1. "direnen kediler bahçesi", marcovaldo ya da kentte mevsimler'de yer alan enfes bir italo calvino öyküsü. rekin teksoy çevirisiyle:

    "kedilerin kenti ile insanların kenti iç içeydi; ama aynı kent değildiler. arada bir farkın olmadığı zamanı pek az kedi anımsar: insanların sokakları, alanları, kedilerin de sokakları, alanlarıydı; kırlar, avlular, balkonlar, çeşmeler de böyleydi. büyük ve çeşitli bir uzamda yaşanıyordu. ama birkaç kuşaktır, evcil kediler oturulmaz bir kentin tutsağı oldular: sokaklarda kedi ezer otomobillerin ölümcül akışı kesintisiz sürüyor; bir bahçenin, bir boşluğun, yıkılmış eski bir yapının kalıntılarının bulunduğu her karış toprakta, şimdi kat mülkiyetli apartmanlar, işçi evleri, pırıl pırıl yeni gökdelenler yükseliyor; her yol park edilmiş otomobil dolu; avluların üstü örtülüp garaja, sinemaya, ambara ya da işyerine dönüştürülüyor. eskiden alçak damların, süslemelerin, taraçaların, su depolarının, balkonların, çatı pencerelerinin, çinko sundurmaların uzadığı dalgalı yüksekliklerin yerinde şimdi her birinin üstüne kat çıkılabilir genel bir yüksekliğin yükseltisi yer alıyor. en dipteki sokak yüzeyiyle, en üstteki süper-çatı katlarının gökyüzü arasındaki ara yükseltiler ortadan kalkıyor; yeni kedi kuşağı, babalarının dolaştıkları yolları, pervazları, olukları yavaşça atlayıp, kiremitlerin üstüne tırmanabileceği süs sütunlarını boş yere arıyor.

    ama bu dikey kentte, bütün boşlukların dolmak, her betonarme bloğun başka bloklarla iç içe geçmek eğilimi gösterdiği bu sıkıştırılmış kentte, duvarlar arasındaki boş dilimlerden, yönetmeliklerin iki yapı arasında öngördükleri en az uzaklıklardan, iki yapının arka arkaya vermesinden oluşan, bir tür karşıkent, eski kent ortaya çıkıyor; yapı aralarındaki boşluklardan, aydınlatma deliklerinden, havalandırma kanallarından, taşıt geçitlerinden, küçük iç alanlardan, bodrum girişlerinden oluşan, bir sıva ve zift gezegeni üzerindeki kuru kanal ağını andıran bir kent; işte eski kedi halkı duvarların sıkıştırdığı bu ağda dolaşıyor.

    marcovaldo, arada, vakti öldürmek için bir kedinin peşine takılıyordu. yarımla üç arasındaki öğle tatilinde, marcovaldo dışında herkes öğle yemeği için eve gidiyordu - yemeğini çantasında getiren - marcovaldo ise, ambarın sandıkları arasına yerleşiyor, lokmalarını çiğniyor, yarım toscano tüttürüyor, işsiz güçsüz, tek başına oralarda dolaşarak, işbaşı yapılmasını bekliyordu. o saatlerde bir kedinin başını bir pencereden uzatması, tam zamanında bir arkadaşlık, yeni keşifler için bir kılavuz oluyordu. iyi besili, boynunda mavi kurdelesi olan, varlıklı bir ailenin yanında yaşadığı anlaşılan, kara benekli beyaz bir kediyle ahbap olmuştu. bu kedinin, yemekten hemen sonra dolaşmak gibi marcovaldo ile ortak alışkanlığı vardı: doğal olarak, bir dostluk doğdu bundan.

