arthur schopenhauer

Kimdir?

arthur schopenhauer (d. 22 şubat 1788, danzig - 21 eylül 1860, frankfurt), alman filozof, yazar ve eğitmendir. aynı zamanda immanuel kant'ın en çok değer verdiği öğrencisiydi. schopenhauer, alman felsefe dünyasındaki ilklerdendir ve dünyanın anlaşılmaz, akılsız prensipler üzerine kurulu nedenselliklerinin olduğunu söyleyerek dikkatleri çekmiştir.ayrıca schopenhauer, nietzsche'nin ilk akıl hocasıdır.


  1. c.jung kendisi hakkında şöyle bir yorumda bulunmuştur:"ama araştırmalarımdan çıkan büyük buluş schopenhauer'di...evrenin temellerinde her şeyin en iyi olmadığını gören en az bir filozof vardı...schopenhauer'in karanlık dünya resmini tamı tamına onayladım;ama soruna getirdiği çözümü onaylamadım...."
    jung'un buradaki hatası bir çözüm olduğunu varsayması olabilir.
  2. insanın hayattaki yerinin yanında insan içindeki yerini de düşünen büyük usta arthur schopenhauer hayatının son döneminde anlaşılabilir bir dille yazmış olduğu üç makalesinden birkaç anekdotu paylaşmak istiyorum.özellikle kişinin ne olduğunu vurgulayan bu metinlerde schopenhauer insanın kendisiyle alakalı temel noktalara inmesine yardımcı olur.

    schopenhauer öncelikle insanın ''sahip oldukları'' şeyleri açıklamıştır. insanın elde etmeye çalıştığı maddi zenginlik, ün, güç ve benzeri şeylerin tatmin edici olmayan ve sonu gelmeyen zevkler olduğunu şu şekilde açıklamıştır ; '' ne kadar çok mala sahip olursak, o kadar fazlasını isteriz. zenginlik deniz suyu gibidir, içtikçe susuzluğumuz artar. sonunda biz mallara değil, onlar bize sahip olur.''

    ikinci olarak da insanlar arasında yaşamaya mahkum olan biz insanların göz ardı edemediği insanın '' başkalarının gözünde temsil ettikleri'' şeyin insan üzerindeki etkisine değinmiştir. schopenhauer başkalarının fikirlerinin her an değişebilir olduğunu ve onların ne düşündüğünü veya ne düşünüyormuş gibi göründüklerini asla bilemeyeceğimizi belirtir ve bu yüzden '' endişelerimizin ve kaygılarımızın yarısı başkalarının bizim hakkımızda düşündüklerinden kaynaklanır… bu dikeni tenimizden çıkarmalıyız.'' demiştir.

    son olarak da asıl bilmeye ihtiyacımız olan şeyi ''ne olduğumuz'' un önemini vurgulamıştır. schopenhauer'a göre öncelikle insanın bilmesi gereken ne olduğudur ve insanın amacı iyi bir vicdana, sağlığa ve tükenmez fikir kaynağına, bağımsızlığına ulaşmaktır. o iyi bir vicdanın iyi bir şöhretten daha fazla şey ifade ettiğini söylemiş ve insanın tüm önceliğinin insanlara rağmen insan kalmaya devam etmesi gerektiğini açıklamıştır.
  3. metinlerinde antisemitist ve cinsiyetçi (her ne kadar benzetmelerden ibaret olsa da) söylemler bulabileceğiniz düşünürlerden. bunun dışında okumaya, okuyanlara, güzele, estetiğe, akademiye ve topluma sunduğu eleştiriler dikkate değer. rahmetli pek sevişmezdi hegel'le. bir tek anasına filan sövmemiş.

    niçe gibi bu da insanı arıyor.
    yok
  4. çok afili bir şahsiyettir kendisi. güzel ve estetik üzerine muazzam bir fikir adamıdır. insan karakterini ilmek ilmek işler. okurken biraz zor gelse de o huysuz saçlarından diye düşünüp gülümser geçersiniz. bu arada saçlarını benim herifin saçlarına benzettiğimden olsa gerek bana sempatik gelir büyükbabacım. kant'tan çok öğrenmiş demiş ki akıllı olun.^:swh^
  5. 'yalnızlık ikili bir yarar sağlar: birincisi, kendi kendisiyle olmak ve ikincisi, başkalarıyla birlikte olmamak. her toplumsal ilişkinin ne çok zorlama, eziyet ve tehlikeyi beraberinde getirdiği düşünülürse bu ikinci yararın değeri daha iyi anlaşılacaktır.'

