1. çıplak ayakla yere basmayayım, ayağıma taş batmasın ihtiyacından yola çıkıp statü unsuru haline gelen giyim kuşam bişeysi. bir ayakkabı ne kadar rahatsız ve süslüyse onu giyen o kadar işsizdir. sivri burunlar, yüksek topuklar, zahmetli bağcıklar, pahalı malzemeler ayakkabıyı giyen insanın gün boyu ayakta duran, emek sarfeden biri olmadığının göstergesidir.
    şimdi başka konuya atlayacağım. biz eve girerken ayakkabılarımızı çıkarırız, elin gavuru çıkarmaz. ama bu konunun mazisi günümüzde zannedilenin aksine hijyen ihtiyacıyla çok bağlantılı değildir. ayakkabı çıkaran ve çıkarmayan kültürlerin konut mimarisi ile bağlantılıdır. geçmişe bakıldığında konutların zemini taş ya da sıkıştırılmış toprak olan kültürler hane içinde de ayakkabı ile gezerler. ahşap zemin, veya halı, hasır gibi yer örtüsü kullanılan kültürler ise hane içinde ayakkabıya ihtiyaç duymaz, bunun yanısıra yer örtülerinin aşınıp yıpranmasından da kaçınır. ayakkabılarını kapıda çıkarır.
    eski evlerde taşlık diye bir giriş alanı olurdu hatta. ayakkabı ile girilir, ayakkabı taşlıkta çıkarılır, bir basamakla ahşap zemine ulaşılırdı. güzel bir mimari çözümdü. böylece kapı önünde ayakkabı yığınları da oluşmazdı. apartmanlaşmaya geçerken bu mimari değerleri unuttuk gitti. yazık oldu.
  2. her renk/model ayakkabı her kıyafetin altına olmaz. bu durumda üç beş farklı renk ve tarzda babet, üç beş düz ayakkabı, bi kaç farklı renk ve tarzda spor ayakkabı, eğer çalışıyorsanız farklı tarz ve topuk boylarında 8-9 topuklu ayakkabı, iki - üç çizme, bir iki bot/ bootie, üç beş terlik, iki sandalet, iki-üç abiye derken yaklaşık 30-40 çift ayakkabı olması gayet olağandır ve tabi ki yine de dışarı çıkarken "bunun altına giyecek uygun ayakkabım yok yaaa" krizi yaşanacaktır.

    valla o otuz çiftten hiç biri olmuyor. olsa neden yenisini alalım.
  3. bir anne sozu ; ayakkabiya verilen paraya acıma kızım
    belit