• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.78)
der himmel über berlin - wim wenders
arzunun kanatları, savaş sonrası dönemin ve modernizm atmosferinin karıştığı berlin'de gezmekte olan iki meleğin öyküsünü anlatır. utanç duvarıyla ikiye bölünen berlin şehrinde insanları gözlemleyen damiel ve cassiel isimli iki melek insanlara görünmeseler de tüm yalnız ve depresif ruhlara yardım etmektedir. şehrin yaşadığı yıkımın ve tarihin yakın tanıkları olan melekler, insanların üzücü düşüncelerini duydukça onları rahatlatmaya çalışmaktadır. damiel ve cassiel insanlara görünmez olsa da sadece çok iyi kalpli bazı çocuklara görünebilmektedir. bir gün damiel, güzeller güzeli bir artist olan marion'a aşık olur ve hayatı tecrübe edebilmek için insan formuna dönüşebilmeyi dilemeye başlar.


  1. iki yıldır aklımda wenders izlemek vardı. (bkz: youreads sinema grubu) vesilesiyle nihayet dün izleme şerefine erişmiş oldum 87' cannes ödüllü bu şahane filmi.

    !---- spoiler ----!

    film hakkında aldığım birkaç not var, onları dile getirmek istiyorum. dört numaralı giriş, yani oz'un yazdıkları benim üstümden büyük bir yükü kaldırıyor. filmin girişinde ve belli yerlerinden duyduğumuz şiir, filmin dokusuna yerleşmiş adeta filmi temsil etmiştir.

    bruno ganz'ın insan olmaya duyduğu merak ve heyecanı anlattığı tirat kayda düşülmelidir. yirmi beş yıldır insanım, bu kadar iyi anlatamam insanlığımı. yine trapezci kızımızın, yani damiel'in insan olma arzusunda bardağı taşıran son damlanın, iç monologları("zaman her yarayı iyileştirir. peki ya zamanın kendisi bir hastalıksa?" gibi) ve bar taburesinde damiel'a söyledikleri(çünkü yalnızlık şu demektir: 'artık bir bütünüm.'...) filmin şiirselliğini katbekat arttırıyor.

    meleklerin düşünceyi okuma gücü ve çaresiz insanlara baktıklarında o insanların adeta gözlerinin konuşması keyif aldığım ayrı bir noktaydı. bir insan sesli bir şekilde "çok mutsuzum" dese bizden bir şeyler beklediğini düşünüp burun kıvırırız ancak melekler aracılığıyla onların sessiz çığlıklarına kulak misafiri olmak büyük bir tecrübe oldu.

    filmdeki renk kullanımı(kimi sahnelerin siyah-beyaz kimi sahnelerin renkli oluşu) kullanımın nedenini fark edince büyük bir etki yaratıyor. yaklaşık bir buçuk saat sonra meleklerin renkleri göremediğini ve siyah-beyaz sahnelerin meleklerin perspektifinden işlendiğini öğreniyoruz. işte bu sinemadır.

    filmde içimi en çok acıtan sahne de intihar etmek üzere olan bir adama karşı meleğimizin çabalarının yetmeyişi ve meleğin acı çığlığıdır.

    çamaşır salonundaki kadının türkçe konuşması ve maalesef türk kadınına özgü sorunları, damiel'ın türk berberlerine jesti, filmde türkçe tabelalar görmek ve zülfü livaneli'yi böyle bir filmde dinlemiş olmak, efsane capslerden olan balkona türk bayrağının asıldığı o fotoğrafa götürüyor insanı.
    !---- spoiler ----!

    kısaca diyaloglarıyla, kendini geç ifşa eden hikayesiyle, küçük ama etkili teknikleriyle, bruno ganz'ıyla, türk unsurlarının kullanımıyla hafızada yer edecek bir film.
  2. 'der himmel uber berlin' yani 'berlinin üzerindeki gökyüzü'
    başlarında bir türlü adapte olamadığım bir filmdi benim için. sürekli kaygılar,düşünceler,ah' lar,vah' lar dan ibaret insanların iç sesleri, yaşam manzaraları ,arada alaka olmaksızın geçip duran hikayelerle başlıyor. tek bağlantımızsa onları izleyen,dinleyen,dikkate alan,hatta imrenen,merak eden melekler. başrollerde bruno ganz - ki bana göre çok güzel bir simaya sahip- , otto sander,solveig dommartin,peter falk ın oynadığı
    win wendersin yazıp yönettiği film 2. dunya savaşının,alman halkının gözünden yıkımın sebep olduğu acıları aslında bu durmadan filmde akıp giden düşüncelerle ortaya koyuyor. sık sık eskiye özlem duyan insanlar savaştan önceki evleri,komşuları, arkadaşlarıyla vakit geçirdikleri yerlerin harabesiyle karşı karşıya kalışları,ve zarar gören çocuklar.. çocuklar.. ki bence filmde ayrıntısı güzel düşünülmüştü.. !---- spoiler ----!

