1. atilla atalay'ın sevdiğim öykülerinden. menekşe istasyonu kitabında yer alır.


    !---- spoiler ----!

    sağa çek... seni anlatıcam.

    bir süre öylece durdu kapının önünde. yalnızca, babam iş dönüşü kapısını açıp şöför mahalline kuruluyor, babasının yeni arabasında vakit geçiren, çatal sesli, iri burunlu ergen çocuklar gibi, saatlerce içinde oturuyordu... naylon muhafazası henüz yırtılmamış koltuklardaki bu uzun oturma seansları boyunca arabanın "kitapçığını" okuyor, camına su fışkırtıp sileceklerini çalıştırıyor, hava kararınca da kısa ve uzun hüzmeli farlarla evin duvarında ışık gösterileri yapıyordu. annem, nuri dedem ve ben de camdan nöbetleşe arabanın içindeki babamı izliyorduk. şeytana uyup arabayı çalıştırması, sürmeye kalkışması; borcu bitmemiş kıymetli arabamızı bahçenin duvarına çakmasıyla sonuçlanabilirdi. çünkü onun arabası vardı ama henüz ehliyeti yoktu.

    o sıralardaki bir çok asker ailesi gibi biz de oyak kredisiyle bir renault 12'ye "girmiştik". mahallede ardışık plakalı bir kaç reno daha vardı, onlar da babamın görev yaptığı filodan arkadaşlarına aitti. diğerleri yeni arabalarını vızır vızır sürüyorlardı, babam ise işin henüz teori kısmında, arabanın kitapçığını bir hafız edasıyla yutuyor, ehliyet sınavı için aldığı günün gelmesini bekliyordu. bu süre içerisinde, yani babam arabayı henüz kullanamıyorken, "arabanın aküsü boşalmasın, motoru devir daim etsin" diye arada bir mahallenin kasabı, çalıştırıp bulunduğu yerde ileri geri yapıyordu. kasap, bizim araba için, kaza belaya karşı, tampon önünde horoz boğazladığı günden beri; acemi babama şöförlük ve bakım bilgileri veriyor, hatta kendine iş edinip babam görevdeyken arabayı çıraklarıyla beraber bir temiz yıkıyordu.

    bir haftasonu "arabanın motoru açılsın" diye beraberce tekirdağ'a mandraya gidip; arabaya kasabın dükkanı için, henüz kesilmiş dört koyun gövdesi yükleyip geri döndüler. babam koltuk naylonlarını açmaya bile kıyamadığı arabasına kasabın ketenperesine gelip nasılda taze kesilmiş koyun doldurmuştu... bu işe en çok kapı komşumuz mahmut amca gülüyor, "kumandan, sat sen şu arabayı, kullanıp etmeyi bilmiyorsun, öölece naylonuyla duruyo kasaba mezbaha kamyonluğu da etmese evin önünde çürüyüp gidicek" diyerek dalga geçiyordu. babam bu işe ses etmese bile, ben için için mahmut amca'ya çok bozuluyordum. ne yani bizim arabamız olamaz mıydı? hem kendisi de bir senedir, almanya'dan getirttiği siyah beyaz televizyonunu ekranın üzerindeki fabrika ambalaj çıkartmasıyla izlemiyor muydu? onun yüzünden uzay yolu'nun, kaçak'ın en heyecanlı bölümlerini, ekranın sağ üst köşesinde, "achtung" diye başlayıp süren bi takım almanca yazılarla birlikte izliyorduk. hal böyleyken, bizim arabanın koltuk naylonundan ona neydi, o kendi televizyonundan, kıyıp korkup sökemediği ambalaj çıkartmasına baksındı...

    günler ara gaz vermeden dörde takmış ilerlerken, karlı bir kış sabahı babamı arabasının başında, gözlüğünü çıkarmış, kimselere göstermemeye çalışarak ağlarken buldum... kalkmış, arabanın üstündeki karları temizliyormuş, ilkten kılıfın üstündeki karları atmış süpürgeyle... bagaj kapağının orayı kılıfın üstünden doğru süpürürken, bir de bakmış süpürge içeri batıyor, altı boş. alçak hırsız arabanın bagaj kapağını söktükten sonra dikkat çekmesin diye bir de kılıfı üstüne örtüp, koca kapakla ortadan kaybolmuş. baktım, gerçekten çocuk gibi ağlıyordu. ben "büyük" oldum o zaman. "yaa noolucak boş ver, bunda üzülücek bişey yok baba be" gibisinden bişeyler söyledim... "altı üstü bi kapak"... kafasını kapaksız bagajın içine daldırıp, bişeyler arıyomuş gibi yaparak boğuk bir sesle, "sen hayatında kendi kazandığın parayla bişey al da o zaman konuş keranacı" dedi. kafasını bagajdan çıkarıp rahat rahat ağlasın diye, sırtımı dönüp kös kös okula gittim.