    en sevdiğim sözüdür
  6. "şu dünyayı tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır: “bunca mutsuzluğu ve bu üzüntüyü ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?”
  7. “Dünyanın hiçbir yerinde alınacak çok şey yoktur: Acı ve yoksunluk dünyayı doldururlar ve onlar geçip gittiğinde de dört bir yanda can sıkıntısı beklemektedir. Üstelik esas olarak, kötülüktür dünyada egemen olan ve budalalık da büyük söz sahibidir. yazgı acımasızdır ve insanlar zavallıdır. Bu yapıdaki bir dünyada, kendinde çok şeye sahip olan birisi, aralık ayının karlı buzlu bir gecesindeki aydınlık, sıcak, neşeli bir Noel sofrasına benzer.”

    – Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Arthur Schopenhauer, çvr. Mustafa Tüzel, İş Bankası Kültür Yayınları, sf.25-26, 11.Basım Ekim 2013 İstanbul.

    *

    On dokuzuncu yüzyıl felsefesinin “aykırı simaları”ndan biri olarak kendisinden sonraki tartışmaları derinden etkilemiştir Schopenhauer. Bu etki derindir fakat tuhaftır da, mazbut kötümserliğinden olsa gerek, adı yine de çok geçmiyordur güncel tartışmalarda. İşin tuhafı, türkçe çevirilerde de olduğu üzere “en büyük eserim” dediği İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’nın tam bir sunumu ve okunması yerine, bu ve diğer kitaplarının bölünüp yeniden tasnif edilmiş edisyonlarında “aforizmalar”ıyla popülerleşmiştir. Bu popülerlik içten içe hoşuna giderdi belki, ama mendeburluğundan vazgeçmeyeceğini ve bundan hazzetmiyormuş görüneceğini yine de varsayabiliriz. Bir yanıyla bundan hazzetmemekte haksız olmayacaktır; çünkü, “hayatın anlamı”na yönelik sorunun bugünün popüler kültüründe çok-satar bir tema olmasının ötesinde bir kavrama çabasının karşılığıdır Schopenhauer’in yaklaşımı.

    Yaşadığı dönemde -bir çok düşünürün ve yazarın kaderi olduğu üzere- tüm çabalarına rağmen istediği sonuca -tanınmaya- ulaşamamıştır. Oldukça geç bir dönemde, ömrünün sonlarına doğru duyulmaya ve akademi dışı bir filozof olarak yerini -tam istediği boyutlarda olmasa da- bulmaya başlar; anlaşılmadığını ve bu anlaşılmamamın da çağının zihniyet dünyasındaki sığlıkla ilgili olduğunu düşünüyordur Schopenhauer. Bu geç gelen ilgi bir bakıma kendisi için anlaşılırdır; bilgeliğin ödemesi gereken bedellerden biridir bu bir bakıma, zamanın ruhu felsefeyi Hegel ve Schelling gibi şarlatanlara mahkum etmiştir, ne kadar çok saçmalar ve abuk sabuk şeyler yazarsan o kadar ünlenirsin formülünden bakıyordur Schopenhauer duruma.

    David E. Cartwright’ın Schopenhauer kitabı türkçede Schopenhauer hakkında önemli bir kaynak. Kitap kısmen düşünürün fikirsel evrenini yaşamının olayları ile dolaysızca ilişkilendirerek açıklama ayartısına kapılmış görünüyor. Biyografik çalışmaların genel sorunu bu. Elbette, yazarın, düşünürün hayat hikayesinin evreleri ile öne sürdüğü fikirlerin ve argümanların, düşünme biçiminin, yazdıklarıyla yaşadıklarının bir ilişkisi kurulabilir, yersiz olmayacaktır bu. Sorun indirgeme noktasında ortaya çıkıyor daha çok. Ama yine de, oldukça yararlı bir çalışma olacaktır Schopenhauer ilgilileri için Cartwright’ın kitabı; Schopenhauer’in hayat hikayesinin yanı sıra düşüncelerinin tarihsel serüveni de kapsamlı bir şekilde sunuluyor. Burada Schopenhauer’in yaşamına yönelik söylediklerinde bu kitaptan yararlandım.

