1. kanımın damarlarımda şimdiki günlere nazaran çok daha hızlı aktığı günlerdeydi. hem dünyaya daha büyük bir iştahla bakıyordum, hem kızdıklarıma daha çok alevler saçıyordum. siyahın en siyah beyazın en beyaz olduğu, grilerin tolere edilmediği bir gözlükle görüp aynen de öyle algılarken dünyayı, dünyanın bütün görmüş geçirmiş, başarmış- benim gözümden baktığında- olmuş ve hatta belki de doymuş adamlarına ve en basta da babama büyük bir gıpta ile bakıyordum. bir ömre çok şey sığdıran insanları görüp, benim o günkü yaşımda neler neler yaptıklarını fark edip kendi yapmazlıklarıma “yapamazlıklar” kılıfları arayıp kendimce bulurken, "fatih'in istanbul’u fethettiği yaşta olmaktan dolayı bile kafam bulanıp her şeyin suçunu belki de fatih gibi padişah bir babaya sahip olmayışıma atıyordum. öyle ya, onun tuzu kuruydu, babası padişahtı, enderun’un en büyük âlimleri yetiştirmişti onu, koca devlet-i ali osmanî emrine amadeydi. ama ben öyle miydim, onun aldığı eğitimin onda birini bile alabilmek için yarış ati gibi koşmak zorundaydım. zaten sadece eğitim alarak da büyük adam olmuyordu bu adamlar herhalde. ben de okuyordum ama bunlar bu kadar şeyi nereden biliyorlardı. hadi bildiler diyelim, bu geldikleri noktalara sadece bilmekle mi erişiyorlardı. arzu, tutku, gıpta ve hatta kıskançlık ve üniversite öğrencisi öfkesi birleşmiş önce beynimde sonra dilimde bir alev topuna dönüşmüş her tarafa akarken, yine her zamanki gibi içsel tüm patlamalarımı babama yaptığım günlerden biriydi iste. hep beraber oturduğumuz evimizin mutfağında, babam sigarasını tutturup çayını yudumlarken ben kalorifer peteğine yaslanmış bir anlatıyor beş dinliyordum. hem onu dinlemekten çok keyif alıyor hem de ağır ağır konuştukça iki cümlenin arasına derin bir nefes sigara çekimi ve bir yudum kacak çay keyfi sıkıştırdıkça sabırsızlanıp kızıyordum içten içe. "yüksek lisans yapmak istiyorum. ama bana etiket olsun diye değil, bilmek istiyorum, bilmek istediğim için yapmak istiyorum. mesleğimi seviyorum, hoşnudum ama bir daha dünyaya gelsem bunu mu seçerdim sorusuna koşulsuz hayır derim. ben sosyoloji ya da tasavvuf üzerine eğitim almak istiyorum. ama nasıl olacak bunlar; ben mühendislik öğrencisiyim. hem ben bu dünyada bir işe yaramak istiyorum. sırf kesemi doldurup gitmek istemiyorum." diye haykırıyordum adeta bu sözleri dünyada ilk sarf eden insanmışım edasıyla... ve babam, hâlâ anlayamadığım bir sabır ile beni dinliyor arada bir de tatlı tatlı gülümsüyordu -ki içten içe benle dalga mı geçiyor acaba diye düşünmekten kendimi alamazdım-. "bitti mi?" dedi, sigarasından bir nefes daha çekip. "bitmedi ama buyur babacım". "evet, fatih'in babası padişahtı. işte zaten tam da bu yüzden onun hedefleri ve herkesin ondan beklentileri çok daha büyüktü. yapmayadabilirdi. ama yaptı. sen de hayatta istediğin her şeyi yapabilirsin. bedelini ödemeye razı olduğun müddetçe. bilmek mi istiyorsun. bilebilirsin. üstelik bilmenin tek yolu akademik dünyadan geçmez elbette. ama istersen o yolda da ilerleyebilirsin. ama bedelini ödemeye razıysan..." kafam karışmıştı. zaten o dönemde en sinir olduğum cümleleri bir kez de babamdan duymak hiç de hoşuma gitmemişti. "istediğin her şeyi yapabilirsin." ama babam bu cümleyi "yeter ki inan ya da iste" diye tamamlamak yerine o çokbilmiş kişisel gelişim kitaplarından farklı bir şey söylemişti. "bedelini ödemeye razıysan"... hiç bir şey anlamamıştım. çok çalışmam gerektiğini kastettiğini sanmıştım. içimdeki anlamazlık o kadar yüzüme vurmuştu demek ki babam sanki dakikalarca susan o değilmiş gibi kaldığı yerden ayni ses tonu ile devam etti. "bilmek büyük bir sorumluluktur. bilmek, yalnızlık getirir. bilmek, farklılaştırır ve farklı öteki olur, öteki yalnız kalır. bilmek, sorumluluktur. bilmek, yapmak gerektirir. bilip de yap(a)mamaksa acı getirir. iste o çok özendiğin "büyük" adamlar gibi olmak istiyorsan tüm âlimlerin asırlık yalnızlıklarına, dışlanmalarına ortak olmayı göze almalısın. belki de bunun için demiştir ki rahman: "ilmi dileyene, rızkı dilediğime veririm." bilmek, akıl işidir belki ama bilmeyi istemek gönül işidir, gönüllülük işidir, adanmışlık işidir."

    bugün, masamda oturmuş 35yaşımın değerlendirmesini yaparken, kendimi - sevdigim yazarın çok beğendiğim tabiri ile- "yaşamasız" olarak nitelendirirken, edinimlerim, hayallerim, yaşama amacımı düşünüp geçmişin samanlığında bir iğne arıyorum sanki. şimdi masamda oturmuş, 35 yılın muhasebesini bir t hesabında yaparken; alacaklar ve borçlar diye hayatımı ikiye bölmeye çalışırken, ne bilmeye adanmış bir hayat ne de çılgın kalabalığın bir parçasını görüyorum. işte bu yüzden "yaşamasız" deyisini sevdim. öyle "yaşamasız" kalmışlar var galiba hayatta. ne tüm kurallarına kafa tutabilecek kadar cesuruz şu hayatın ne de özümseyip öğretilenleri iyi bir "yaşam takipçisi" olabilmişiz galiba. öyle yaşamasız iste hayatta "asılı kalmış" bir grubuz sanki. belki birbirimizi seçebiliyoruzdur kalabalıklar arasında. her girdiği ortamda -ister girişken olsun ister çekingen- bir arkadaşa bakıp çıkıcam" hissi veren tipleriz. ne bilmelerimiz "bizi her şeyi bir kenara itip bildiklerimizle hem hal olmuş olgun, melankolik ama mutlu edecek kadar çok ne de bilmediklerimiz" hayatın içinde akmamızı kolaylaştıracak kadar çok.
  2. acıyla umudu aynı anda verir. acının karamsarlığına kapıldığında uçuruma, umudun kapılarına getirdiğinde ise aydınlığa götürür.