    babam, ehliyetini alıp, ufak ufak arabayı kapının önünden kaçırmaya başladında, hem "iyi iyi, alışsın azcık" diye seviniyor, hem de başına bi iş açmasından korkup camın önünde saatlerce arabayla dönüşünü gözetliyorduk. bir keresinde tekerlerlekleri öttürerek tuhaf manevralarla geri geri evin önüne girdiğinde nuri dedemden fırça yedi. böylelikle, kırk yaşlarındaki babam, arabayla evin önünde -belki de istemeden, acemiliğinden- tuhaf numaralar yaptığı için babasından azar işitmiş oluyordu. ilerleyen hastalığı nedeniyle istanbul'a gelip yanımızda kalan dedem, hastahaneye her gidişinde babamın "arabayla götürüveriyim istersen baba" teklifine, "soona binerin soona, hele sen bi adam gibi sürmeyi öğren" diyerek tersleniyordu. bi keresinde babam iyice içerleyip bize, kendisinin görev yaptığı füze üssünde bilmemkaç bin dolarlık elektronik cihazları ustalıkla kullanmayı bildiğini, hatta konuyla ilgili insanlar yetiştirdiğini, boktan bi arabayı herhalde sürebileceğini söyledi. hemen daha o gün, cennet mahallesi'ndeki tanzim satış'ın önünde, park halinde duran bir başka renoya arkadan bindirdi...

    her acemi sürücüde olduğu gibi ilk kazasından sonra arabasından soğuyan babam, bir süre direksiyona elini sürmedi. anca karşı tarafın arabasını yaptırabilecek parası olduğundan, bizim araba çarpık haliyle uzun süre kapının önünde "yattı"... arabanın kaputunun üstüne mahalleli haylaz çocukların çiviyle iki harfli ayıpçı bir sözcük yazmaları o günlere rastlar. babama kalsa, araba kaputunda o lafla ve çarpık haliyle öylece durabilirdi. ama annem konu komşuya karşı ayıp olduğunu ve arabanın artık toplanması gerektiğini söylerken, pedagojik ve sosyolojik açıdan son derece bilimsel bir saptamayla babamı ikna etti. "duvarda araba üstünde her nerede olursa olsun, o iki harfli ayıpçı laf bir kere yazıldı mı, bir süre sonra bir başka çocuk cevaben üç harfli diğer ayıpçı lafı yazmadan duramaz"... öğretmenlik yaptığı okullardaki hela duvarları ve sıra üstleri nedeniyle derin bir deneyime sahip eşine kulak vermek zorunda kalan babam, arabasını ilk günkü gibi gıcır gıcır boyatıp yine kapının önüne koydu. tamamdı işte... oysa boyayı izleyen bir kaç haftadan sonra, fırtınalı bir gecede öndeki apartmanın terasındaki su deposunun demir doğrama kapağı yedi kat yükseklikten uçup arabamıza baklava biçiminde saplanacaktı...

    ardından, benim arabanın içinde oturup uzun uzun teyp dinleme, yerli yersiz kaporta yıkama, dikiz aynasında yeni çıkan bıyıklarıma ve sivilcelerime bakma yaşım geldi. 34 tn 405, bir çok kez darmadağın oldu evin içinde defalarca "cana geliceene mala gelsin" geyikleri döndü. ama emektar, "tık bile demeden" beni de büyüttü. aradan geçen yıllar içinde, 34 tn 405' in en hüzünlü yolcusu nuri dedem olmuştu. sağlığında binemediği araba, istanbul'daki hastanenin morgundan aldığı kurşun tabutunu üstüne yerleşterilen bir bagajla karabük'e, köyün mezarlığına taşıdı.

    bu sabah baktım, yine cillop gibi yıkanıp cilalanmış kapının önünde duruyor. babam da içinde, torpidoyu siliyor. geçirdiği kalp krizinden sonra, doktor bir süre araba kullanmasını yasakladı. ama o hergün arabasını özenle silip durduğu yerde çalıştırıyor... yanından geçip kendi arabama doğru ilerlerken, kaputa bi yumruk indirip babama" kaya gibisiniz maşallah" dedim. sesim çatallandı galiba, yada gözlerimden okudu... camını açtı, gözlüklerini eliyle iterek alnına otturdu. "ohoo" dedi, "merak etme sen" sonra camdan uzattığı eliyle arabanın tavan bagajını işaret ederek "benim arabanın burasına binmeme daha çook var" dedi. sırtımı dönüp yürürken "helal sanaaa!" diye bağırdım. bir süre, kafamı kendi arabamın bagajına daldırıp bişeyler arıyomuş gibi yaptım. kapının önünden yola doğru çıkarken kornalarla vedalaştık...

    34 tn 405 devam et...

    !---- spoiler ----!