    yalnızca onlar melekleri görebiliyor

    !---- spoiler ----!
    savaşın yıkımının yanında en dikkatimi çeken şey ise insanların berlin duvarındaki resimleri. asker tarafında bulunan duvarların bir o kadar soğuk,renksiz,sadece ve sadece bir yapı özelliği gösterirken, halkın tarafında olan kısmın rengarenk,canlı olması insana o durumda dahi güzel duygular uyandırıyor.insanı insan yapan şeyi bir kez daha gözümüze sokuyor.
    !---- spoiler ----!

    nitekim filmin sonunda insan olan meleğimiz ilk defa gördüğü renkleri buradan öğrenmiştir

    !---- spoiler ----!

    film iki açıdan izleyiciye sunulmuş. birincisi daha çok bu şekilde göreceğimiz siyah-beyaz olan hep dışardan takip edilen bir dünya^:meleklerin gözüyle^,diğer yandan renkli,iç seslerin olmadığı, hissedilen,yaşanılan dünya^:insanların gözüyle^. burada dikkatimi çeken şey meleklerin dış dünyaya izlemek dışında yaptıkları tek müdahalenin 'umut vermek' olmasıydı. ne zaman insanların kendi içinde umutsuz konuşmaları olsa buna üzülen melekler dokundukları insanın içini umutla dolduruyordu bir anda ve iç sesler bi anda farklı yönde konuşma yapıyordu.

    daha fazla filmle ilgili spoiler vermemeye çalışmadan bitireyim artık.filmde peter falk'ın da dediği gibi: !---- spoiler ----!

    kendin yaşayarak öğren, güzelliği orada zaten

    !---- spoiler ----!^:ya da ona benzer birşey :)^

    filmi yalnızca vakit geçirmek için izleyene önermem,fakat sinemayla gerçekten ilgilenen insanlar için izlenmesi gereken bir film. harika monologları var ki,beni izlediğim filmler arasında en çok etkileyen monologlardan birisi olan bruno ganz'ın filmin başındaki konuşmasıyla bitiriyorum. insan olmayı sorgulatan, söylediklerini yapabiliyor olmanın aslında bize nasıl bir duygu kattığını bile hiç düşünmediğimiz şeylerde nasıl bir haz olduğunun meraklı konuşması..

    !---- spoiler ----!