    marcovaldo kedi dostunun peşinden giderken, her yere sanki bir ev kedisinin yusyuvarlak gözleriyle bakmayı deniyordu; işyerinin, kediler arası öykülere tanık olan, ancak tüylü ve hafif pençelerle gidip gelinebilen bildik çevresini, başka bir ışıkla görüyordu. dıştan bakılınca mahalle kedi açısından yoksul görünse de, marcovaldo günlük dolaşmalar sırasında yeni kedilerle tanışıyor; bir miyavlama, bir hırlama, kamburlaşan bir sırtta dikleşen tüyler, aralarında bağların, çelişkilerin, boy ölçüşmelerinin başlaması için yeterli oluyordu. böyle zamanlarda kediler toplumunun gizleri içine girmiş olduğunu sanıyordu; ama işte, yarığa dönüşen gözbebeklerince incelendiğini, gerilmiş bıyıkların antenlerince gözetlendiğini duyumsuyor, bütün kediler, burnunun pembe üçgeni dudakların kara üçgenine yönelmiş, içlerine girilmez sfenksler gibi etrafında oturuyorlardı, devinen tek şey yalnızca, bir radar gibi
    titreştirdikleri kulaklarının ucu oluyordu. kirli duvarlar arasından iki yapı arasındaki dar bir aralığın dibine varılıyordu: etrafa bakan marcovaldo kendisini oraya götürmüş olan kedilerin aralarında karabenekli dostu dahep birlikte yok olduklarını, ne tarafa gittiklerinin anlaşılmadığını, kendisini tek başına bıraktıklarını görüyordu. kediler dünyasının, öğrenmesine izin verilmeyen toprakları, töreleri, gelenekleri vardı.
    buna karşılık kediler dünyasından insanlar dünyasına akla gelmedik geçitler açılıyordu; günün birinde marcovaldo, benekli kedinin kılavuzluğunda büyük biarritz lokantasını keşfetti.

    biarritz lokantasını görmek isteyenin, kedi biçimi alması yani dört ayak üzerinde yürümesi gerekiyordu. kedi ile insan, bu biçimde, dibine kimi alçak dikdörtgen pencerelerin açıldığı kubbe gibi bir yerin çevresinde yürüyorlardı. marcovaldo benekli kedi gibi yaparak aşağıya baktı. lüks salonun hava ve ışık aldığı, yan açık çatı pencereleri vardı. fraklı garsonların beyaz eldivenli parmaklarıyla dengede tuttukları gümüş tepsilerdeki kızarmış keklikler, bıldırcınlar, kemanların çigan müziği eşliğinde dolaşıyorlardı. daha doğrusu kekliklerle bıldırcınların üstünde tepsiler, tepsilerin üstünde beyaz eldivenler dolaşıyor; garsonların cilalı ayakkabılarının üstünde pırıl pırıl parke asılı duruyor; parkeden, saksıda cüce palmiyeler, sofra takımları, kristaller, içinde çan tokmağı gibi bir şampanya şişesi bulunan kovalar sarkıyordu. her şey tepetaklaktı, çünkü görülmek korkusuyla başını pencereden uzatmak istemediği için, marcovaldo salona, düşey cama düşen ters görüntüden bakmakla yetiniyordu.

    ama kedinin ilgisini salonun pencerelerinden çok mutfağa açılan pencereler çekiyordu; salona bakınca, tüyleri yolunmuş bir kuş ya da taze bir balık gibi somut, pençesinin erişebileceği uzaklıkta şeyler uzaklaşıyor, biçim değiştiriyorlardı. benekli kedi, ya çıkarsız bir dostluk gösterisi olarak ya da belki de saldırısına insanın yardım edeceği umuduyla, marcovaldo’yu mutfak tarafına götürmeye çalışıyordu. marcovaldo ise salonun görüntüsünden kopmak istemiyordu: ilkin, ortamın şatafatına kapılmıştı; ikincisi, dikkatini çeken bir şey vardı. öyle ki, görülme korkusunu yenerek, başını sürekli aşağıya sarkıtıyordu.