    Aksi, ayrıksı ve saldırgan mizacıyla Schopenhauer’in kendi zamanı içerisinde o zamanın moda eğilimlerine ya da yaygın düşüncelerine meydan okuyarak varolma çabasını görmek, kibirli bir alaycılık ve hırsla kendinden eminlik ve kararlılık arasında gidip gelen düşünme serüvenini anlamak önemli. Düşünceleriyle olduğu kadar felsefe tarihi içinde aldığı ayrıksı tutumuyla da Nietzsche’yi haber verir Schopenhauer. Akla yönelik temel itirazı Aydınlanmaya karşı çıkan romantik düşünceyle ortak bir zemine sahiptir, ancak Schopenhauer’ı kolayca romantizm içinde sınıflandırmak olanaksız. Schopenhauer, 19. yüzyıl ana felsefe eğilimlerinin genelinde olduğu gibi, yani idealizm-materyalizm, realizm-nominalizm kamplaşmalarında tam olarak bir yere indirgenemez, rasyonalizm-romantizm meselesinde de kolayca bir yere sıkıştırılamaz.

    Ancak, Aydınlanma rasyonalizminin sistematik ifadesini Hegel’de bulduğunu veri alırsak, Schopenhauer’un asla taviz vermediği ve yumuşatmadığı Hegel düşmanlığının, romantiklerin Aydınlanmaya karşı çıkışlarında ifadesi bulan itirazla anlamlı bir ortaklığı olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de Schopenhauer’un felsefesi, geç dönem ortaya çıkan etkileri dolayısıyla da bugün daha açık bir şekilde anlayabileceğimiz üzere, Aydınlanmacılığa ya da başka bir deyişle moderniteye, ilerlemeci iyimser ideolojisine, gerçekliğin rasyonel olarak düzenlenip hayatın akılcı olarak biçimlendirilebileceğine ve bu biçimin ideal bir düzen oluşturacağına yönelik varsayımın -ki son üç yüzyılın Batı düşüncesinin ana akımıdır bu- en köklü itirazlarını açık ya da örtük olarak içerir.

    Tanrı’nın ve devletin otoritesinin dışında, kiliseye ya da üniversiteye eyvallah demeksizin bütün aksiliği ve uzlaşmazlığıyla şekillendirmiştir Schopenhauer felsefesini. Merkezine merhameti ya da şefkati koymasıyla bile, felsefesinin bütünü, yabancılaşan ve yalnızlaşan, modernlik geliştikçe köksüzlüğünün ve içindeki boşluğun açığa çıktığı insana başka bir şekilde bakmaya yöneltir bakışımızı. Platon ve Kant’ın yanında Budha’yı birlikte dikkate alması Batı rasyonalizminin dışında bir yol arayışının ifadesi olarak duyurur kendisini. Düşüncelerinin çelişkisiz olduğu ya da kavramlarıyla her noktasında mutabakat sağlanabileceği anlamında değil, ama genel yönelimi içinde “hayatın anlamı” sorusunu hem kendi zamanına hem de sonrasına başka bir ışık düşürerek sormayı olanaklı kıldığı için Schopenhauer önemlidir.

    Arthur Schopenhauer felsefeye, eğitim bakımından görece geç başlamıştır. Nedeni, babası Heinrich Floris’in onu kendisi gibi soylu bir ticaret adamı olmaya yönledirme isteğidir. Başarılı bir ticaret adamı olan baba, “ideal bir yaşam” için felsefeyi anlamsız görecektir. Babasının erken ölümü yolu açacaktır, ancak babasına verdiği sözü tutmak için ticaret adamı olmaya çalışacağı için hemen değil. Felsefe için gerekli olan latince ve yunanca için geç kaldığını düşünecektir Schopenhauer sonrasında, ama hiç anlaşamadığı annesinin sevdiği şeyi yapması için yönelnedirmesiyle sonunda ticareti bırakıp kendi ilgi alanlarına yönelecektir.