    yağmurun altında şemsiyesini kapatıp kendini ıslanmaya bırakan bir kadın yolcu. öğretmenine eğrelti otunun topraktan nasıl çıktığını anlatan bir öğrenci. buna şaşıran bir öğretmen. varlığımı hissedince saatine dokunan. kör bir kadın. böyle ruhani bir şekilde yaşamak, sonsuza dek her gün insanların arasına karışmak çok güzel. hayaletliği ispatlamak. ama bazen bu sonsuz, ruhani varlığımdan sıkılıyorum. sonsuza dek her şeyin üstünde süzülmek istemiyorum, üstümde bir ağırlık hissetmek istiyorum. içimdeki sınırsızlığı kaldırıp, beni toprağa bağlasın. her adımda ya da rüzgar esintisinde, her zamanki gibi "daima" ve "sonsuza dek" değil. kağıt oynanan bir masaya oturmak, selamlanmak. bir baş işareti yeter. şimdiye kadar katılmış olsak da bu göstermelikti. aslında geceleri boks maçlarına göstermelik olarak katıldık. sonra göstermelik olarak balık tuttuk. sofralarda göstermelik olarak oturduk, orada yedik ve içtik ama göstermelik. kuzular kızarttık ve şarapları beklettik. dışarda çöl çadırının yanında, hepsi göstermelik. hemen bir çocuk yapıp ağaç dikmek istiyorum demiyorum. ama uzun bir günden sonra, philip marlowe gibi eve gelip, kediyi beslemek güzel olurdu. ateşinin çıkması, gazeteden parmaklarının boyanması, sadece ruhsal olarak değil, gerçek bir yemekle beslenmek. bir boyun veya kulak çizgisinden etkilenmek. yalan söylemek, istediğin kadar. yürürken iskeletinin de beraber geldiğini hissedebilmek. her şeyi bilmek yerine, tahmin etmek zorunda kalmak. "ah"... "oh".."ah" ve "yo" diyebilmek. evet ve amin yerine. evet. bir kere de olsa kötülükten heyecan duymak.geçen insanlardan dünyanın tüm kötü ruhlarını ve şeytanlarını alıp, onları dünyaya saçabilmek. yabani biri olmak. ya da en sonunda masanın altında, ayakkabılarını çıkarabilmeyi hissetmek. ya da parmaklarını oynatabilmek.^:evet burada ayak parmaklarımı oynattım^ yalın ayak, böyle. yalnız kalmak, oluruna bırakmak, ciddi olmak. ancak, ciddi kalabildiğimiz ölçüde yabani olabiliriz. bakmaktan başka bir şey yapma. topla, kanıtla, doğrula, koru. ruh olarak kal. mesafeli ol, sözüne sadık kal.

    !---- spoiler ----!

    ayrıca (bkz: youreads sinema grubu)
  3. mükemmel bir film. gerçekten ama gerçekten buraya gelip "film iyi değil" yok "abartılmış falan filan" demeyin. vallahi yazık. bu filmi çerez yerken izlerseniz olacak olan odur. neyse, izleyip de sevmeyen arkadaşların aflarına sığınarak bu mükemmel film hakkında ufak da olsa bir şeyler yazmak ve peter handke'nin o müthiş çocukluk şarkısı'nı eklemek istiyorum.

    beni uzun zaman sonra orgazma ulaştıran filmlerden birisi.. öyle laf olsun diye değil bildiğin beynim tam anlamıyla orgazm oldu.. sinemanın ne denli gerçek -belki de en kıymetli- bir sanat olduğunu ispatlayan şaheserlerden.. kesinlikle izlenmeli..

    özellikle meleklerin bir oto galeride lüks bir bmw'nin içinde oturup karşılıklı gün içinde ne yaptıkları bizim eski meleğin enfes diyaloğu:

    !---- spoiler ----!

    yağmurun altında şemsiyesini kapatıp kendini ıslanmaya bırakan bir kadın yolcu. öğretmenine eğrelti otunun topraktan nasıı çıktığını anlatan bir öğrenci. buna şaşıran bir öğretmen. varlığımı hissedince saatine dokunan. kör bir kadın. böyle ruhani bir şekilde yaşamak, sonsuza dek her gün insanların arasına karışmak çok güzel. hayaletliği ispatlamak. ama bazen bu sonsuz, ruhani varlığımdan sıkılıyorum. sonsuza dek her şeyin üstünde süzülmek istemiyorum, üstümde bir ağırlık hissetmek istiyorum. içimdeki sınırsızlığı kaldırıp, beni toprağa bağlasın. her adımda ya da rüzgar esintisinde, her zamanki gibi "daima" ve "sonsuza dek" değil. kağıt oynanan bir masaya oturmak, selamlanmak. bir baş işareti yeter. şimdiye kadar katılmış olsak da bu göstermelikti. aslında geceleri boks maçlarına göstermelik olarak katıldık. sonra göstermelik olarak balık tuttuk. sofralarda göstermelik olarak oturduk, orada yedik ve içtik ama göstermelik. kuzular kızarttık ve şarapları beklettik. dışarda çöl çadırının yanında, hepsi göstermelik. hemen bir çocuk yapıp ağaç dikmek istiyorum demiyorum. ama uzun bir günden sonra, philip marlowe gibi eve gelip, kediyi beslemek güzel olurdu. ateşinin çıkması, gazeteden parmaklarının boyanması, sadece ruhsal olarak değil, gerçek bir yemekle beslenmek. bir boyun veya kulak çizgisinden etkilenmek. yalan söylemek, istediğin kadar. yürürken iskeletinin de beraber geldiğini hissedebilmek. her şeyi bilmek yerine, tahmin etmek zorunda kalmak. "ah"... "oh".."ah" ve "yo" diyebilmek. evet ve amin yerine. evet. bir kere de olsa kötülükten heyecan duymak.geçen insanlardan dünyanın tüm kötü ruhlarını ve şeytanlarını alıp, onları dünyaya saçabilmek. yabani biri olmak. ya da en sonunda masanın altında, ayakkabılarını çıkarabilmeyi hissetmek. ya da parmaklarını oynatabilmek. yalın ayak, böyle. yalnız kalmak, oluruna bırakmak, ciddi olmak. ancak, ciddi kalabildiğimiz ölçüde yabani olabiliriz. bakmaktan başka bir şey yapma. topla, kanıtla, doğrula, koru. ruh olarak kal. mesafeli ol, sözüne sadık kal.