    salonun ortasında, tam o pencerenin altında, içinde büyük alabalıkların yüzdükleri, cam bir balıklık, bir tür akvaryum vardı. dazlak kafası parıldayan, karalar giymiş, kara sakallı, saygın bir müşteri yaklaştı. peşinde, sanki kelebek avına gidiyormuş gibi elinde bir file tutan, fraklı, yaşlı bir garson vardı. karalar giymiş adam alabalıklara ciddi, dikkatli bir havayla baktı; sonra bir elini kaldırıp ağır, törensel bir tavırla balıklardan birini gösterdi. yaşlı garson fileyi balıklığa daldırdı, gösterilen alabalığı izleyip yakaladı, içinde balığın çırpındığı fileyi mızrak gibi önünde tutarak mutfağa yöneldi. karalar giymiş adam, ölüm cezası veren bir yargıcın ciddiyeti içinde, alabalığın ‘değirmenci’ usulü kızartılıp getirilmesini beklemek üzere yerine döndü.

    buradan bir olta atıp alabalıklardan birini tutsam, hırsızlıkla suçlayamazlar beni, olsa olsa yasak bölgede avlandın derler,’ diye düşündü marcovaldo. kendisini mutfak tarafına çağıran miyavlamalara aldırmaksızm, balık avı takımını almaya gitti.

    biarritz’in tıklım tıklım salonunda, hiç kimse balıklığın içine inen, ucu iğneli, yemli, incecik misinayı görmedi. yemi, balıklar görüp üstüne atıldılar. o kargaşada alabalıklardan biri solucanı ısırmayı başardı; hemen yükselmeye, yükselmeye başladı, sudan çıktı, gümüş rengiyle kımıl kımıl, dolanmış masalarla meze arabalarının üstünden, ‘krep süzet’ fırınlarının mavi alevinin üstünden yukarılara uçup pencere boşluğunda kayboldu.

    marcovaldo oltayı usta bir balık avcısının çabukluğu ve enerjisiyle çekmiş, balık omuzlarının arkasına düşmüştü. balık, geri kalan sınırlı yaşamını da benekli kedinin dişleri arasında yitirdi. oltayı bırakıp balığı almak için fırlayan marcovaldo, balığın oltayla birlikte elinin altından götürüldüğünü gördü. bir ayağıyla oltaya basma becerisini gösterdi, ama öyle hızlı basmıştı ki, ayağının altında yalnızca olta kaldı, benekli kedi, peşinden misinayı sürükleyen balıkla birlikte kaçtı. kedi hainliğini göstermişti! ortadan yok olmuştu.

    ama bu kez elinden kurtulamayacaktı; misina kedinin peşinden uzuyor, nereye gittiğini gösteriyordu. kediyi gözden kaçırmıştı; ama marcovaldo misinanın ucunu izliyordu: işte bir duvarın üstünde koşuyor, bir çıkıntıya tırmanıyor, bir kapıdan süzülüyor, bir mahzene dalıyordu... marcovaldo gittikçe daha çok kedicil bölgelere ulaşıyor, sundurmalara tırmanarak, korkuluklardan atlayarak, hırsızın gittiği yolu gösteren misinayı kaybolmadan bir saniye önce gözleriyle izlemeyi başarıyordu.

    misina bir ara, gelip gidenlerin olduğu bir sokağın kaldırımına takılıp kaldı, peşinden koşmakta olan marcovaldo neredeyse yakalamıştı. kendini yere attı; tamam, yakalamıştı! misinanın ucunu bir kapının parmakları arasından süzülmeden önce tutmayı başarmıştı.

    yarı paslanmış bir kapıyla, tırmanıcı bitkilerin sarmış olduğu iki duvarın ardında bakımsız bir bahçe, bahçenin dibinde de terk edilmiş izlenimi uyandıran bir ev vardı. bahçe yolunu kurumuş yapraklar halı gibi örtüyor, iki yaşlı çınarın dallarının altında birikmiş kurumuş yapraklar, çimenlerin üstünde küçük dağlar oluşturuyorlardı. bir havuzun yeşil suyunun üstünde de yapraklar yüzüyordu. çevrede, bu canlı mahallenin orta yerinde yaşayakalmış, az kiremitli, bol sarı yapraklı, iki ağaçlı bu dörtgene hoşlanmayarak bakan gözleri andıran binlerce pencereli dev yapılar, gökdelenler yükseliyordu.