    Tıp okumayla başlayacaktır yeni hayatı. Schopenhauer’un çok yönlü ilgileri daha bu aşamada belirgindir, doğabilimlerini, felsefi ve mistik alanlarını hayatı boyunca takip edecek, kendi kötümser ama sevgi ve merhametle temellenen “yaşam bilegeliği” anlayışında edindiği bilgileri birlikte değerlendirecektir. Geç başlayıp hızlı yol aldığını, akademiyle yıldızı hiçbir zaman barışmayacak olsa da akademide kendine özgü bri yer edindiğini söyleyebiliriz. Schopenhauer’un 25 yaşında, Yeter Neden İlkesinin Dört farklı Kökü (Über die vierfache Wurzel des Satzes vom yureichneden Grunde) adlı teziyle Jena Üniversitesinde felsefe doktorasını kazanır. Platon ve Kant bütün felsefi hayatı boyunca “kahramanları” olacaktır. Felsefeye yönelimin başlangıcında ikisinin de dikkatli bir okuyucusudur, yanı sıra Schelling okuyacak, Schleiermacher’ın ve Fichte’nin derslerine girecek, bununla birlikte, özellikle Fichte’nin felsefesine inanmadığını ilk elden gündeme getirecektir. Gerçek felsefenin yanında Fichte tarzı felsefeyi geri kalan hayatı boyunca “süslü ama yavan bir söz yığını”ndan başka bir şey olmamakla suçlayacaktır.

    “Şurası kesin ki bu dünyada neredeyse bütün insanların hayatları boyunca paylarına düşen iş-güç, tasa kaygı, zahmet meşakkat ve sıkıntı dır. Fakat bütün arzuları dilekleri daha doğar doğmaz yerine getirilmiş olsaydı eğer, insanlar ne ile doldururlardı hayatlarını ve ne ile geçirirlerdi zamanlarını? Varsayalım insan soyu kaldırılıp her şeyin kendiliğinden gelişip olgunlaştığı, sütlerin balların yerden kaynadığı, yiyeceklerin dallarından koparılmayı beklediği; herkesin gönlünden geçirdiğini hiç vakit kaybetmeksizin önünde bulduğu ve elde etmekte hiç güçlükle karşılaşmadığı Utopia ülkesine götürüldü; o zaman ne yaparlardı bu insanlar? Ya can sıkıntısından ölürlerdi ya da kendilerini asarlardı ya da olmadı birbirlerine düşer, kavga dövüş birbirlerini boğup öldürürlerdi, böylece kendilerini şimdi tabiatın onlara yazdığından daha büyük bir acı ve ıstıraba uğratırlardı. Dolayısıyla böyle bir insan soyu için başka bir tablo, başka bir hayat uygun değildir.”

    Hayatın Anlamı, Arthur Schopenhauer, çeviri. Ahmet Aydoğan, Say Yayınları.

    (Schopnehauer’in, bu isimle bir kitabı yok elbette. Bir derleme kitap bu. Parerga und Paralipomena‘dan ve İstenç ve Tasarım Olarak Dünya‘dan, insan doğası ve varoluşun özüne dair yazılarından yapılmış bir derleme.)

    Başyapıtı ya da başka bir deyişle magnum opus’u olan İstenç ve Tasarım Olarak Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung) 1819’da yayınlandığında değil yalnızca, aradan uzun yıllar geçtikten sonra da ses getirmeyecek ve karşılık görmeyecektir. Ancak Schopenhauer, bundan etkilenmez, kendinden ve yazdıklarından emindir. Sonrasında uzun bir dönem Schopenhauer kendini göstermeye çalışır, ancak başarılı olmaz. Doğadaki İrade Üzerine (Über den Willer in der Natur) 1836’da, İnsan İradesinin Özgürlüğü Üzerine (Über die Freiheit des Menschlichen Wil!ens) 1839’da, Etiğin İki Temel Sorunu (Die beiden Grundprobleme der Ethik) 1841’de yayınlanır, ama yine herhangi bir ses getirmez.

    Hegel ile Berlin Üniversitesi’nde aynı saatlere derslerini koydurarak meydan okuduğu ve hiçbir sonuç alamadığı, hüsranla sonuçlandığı, felsefe tarihinin eğlenceli bir anekdotu olarak anlatılır. Schopenhauer içinse bu, derin bir kişisel hayalkırıklığı ve daha çok da, felsefenin içinde bulunduğu berbat durumun işaretidir.