    !---- spoiler ----!

    sonra; filmin başında, ortasında ve sonunda geçen peter handke'nin müthiş şiiri:

    derenin ırmak olmasını isterdi, ırmağın sel,
    bir su birikintisinin de deniz olmasını.
    çocuk henüz çocukken çocuk olduğunu bilmezdi.
    herşey yaşam doluydu ve tüm yaşam birdi.
    çocuk henüz çocukken hiçbirşey hakkında fikri yoktu.
    alışkanlıkları yoktu
    bağdaş kurup otururdu, sonra koşmaya başlardı.
    saçının bir tutamı hiç yatmazdı
    ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi…
    çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti.
    neden ben benim de sen değilim,
    neden buradayım da orda değilim.
    zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor.
    güneşin altındaki yaşam sadece bir rüya mı?
    gördüklerim, duyduklarım, kokladıklarım sadece dünyadan önceki dünyanın bir görüntüsü mü?
    gerçekten kötülük var mı?
    gerçekten kötü insanlar var mı?
    nasıl olur da ben olan ben olmadan önce var değildim ve nasıl olur da ben olan ben, bir zaman sonra ben olmayacağım…
    çocuk daha henüz çocukken ıspanağı, bezelyeyi, sütlacı ve karnabaharı ağzında geveleyip dururdu,
    ama şimdi hepsini yiyor, üstelik mecburiyetten değil.
    çocuk henüz çocukken bir keresinde yabancı bir yatakta uyandı.
    şimdi tekrar tekrar uyanıyor.
    bütün insanlar güzel görünürdü, şimdi ise sadece bazıları.
    cenneti gözünün önüne getirebiliyordu, şimdi ise tahmin ediyor.
    hiçliği düşünmezdi, bugün ondan ürküyor.
    çocuk henüz çocukken hevesle oyun oynardı,
    şimdi ise ancak yaptığı işle heyecanlanıyor.
    çocuk daha henüz çocukken elma ve ekmek yemek yeterliydi.
    bu bugün de böyle.
    dutlar ellerini doldururdu, bugün ki gibi
    taze cevizler buruşuk bir tat bırakırdı ağzında, hala bırakıyor.
    çocuk henüz çocukken bir dağın doruğuna vardığında biraz daha yükseğini arzululardı hep,
    büyük bir şehir gördüğünde daha büyüğünü isterdi, bugün de böyle bu.
    coşkuyla ağaçların dallarına tırmanırdı tepedeki kirazları toplamak için, bugün de böyle bu.
    kızarırdı yüzü yabancıların gözü üstündeyken, bugün de bu değişmedi.
    sabırsızca ilk düşen karı beklerdi,
    bugün de yaptığı gibi.
    çocuk daha henüz çocukken
    zıpkın gibi bir çomak fırlattı ağaca
    bugün hala titrer çomak o ağaçta.

    ve tabii, filmin sonunda trapezci kızın söyledikleri:

    !---- spoiler ----!


    yalnız ve ciddi değildim hiç. zaten zaman ciddiyetsizdir. hiç yalnız kalmadım ben. ne tek başımayken ne de biriyle beraberken. aslında artık yalnız olmak isterdim. çünkü yalnızlık şu demektir: 'artık bir bütünüm.' işte bu gece ben de nihayet yalnızım. tesadüfler artık bitmeli.

    yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum ama karar verme diye bir ley var... bak biz zamanız şimdi..

