1. bir erdem beyazıt şiiri.


    kimi kımıltılı kimi hareketsiz
    kimi konuşan kimi sessiz
    bu insanlarda yenilmeyen bir güç var
    çobanların ruhu nasıl sığmazsa kırlara
    bu insanlar da sığmıyor meydanlara.

    yüzlerde okunan sadece
    kararsızlık, tedirginlik, endişe
    ve içsel yalnızlığın hüznü
    ve asla dinmeyen sıla özlemi.

    sıla, ey ruhumuzun coğrafyası!

    hep bir hazırlık kargaşasında büyüyor halk
    şehrin sokaklarında, caddelerinde
    meydanlarında

    evlerin önünde bahçelerde
    çoğalıyorlar
    her yerde ve her şeyde
    büyük bir göçün telaşı var!

    atlar kişnemeye başladı
    sabahı selamlıyor horozlar
    yer yer tütmeye başladı bacalar
    şehri denetleyen bir dev gibi
    yükseliyor ufuktan güneş
    işığının değdiği her şey
    parlıyor
    uyanıyor
    canlanıyor.

    hep yarınları bekledi bu insanlar
    geldiğini hiçbir zaman farketmediler
    hep arkalarında yas tutan bir sevgilileri
    kalmış gibi!
    hep önlerinde kendilerini bekleyen
    bir özülke varmış gibi
    beklediler.

    telefon tellerine konmuş bu kuşlar
    hangi habere ayarlanmışlar?

    bu gelen esinti bir haber mi getirdi
    sevinçle ürperen doğaya?

    yaşayıp durduğumuz anların
    uçsuz bucaksızlığında
    yükseliyor güneş
    yükseliyor umutlar!

    bütün canlılar
    aşkla mest, aşkla diri
    yağmurun sesini dinler gibi
    dinliyorlar birbirlerini.

    insanlar kıvılcımlanıyorlardı
    şehrin meydanlarında
    çağırıp duruyordu ıssız kırlar onları
    nehirler gülümseyen sevgililerin
    gamzeleri gibi

    girdaplar oluşturarak akıyorlardı
    insanlar fısıldaşıyorlardı
    insanlar kıvılcımlanyorlardı
    yazgılarına inanıyorlardı
    aşklarına güveniyorlardı
    sırlarına sadıktılar!

    sonra ölmüş bir boğanın donmuş
    gözlerinde
    kaynayan kurtçuklar gibi
    kaynaştılar şehrin içinde
    sonra koşuştular
    kendilerini kırlara vurdular
    susamış bir davar sürüsünün
    su yatağına koşuşu gibi.

    yürüdüler insanlar
    dizi dizi, sıra sıra, konvoy konvoy
    biteviye yürüdüler

    güneş adeta bir vicdan azabı gibi
    her an biraz daha ağır
    çöküyordu omuzlarına
    dallarından ölü ağırlıklar sarkar gibi
    durup duruyordu meyve ağaçları
    buğday başaklarının
    ayakta durmaktan yorgun düşmüşler gibi
    eğilmişti başları
    insanların sanki toprağa yapışıyor gibi
    kalkmaz olmuştu yerden ayakları.

    her an büyüyen bir susuzluk gibi
    yakıcı bir özlem;
    içlerinde büyümeye başlamıştı insanların.

    ipek bir dokumanın havada dalgalanması gibi
    kanın damarda ılık ılık akması gibi
    şehirlerin düzeni, evlerin gizemi, odalarının
    mahremiyeti
    yataklarının derinliği, yorganlarının serinliği
    çağırıyordu onları.

    tepelerin ardında bekleyen yalnızlık
    ürkütüyordu onların bedenlerini
    doğanın kendine mahsus diriliği
    ürkütüyordu bedenlerinin ölümcüllüğünü.

    ey kabına sığmayan kırlar!
    ey kabuğunda can çekişen kent!

    kimsenin efendisi değilsin kırlarda
    kendinin bile
    her şeyin kölesisin şehirlerde
    kendinin bile!

    ey insan niçin?
    tedirginsin dişi kuşlar gibi
    fırtına öncesinde.

    ey şafak uyandır bizi öperek alnımızdan
    ey doğa emzir ruhumuzu
    ey şehir kovma bedenimizi kapından
    ey aşk merdiveni ulaştır bizi cennetine!