    On dokuzuncu yüzyıl felsefesi içinde ana akımla sert bir çatışmanın halindedir Schopenhauer. Hem mizacı kaynaklık eder bu çatışmaya, hem de düşünme biçiminin aldığı yön, yani felsefeden bizzat anladığı şey. Öyle ki muarızları ne kadar popüler ve şatafatlı ise felsefe alanında kendisi o kadar münzevi ve dışlanmış durumdadır. Çatışmanın, kişilikler ve onları belirleyen maddi ve düşünsel eğilimler kadar dönem içinde kendilerine pek de açık olmayan yönleri vardır, bir sonraki yüzyılda ortaya çıkacaktır bunlar daha çok. Yaşadığı süre içerisinde Schopenhauer, ancak 1851’de latince adıyla yayınlamasını istediği Parerga ve Paralipomena (Parerga und Paralipomena)’dan sonra görünür olmaya başlar.

    Schopenhauer’in ancak ölümüne doğru bir etki yaratan ve okur bulmaya başlayan metafizik-etik felsefi tutumu, geç modern dünyanın -postmodernliğin demeli belki- kendisini içinde bulacağı karanlık resme daha uygun ve sarsıcı bir bakış sunar. Bunu da, bizzat kendi zamanında tanrı’ya ve akıl’a kuşkuyla bakmaktan ibaret de olmayan, onları paranteze alan ya da dışarıda bırakan, her ikisininde merkezi konumunu yerinden eden tutumundan alır. Çok da uzak olmayan bir tarihte “tanrı’nın ölümü” ilan edilecek ve “aklın araçsallaşması”nın korkunç sonuçları deneyimlenecektir. Varoluşun ve insan doğasının karanlık yüzüyle felsefi olarak yüzleşmek konusunda Schopenhauer, zamanının bütün filozoflarından çok daha derine giden karanlık bir bakışın temsilcisidir.

    Politik açıdan muhafazakar bir düşünürdür Schopenhauer. 1848 devrimleri’ne karşı tepkisi, ayak takımına karşı düzenin savunulması olacaktır. Çünkü bu ayaklanmalar esas olarak devlet’i tehdit etmektedir ve Schopenhauer, devlet konusunda Hobbes tarzı bir yaklaşımı savunur. Yani devlet düşerse geriye zincirlerinden boşalmış bir kaos kalır, “herkesin herkese karşı savaştığı” üstesinden gelinemez bir kaotik durum. Devlet bu korkudan çıkmıştır sanki, Hobbes’un kastettiği anlamıyla “insan insanın kurdudur” düsturunu veri alarak Schopenhauer devletin “herkesin” çıkarına olduğunu düşünür. Bu devletciliğin izlerini, Schopenhauer’un Platoncu düşünce köklerinde de bulabiliriz sanıyorum. Tıpkı, “istenç” ve “tasarım” kavramları arasındaki ayrımımın Kant’a bağlı olduğu kadar, Platon’un mağara öğretisine de bağlı olması gibi. Yalnızca Schpenhauer Platon’un devlet anlayışındaki ütopik kısımla ilgilenmez. Düzen -herkesin çıkarı gereği- mevcut olmalıdır ve bunun da yolu devlet egemenliğinin sabit kalmasıdır.

    Schopenhauer’un felsefesi tarihle ve politikayla somut olarak ilgisizdir; evrenseli ve her şeyin ardındaki özü, değişmeyen hakikati anlama çabası olarak anladığı felsefe, onu güncel ve değişken tarihsel olaylara ve politik meselelere karşı mesafeli tutmuştur. Ama bu mesafe elbette 1848 ayaklanmalarında ortadan kalkar, çünkü Frankfurt’ta kaldığı evide içine alan bir toplumsal altüst oluş yaşanmaktadır. Ayak takımına karşı düzenin kurulmasından yana tavır sergiler, “ıstırap felsefesi”ni insan ıstırabının nihai olarak giderilemeyeceği düşüncesinden hareketle kalabalıkların ayaklanmalarını önsel olarak olumsuzladı. Bu elbette, soylu tacir babasından miras kalan paraları kadar benliğinde yerleşmiş sınıfsal bir miras olarak da görülebilir. Filozofun kendine vehmettiği mesafe elbette tarihsel olaylardan korunmasını asla sağlamaz, monarşiyi desteklemenin ve bu destek için öne sürülen düşüncelerin anlamını da filozofun kavramsal araçları belirleyemez.