    !---- spoiler ----!

    wim wenders'e selam olsun be kardeşim
    oz
  4. güzel ve de başarılı bir filmi daha kaydettik hayatımızın seyir defterine.

    !---- spoiler ----!

    ilk sahneler dışarıya ve içeriye bakan apartmanların labirent gibi görünümleri ile başlıyor. insanın içindeki karmaşayı, iç seslere karışan sessizliğin filme hakim olacağı daha evlerin tepeden çekimi ile anlatılmaya başlanmış sanki.

    ve ölümlü olabilmek insanın hayatını anlamlandıran şey olsa da, parçanın bütüne olan hasretinden dem vurmuş film özünde. insan dediğin kendini tamamlayacak olanı arar yaşadığı süre içinde.
    o sebepten bar sahnesinin vuruculuğu muhteşemdi. sanırım izleyen herkesin de aklında en çok kalacak olan sahnelerin başında geliyordu.

    ve şiir.. çocukluğun masumiyeti..
    iç seslerimiz, dışımızdakinden farklı değilken, büyüdükçe insan içinde konuşan, dışında susan bir varlığa dönüşüyor.
    ve sadece çocuklar hissetmenin ötesinde görebiliyorlardı, diğer herkesten farklı olarak melekleri.
    burada meleklerin içimizdeki "umut" u simgelemiş olabileceğini de düşünmedim değil.

    ve livaneli'yi duyunca inceden, eş zamanlı izlemede hepimizin yüzünde aynı tebessüm oldu sanırım başka başka şehirlerde diye düşünmeden edemedim.

    genel anlamda çok beğendiğim filmin, özellikle başlardaki monologlarının ağır olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. ilk 40dk bu anlamda biraz daha durağandı. ama kalanı için kesinlikle izlemeye değer şahane bir film nazarımda. durağanlığa aldanıp izlemeyi bırakmayın derim.^:göz kırpan gülümseme^


    !---- spoiler ----!
    youreads sinema grubuna minnetlerimi sunarım. bir güzel filmle daha buluşturdukları için bizi.
  5. film hakkında hiçbir bilginiz olmadan izlemeye başladığınız takdirde izlediğiniz ilk yarım saat yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorsunuz.

    !---- spoiler ----!

    son sahnede marion'un damiel'e söyledikleri ve damiel'in dünya renklendikten sonra gördüğü, duyduğu her şeyden zevk alması saf huzurdu.

    !---- spoiler ----!
  6. (bkz: youreads sinema grubu) sayesinde izlediğim film. gerçekten etkileyici bir film olmasının yanı sıra izlerken yer yer hüzünleniyorsunuz yer yer içiniz garip bir umutla, mutlulukla doluyor. en azından bana böyle hisler yaşattı :). gerçekten diyaloglar, monologlar, çekimler, siyah-beyazdan renkli sahnelere geçiş, müzikler, nick cave hepsi harika.
    bir sahnede nick cave konserindesiniz başka bir sahnede oğlunuzun rock'n roll dinlemesinden rahatsız ona daha yeni gitar almışken birde şimdi bateri istemesinin israf olduğunu düşünen eski kafalı bir babasınız.
    birde bruno ganz'i en son downfall'da hitler olarak izlemiştim bu filmde melek olarak izlemek garip geldi :).

    !---- spoiler ----!

    türk kadının çamaşırhanede içinden geçenler tam bir anadolu kadını düşünceleri:
    kocam gelecek.kocam gelmeden yemeği yapmam lazım.

    ayrıca yukarda yazılmış ama yazmadan edemeyeceğim.

    zaman her yarayı iyileştirir. ya zamanın kendisi bir hastalıksa?

    !---- spoiler ----!
    vagus
  7. düşen melek meselesi, meleğin insanı kıskanması, filmin tüm eski meleklere hediye edilmesi, yaşamın sonlu olması hastalık mıdır konusu, calan şarkıdaki "ethernity" vurgusuyla bu film biraz satanizmden esinleniyor gibime geldi. black sabbath'ın "symthom of a universe", "nib" gibi şarkılarını hatırlattı.
  8. birileri film önerisi istediğinde aklıma ilk gelen filmdir.
  9. '' time will heal. what if time was the illness? ''
    oslo