    ve bu bahçede sütun başlıklarının, parmaklıklarının üstüne oturmuş, çimenler üstündeki kuru otlara uzanmış, ağaç gövdelerine ya da oluklara tırmanmış, kuyrukları soru işareti gibi kıvrık dört ayak üstünde duran, oturup yalanan çizgili kediler; kara kediler, beyaz kediler, alacalı kediler, benekli kediler, ankara kedileri, acem kedileri, aile kedileri ile sokak kedileri; kokulu kediler ile kel kediler vardı. marcovaldo en sonunda kediler ülkesinin orta yerine, kedilerin gizli adalarına ulaşmış olduğunu anladı. heyecandan balığı unutmuştu.

    balık, kedilerin saldırılarının ulaşamayacağı bir noktada, bir dala takılıp kalmıştı; hırsız kedinin belki avını başka kedilerden korumak, belki de olağanüstü bir ganimet elde ettiğini göstermek için yaptığı beceriksiz bir devinim sonunda, ağzından düşmüş olmalıydı; misina dolanmıştı, marcovaldo ne kadar sallarsa sallasın çözülmüyordu. bu arada, erişilmez balığa erişebilmek ya da erişme hakkını kullanabilmek amacıyla kediler arasında öfkeli bir hırlaşma başlamıştı. her biri ötekilerin atlamasını engellemek istiyordu. birbirlerinin üstüne atlıyor, havada çarpışıyor, birlikte dönüyorlardı; ıslıklar, iniltiler, hırıltılar, azgın miyavlamalar arasında; sonunda uçuşan kuru yaprakların hışırtısının eşliğinde tam bir savaş patlak verdi.

    marcovaldo, birkaç kez misinayı çekip sonuç alamayınca vazgeçti, iğnenin boşta kaldığını anlamıştı; çekerse, alabalık kızgın kedi sürüsünün tam ortasına düşecekti.

    işte tam bu sırada bahçenin yüksek duvarlarından tuhaf bir yağmur yağmaya başladı: artıklar, balık başları, kuyrukları, koyun ciğeri, yüreği kalıntıları. marcovaldo için ipi çekip balığı ele geçirmenin tam zamanıydı. ama o daha davranmadan, evin panjurlarından birinin arkasından iki sarı, kuru el uzandı; biri makas, öteki bir tava tutuyordu. makaslı el alabalığın üstüne uzandı, tavalı el altına girdi. makas ipi kesti, alabalık tavaya düştü; eller, makas, tava geri çekildiler, panjur örtüldü; hepsi bir saniye içinde olup bitti. marcovaldo bir şey anlamamıştı.

    “siz de mi kedi seviyorsunuz?”

    arkasından gelen bu sese döndü. bir bölümü yaşlı mı yaşlı, başlarında eski moda şapkalar, bir bölümü daha genç, evde kalmış görünüşlü bir sürü çelimsiz kadın gelmişti, hepsinin elinde ya da çantasında, et, balık artığı içeren kesekağıtları, hatta kimilerinde süt kaseleri vardı.

    “şu paketi parmaklarının ötesine atmama yardım eder misiniz, zavallı hayvanlara?”

    kedi dostu kadınlar bu saatte kuru yapraklı bahçeye geliyorlar, dostlarına yiyecek getiriyorlardı.

    “niye burada duruyor, bu kedilerin hepsi?” diye sordu marcovaldo.

    “nereye gitsinler? bir tek bu bahçe kaldı! başka mahallelerin kedileri de geliyorlar, kaç mahalle öteden.”
    “kuşlar da,” diye araya girdi bir başka kadın, “bu birkaç ağaca tünüyorlar, yüzlercesi birarada...”

    “havuzda da kurbağalar var, gece vıraklıyorlar hep... çevredeki evlerin yedinci katından
    bile duyuluyor...”