    Felsefesinin soyut metafizik yönü de, somut tarihin dönüştürücü gücüne karşı kapalılığının izahını içerir bir bakıma. Schopenhauer’in anladığı anlamda yegane “kurtuluş” politik düzenin veyahut da sınıfsal ayrımların değiştirilmesi, ortadan kaldırılması, toplumsal sefaletin sonlandırılması vs ile değil “istencin reddedilmesi”yle mümkündür. Elbette, burada, Schopenhauer felsefesinin yegane anlaşılma biçiminin bundan ibaret olacağını söyleyemeyiz; belirli bir felsefi yönelim o yönelimin kurucusu tarafından bile nihai olarak anlam itibariyle belirlenemez. Nitekim, 1848 devrimlerinin başarısızlığının sonrasında oluşan siyasal ve kültürel atmosfer, Schopenhauer felsefesinin daha çok alıcı bulmaya başlayacağı bir durum yaratmıştır. 1850’lerden itibaren Schopenhauer felsefesine “müridler” bulmaya başlayacaktır.

    Bu felsefenin ne olduğuna başka yazılarda devam etmeyi umarak, genel bir görünümünü tarif etmekle yetineyim burada.

    Bütün Alman idealizmi ve romantikleri gibi Schopenhauer’da Kant’tan hareket eder, kavramları ve düşünme tarzı, Kant’ın “kopernmik devrimi”nin mantıksal sonuçlarından biridir. Schopenhauer kendisini Kant’ın başlattığı ama bir çözüme kavuşturamadığı, sonrasında da ardılları tarafından çarpıklaştırılan temel soruna, numen-fenomen ayrımında belirginleşen soruna çözüm getirmiş biri olarak görmektedir. Metafizik, estetik, epistemoloji ve etik alanlarında Kant’ın kavramsal ayrımlarını ve kategorilerini yeniden içeriklendirerek sürdüren bir düşünme biçimi geliştirir. Diğer Kant ardıllarından en temel farkı, sade ve açık yazısıyla Kant düşüncesini aynı zamanda basitleştirmiş olmasıdır en başta. Diğerleri, bir “sabun köpüğü” olan Fichte, Schelling ya da Hegel felsefeleri, Kant’ı anlamadıkları gibi, süslü, şatafatlı ve bulanık yazılarıyla bu kavrayışsızlıklarını gizlerler de. Platon’un “idealar öğretisi”ne ve Kant’ın numen ile fenomen arasında yaptığı ayrıma sadık kalarak Schopenhauer, safsatanın değil gerçek felsefenin asıl devamcısı olduğunu öne sürer.

    Schopenhauer Kant’ın “kendinde şey” ile “fenomen” arasında yaptığı ayrımı, kendi istenç ve tasarım rasındaki ayrımına dönüştürmekle, Kant’ın bir anlamda sonuna kadar götürmediği ve bu nedenle de çözümsüz bıraktığı iç görüsünü tamamladığı iddiasındadır. Bu önemli bir iddiadır, çünkü Kant’ın bilinemez olarak bıraktığı kendinde şey’in istenç olarak bilinebilir olduğunu öne sürerek Kant’ın asla gitmeyi tercih etmeyeceği yöne doğru gider. “Tasarım olarak dünya” fenomenal dünyadır; “yeter neden ilkesi”ne bağlı olarak nesnelerin zaman, mekan ve nedensellik uyarınca bir özneye göre nesneleşmesi ya da görünürleşmesidir. Bunu, İstenç Ve Tasarım olarak Dünya kitabında “dünya benim tasarımımdır” şeklinde ortaya koyacaktır.

