1. spor... ne kadar yorgun bitkin olduğunuzu düşünürseniz düşünün yeter ki kıçınızı kaldırmayı başarın. sonra artık koşu mu, bisiklet mi neyse ilk başta zulüm gibi gelebilir ama vücut ısınıp terler akmaya başladıktan sonra insanın stresi de bu arada gidiyor...

    ama çocuk sahibi iseniz işten eve gelince ufaklığın sizi karşılaması ve tüm yorgunluğa ve yıpranmışlığa rağmen oturup onunla evcilik oynamak ya da boğuşmak da apayrı bir antidepresandır.
  2. meyve kokulu el kremleri
  3. sahibinden.com da araba araştırmak
  4. sevdiğin ve sığınabileceğin bir kişiyle sarılmak huzur verir, kendini güvende hissedersin ve herşeyin daha iyi olacağına inancın artar.
  5. açık havada, güneş altında, şort ve tişörtle tempolu ve uzun bir yürüyüş antidepresan etkisine sahiptir.
  6. -bebek yada küçük çocuk kahkahası
    -müzik
    -çay
    -bir şeyler üretmek (el işi yapmak, çizim yapmak, yazmak vs.)
    -toprakla uğraşmak (meyve-sebze toplamak)
    -yürüyüş
  7. sarılmak.

    güne, dünkü yorgunluğumun sekiz saatlik bir uykuyla silinemeyişi sebebiyle enerji yoksunluğu çekerek başladım. son birkaç ay, hayatımla ve onu yaşayış şeklimle ilgili radikal kararlar aldığım bir süreç oldu. bu kararlardan biri de dünün yorgunluğunu ve üzüntüsünü bugüne taşımanın hiçbir halta yaramadığını hatırlamak ve bugüne var gücümle başlamaktı. dolayısıyla yorgunluğu bahane ederek yatağımda dönüp durmayı kısa kestim.

    öğleden sonram ise, yine bu radikal kararlar doğrultusunda girmiş olduğum "aldığı halde hiçbir şey vermeyen/verdiğinde de almış kadar olan insan" detoksumdan muaf tuttuğum insanlardan biri olan değerli bir arkadaşımla geçti (tahmin edildiği üzere, detoks muafiyeti olan insanlar hayli az) bir masada karşılıklı oturduk ve devasa bir bardak kahveyi paylaştık. birkaç saat geçip de evime döndüğümde canım durduk yere üzüm çekti; ki anımsadığım kadarıyla bu daha önce hiç başıma gelmemişti. aç olduğumu anımsayarak bir şeyler atıştırdım ama çiğnediğim lokmaların yerinde üzüm tanelerinin olduğu fanteziler kurmayı kesemeyince, anahtarımdan ve buruşmuş bir banknottan başka hiçbir şey almayarak sokağa çıktım. arkadaşımla kahve paylaşırken hissettiğim huzur ve yaşama sevinci yavaş yavaş suyunu çekmeye başladı üzüm uğruna çıktığım bu yolculukta. yadırgamadım; ara ara böyle olurdu, olması da gerekirdi. lakin girdiğim hiçbir yerde üzüm bulamayışım, iki gün içinde başlatmam gereken proje hakkında kılımı kıpırdatmak istemeyişimi yeniden hissedişim, ailemle yaşadığım bir tatsızlığı yersizce hatırlayışım iyiden iyiye omuzlarımı düşürdü ve beni bir karamsarlığa sarmaladı.

    denediğim son yerde de üzüm bulamayınca, bir parça agresif bir şekilde cam kapıyı iterek çıktım ve evime gitmek üzere sola döndüm. birkaç metre ötemdeki tekelin önünde bir kadın ve dört beş yaşlarında bir çocuk ayakta dikiliyordu. kadın tekelin kapısına yakın tarafta duruyor ve gözlerini çocuğun üzerinden bir an için bile ayırmadan ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. çocuk ise zaten daracık olan kaldırımı, bacaklarını iki yana açmış vaziyette iyice kapatmış, yürüyeceğim yolu bir nevi engellemişti. yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım; ama hiç kıpırdamadı. annesi olduğuna emin olduğum kadın "oğlum çekilsene yoldan" şeklinde onu ikaz etmeye çalışsa da o hiç oralı değildi. iyice yanaştığımda kıpırdanmaya başladı ama bir yandan da konumunu koruyordu. inadı tuhaf bir şekilde hoşuma gitmişti. onu kıpırdamak zorunda bırakmak istemedim; küçük bedeniyle sağ tarafımızda park edilmiş halde duran arabanın arasındaki dar alandan eğile büküle geçtim ve yoluma devam ettim. birkaç adım sonra annenin sesi yükseldi, çocuğa ismiyle seslendi ve durmasını söyledi. o esnada çocuğun benim peşimden koşan gölgesini gördüm. birkaç saniye sonra, kalçamın hizasında boşta duran sol elimin birkaç parmağını kavradı küçük eli. duraksadım. bunu yaptığım anda bacaklarıma sarıldı. ne yapacağımı şaşırdım. beni görmek için yukarı kaldırdığı suratında, uzun zamandır kimsenin yüzünde görmemiş olduğum kaygısız ve cömert bir gülümseme vardı. ben o anın tadını henüz çıkarmaya başlamışken annesi bize yetişti. kusura bakmamamı söylediğinde "önemi yok" dercesine başımı iki yana salladım. çocukta hiçbir kıpırtı olmadığını görünce bir açıklama yapma gereği hissetti. "bir saattir dükkanın önünde ağaç olduk, sonunda istediği oldu" dedi. kaşlarım havaya kalktı, istediği şeyin ne olduğunu sordum. "önümüzden geçen en güzel kıza sarılmak istiyordu beyefendi" dedi. kendimi halsiz, somurtkan, kötümser hissettiğim bir zaman aralığında böyle bir şey duymak beni, kafamı kurcalayan tüm o şeylerin çözüme kavuşmasının rahatlatacağı kadar mutlu etti o an. dizlerimi kırarak onun boyuna denk düşecek şekilde eğildim -bunu yaparken biraz geri çekilmişti, belki annesinin bana söyledikleri sebebiyle çekingenleşebilir diye, kollarımın boşta kalma ihtimalinin fazlalığını bile bile kollarımı araladım. tereddüt etmeden sarıldı, ve o saniyede her şey çok sakin ve güzeldi. bitmesini istemedim ama hiç bitmeyecek olsa belki de bu kadar güzel olmazdı.

    birkaç gün evvel bir dostumla, birine sarılmaktaki sağaltıcı güç hakkında konuşuyorduk. yazının başında bahsettiğim insan detoksu sebebiyle bunu deneyimleyebileceğim ya da deneyimlemek isteyebileceğim pek bir insan kalmamıştı da. ve otuz saniye öncesine dek varlığından bile haberdar olmadığım küçük bir çocuk, yoldan geçen onca insan arasından beni kendi güzellik anlayışına oturtmuş ve kollarını boynuna dolamak için beni seçmişti. evime mutlu geldim. sanki bugünkü yorgunluğu ve karamsarlığı yaşamamış gibiydim.
  8. 1- kamp yapmak
    2- dans etmek. hayatımda hiç dans etmeyen bir insandım. zeybek ve tango kursuna başlamamdan sonra ciddi anlamda beni mutlu ediyor.
    3- düzenli spor yapmak
    4- göğe bakmak