusal ve şahsi olmak üzere iki tür alan vardır Arendt'e göre. Fakat moderniteyle birlikte bu iki alan arasında -daha önce olan alanlarla iç içe geçmek suretiyle sınırların da soyutlanmasına neden olarak- toplumsal alanın ortaya çıktığı görülür. İşte Afyon'da yaşayan bir Türk'ün dedeleri, yıllarca yan dükkanındaki Ermeni'yle komşuluk ilişkisi kurabilmişken kendisi onun malını mülkünü yağmalamakta beis görmemiş, Erzurum'da hiç görmediği bir Türk'e kendini -gitmese de görmese de- daha yakın hissedebilmiştir.

    Hannah Arendt'in Eichmann davası nedeniyle arasının açıldığı çok yakın arkadaşı Kurt Blumenfeld'e bu dava sürecini konu alan filmde söylediği sözler, aslında ne uğruna (vaatler uğruna) nelerden (elimizde olanlardan) vazgeçtiğimizi gösterir.

    !---- spoiler ----!

    K.B: Kendi halkına karşı hiç mi sevgin yok?
    H.A: Ama Kurt, beni tanıyorsun. Ben hiçbir zaman bir halkı sevemedim. Yahudileri neden seveyim ki? Ben yalnızca arkadaşlarımı severim.

    !---- spoiler ----!

    Bir trailer da koymadı demeyin!
  9. din ile birlikte en güçlü zihinsel uyuşturucular, yönetici araçlarıdır. zamanında ülkemizde komünizm karşıtlığı için son derece kullanışlı olmuştur. hatta bundan başka bir vizyonu bulunmaksızın kurulmuş bir siyasi partinin bel kemiği ideolojidir.