    Ama dünya elbette bir özneye görünür olduğu biçimiyle yani bir tasarım olmaktan ibaret olamaz. Gerçek dünya istenç/irade olarak vardır, onun bilgisi de mümkündür ancak bu bilgi rasyonel olarak temellendirilebilir değildir. “Kendinde şey istençtir” ve onu sezgisel olarak bilmek mümkündür; içsel deneyimimim sezgisi, her şeyin nesneler arasındaki nedensel ilişkilerden oluşan bir nesne olmaktan ibaret olmaktan ibaret olmadığını bana duyurur. Aksi halde, dünya sadece benim tasarımımdan, algı ve ona dayalı bilgi biçimiyle bildiğim dünyadan ibaret olurdu ve geriye bir şey kalmazdı. Dünya ve yaşam dediğimiz, zaman, mekan ve nedensellik gibi zihinsel kategorilerden oluşan bir gerçeklikten ibaret olurdu. Ve bu da gerçek olmayan bir gerçeklik olurdu. Schopenhauerci “irade özgürlüğü”nün anlamı buradadır. Bu özgürlük, insanları seçim yapma ya da karar vermeleri anlamında değil, şeylerin içsel özü olarak istencin zaman ve mekandan ve dolayısıyla nedensellik ilişkilerinden bağımsız olmasını ifade eder. Spinoza’nın tanrısına benzer istenç bu haliyle, nedeni kendinde başka bir yerde değildir, amaçsız bir kendindelikle hareket eden özgürlüktür istenç. Herhangi bir öznenin tasarımı değildir, tasarım dünyasının koşulu olan özne-nesne ayrımından bağımsız bir oluş halidir.

    Bu haliyle bile Schopenhauer’in doğrudan Hegelci “rasyonel olan her şeyin gerçek, gerçek olan her şeyin rasyonel” olduğunu söyleyen rasyonalizme meydan okuduğu anlaşılabilir. Hegel, Kantçı ayrımı ihlal ederek kurmuştur sistemini, kendinde şey’i rasyonel olarak, epistemolojik düzlemde bilinebilir olarak kaydetmiştir. Schopenhauer bir bakıma o ihlali sonlandırmak için Kant’a geri döner. Schopenhauer’un, Aydınlanmacı rasyonalizmin kırılma noktalarından biri olmasının temel nedeni budur. Keninde şey istençtir ve istenç asıl gerçektir; felsefe eğer hakikatin üzerine örtülen örtüyü kaldırabilirse bunu gösterebilir. İstençin akıldışı bir güç olması, dünyanın rasyonel ve ilerlemeci bir anlayışla düzenlenebilirliğini öne süren iyimserliğe felsefi olarak son verir. Asla nihai olarak doyurulamayacak olan istenç, varoluşu acı ve ıstırapla daim kılar ve bu da kötülüğün gayri-şahsi bir şey olduğunu gösterir. Bunun sonucu ise, salt kötümserliktir. Tarihi ve toplumsallığı bu denli paranteze alabilmek ne kadar olanaklıdır bir sorun olsa da, Schopenhauerci kötümserliğin ilerlemeci rasyonel aydınlanma fikrine getirdiği itirazın önemi açık olsa gerek.

    Teorik olarak ortaya konulabilen, bir anlamda Kantçı “saf aklın” sınırlarında ne olduğu gösterilebilen irade-tasarım ayrımının, doyumsuz iradenin zorunlu bir sonucu olan varoluştaki sonsuz ıstırabın teorik bir çözümü yoktur. Tam da bu noktada Schopenhauer, çözümü ya da kurtuluşu “pratik” olarak arar. Bu yine Kantçı “pratik” kavramından hareket etse de ondan çok başka yöne gider. Estetik ya da estetik deneyim, ıstırabı sonlandırmaya yönelik boşa çabalardan kurtulmanın öncelikli yoludur.

    Sanatsal ürünlerden estetik deneyim yolluyla elde edilen bilgi, insanın kendi zamansallığını ve bireyselliğini aşabilmesini sağlar. Bu bilgi, bir bakıma Platoncu anlamda “gündelik bilgi”den farklı olarak “idealların bilgisi”dir. Sanat eseri karşısında ya da doğada vardır böyle bir deneyimin imkanı. Bir diğer kurtuluş yolu ise etik’tir. Kantçı ödev ahlakını, kategorik imperatif’i benimsemez Schopenhauer. Aksine, insan doğasıyla ilgili bir noktadan kalkış yapar. İnsan doğası ise karakteriyle belirlenir, yani bencillik, kötülük ve merhamet motiflerinin işleyişiyle. Merhamet felsefesi sayılır bir bakıma Schopenhauer’in felsefesi; çünkü, bencillik ve kötülüğün karşısına, bir bariyer olarak merhameti, başkasını kendisi olarak kendini başkası olarak kavramayı önerir. Gerçek etik varoluş, bu bariyerden ibaret değildir elbette, bu bariyer de tümüyle güvenli değildir; aslolan iradenin yadsınması, bir tür hayattan vazgeçiş ve bunun için benliğin öldürülmesi, yani çileciliktir.

    Şimdilik yeterli olsun bu.

    1860’da öldüğünde felsefesinin ve şahsının hak ettiği yeri ya da karşılığı bulduğunu düşünüyor muydu Schopenhauer bilinmez. Felsefesini tanıtma ve kabul ettirme çabaları uzun bir zaman boşa çıkmış, kitaplarının yeniden basımı yıllar sonra gündeme gelebilmiştir. Geç bir şöhrete kavuştuğundan söz edebiliriz, ama asıl ilgiyi ölümünden sonra görmeye başlayacaktır. Istırap ve ölümle koşullanmış hayatın anlamını sorgulaması, endişeli bir varoluşa mahkum olan insan doğasını anlama çabası, odağında merhamet olan bir bilgelikle bu kötücül dünyada olma haline çare araması, estetik deneyime verdiği ayrıcalıklı önem vs. ile başlarken söylediğim gibi, asıl olarak yirminci yüzyıldan itibaren ilgi görecektir.

    “Varoluşun nihilistik doğası”nı ve bir anlamda insan aklının “nihilistik değerler”le bu gerçekliği bastırma ya da ters yüz etme çabasını ilk olarak açıklıkla serimleyen düşünürlerden biridir Schopenhauer; tam da bu nedenle dünyanın tasarımsal karşılıklarına -ister din olsun ister modern bilimsel ya da laik dünya görüşleri- hakikati ıskaladıkları ölcüde kökten itiraz edecektir. Bu itiraz boyunca da söz konusu dünya resimlerinin deşifre edilmesine sebep olacaktır.

    Schopenhauer’in geç gelen etkisinin gücü bu itiraz ve anlama çabasından kaynaklanır. Ondan etkilenen sonraki düşünür ve sanatçıların listesini yapmak kolay değildir. Kierkegaard, Wagner ve Nietzsche ilk elden sayılabilir. Nietzsche üzerinden bile -her ne kadar Nietzsche daha sonra Schopenhauer’in nihilizmin ilk aşamamısna, olumsuzlamaya saplanığ kaldığını söyleyecek olsa da- onun yirminci yüzyıl düşüncesine etkisinin genişliğini fark edebiliriz. Freud ve Jung gibi psikanalizden ibaret değildir bilimsel alanda etkilediği insanlar, Durkheim, Einstein, Schrödinger gibi bilim insanları da dahildir. Jacob Burckhardt’tan Mahler’e, Arnold Schönberg gibi müzisyenler, Baudelaire, Beckett, Borges, Conrad, Gide, Hesse, Mann, Maupassant, Melville, Poe, Tolstoy, Proust, Wolf gibi yazarlar, Bergson, Hartman, Franfurt Okulu, Max Scheller, Ludwig Wittgenstein gibi düşünürler bu listeye girer.

    Genelde Schopenhauer etkilerinin listesinde bahsi geçmese de, Thomas Bernhard’ı bu listenin en önemli figürlerinden biri olarak listeye dahil etmek gerektir. Bernhard romanlarında Schopenahuer felsefesi hem yankılanır, hem de karakterler doğrudan Schopenhauer’in aşırı “gerçekci” ve “kötücül” evreninin taşıyıcısı olarak sahnede yerlerini alırlar. Bernhard’ın tuhaf sayılan roman dünyasında Schopenhauer felsefesinin yeri özel olarak incelenmeyi gerektiriyor.

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/
  8. herif tam bir kadın düşmanı. aşkın metafiziğinde kadınlar insan mıdır? diye sormadığı kalmış. bu kitabı ballandıra ballandıra bana öneren beyfendiye selam olsun. kadınları kuluçka makinesi gibi gören bu adamın nesi etkiledi seni bu kadar? niye bu kitap??