    “peki bu ev kimin?” diye sordu marcovaldo. artık kapının önünde yalnızca kadınlar yoktu, başkaları da gelmişti: karşıdaki benzinci, bir işyerinin çırakları, postacı, manav, birkaç yolcu. bütün bu kadınlar, erkekler nazlanmadan yanıt vermeye başladılar: herkes kendine göre yanıt veriyordu, gizemli, tartışmalı konularda her zaman olduğu gibi.

    “bir markiz oturuyor evde, ama hiç insan içine çıkmaz...” “bu küçücük yer için milyonlar öneriyor inşaatçılar, ama satmıyor...”

    “tek başına bir kadının milyon ne işine yarar ki? başka yere taşınmaktansa, bu dökülen evde
    kalmayı yeğliyor...”

    “kentin ortasında bir burası kaldı yenilenmeyen... her geçen yıl değeri artıyor... neler öneriyorlar, neler...”

    “önermekle kalsalar... tehdit de ediyorlar, yıldırmak, kaçırmak istiyorlar... inşaatçıları bilmezsiniz!”

    “ama o direniyor, yıllardır...”

    “melek gibi kadın... o olmasaydı, nereye giderlerdi bu zavallı hayvanlar?”

    “yok canım, kadın nekes mi nekes, hayvanları umursadığı filan yok! hiç yiyecek bir şey verdiğini gördünüz mü?”

    “kendi karnını doyuramıyor, kedilere nasıl versin? düşkün bir ailenin son torunu!

    “kedileri hiç sevmez! şemsiye ile kovalar hep!”

    “bahçedeki çiçekleri eziyorlar da ondan!”

    “hangi çiçeklerden söz ediyoruz kuzum? bu bahçe hep ot kaplı!”

    marcovaldo yaşlı markiz konusundaki görüşlerin birbirlerinden derin bir biçimde ayrıldıklarını anlamıştı: markizi melek gibi görenler olduğu gibi, bencil, nekes bulanlar da vardı.

    “kuşlara ne veriyor sanki, ekmek kırıntısı da mı veremez?” “evinde barındırıyor ya, daha ne yapsın?”

    “sivrisinekleri de barındırıyor. havuz sivrisinek yuvası, oradan geliyorlar hep. yazın diri diri yiyorlar bizi, markizin yüzünden!”

    ‘ya fareler? ev fare madeni gibi. kuru yaprakların altında yuvaları var, gece ortaya çıkıyorlar...”

    “canım, farelerin hesabını kediler görüyorlar...”

    “kediler mi? işimiz kedilere kaldıysa...”

    “niye? beğenemediniz mi kedileri?”

    bu noktada tartışma yozlaştı, neredeyse kavgaya dönüştü. “belediye duruma el koymalı, evi kamulaştırmalı!” diye bağırdı birisi.

    “ne hakla?” diye karşı çıktı bir başkası.

    “böyle çağdaş bir mahallede, böyle bir fare yuvası... yasaklamaları gerek...”

    “ama ben de, hiç olmazsa bu kadarcık yeşillik görüyor diye satın aldım dairemi...”

    “boş verin yeşilliğe! yerine yapılacak gökdeleni düşünsenize!”

    marcovaldo da görüşünü söylemek istiyordu, ama uygun bir fırsat bulamıyordu. sonunda birden haykırdı:

    “benim de balığımı çaldı markiz!”

    bu beklenmedik haber yaşlı kadının düşmanlarının eline yeni bir gerekçe vermiş oldu, kadını savunanlar ise, talihsiz soylu kadının parasızlığının kanıtı olarak değerlendirdiler. iki taraf da, marcovaldo’nun kapıyı çalıp kadından hesap sormasında görüş birliğine vardılar.

    bahçe kapısının kilitli mi yoksa açık mı olduğu anlaşılmıyordu; itince, iniltili bir gıcırtıyla açıldı. marcovaldo yapraklarla kedilerin arasında yol açarak girişin basamaklarını çıktı, kapıya vurdu hızla.

    bir pencereden (tavanın çıktığı pencereydi) panjurun tabanı yükseldi ve tam o noktada yuvarlak, koyu mavi bir göz, rengi tanımlanamaz bir tutam boyalı saç ve kuru mu kuru bir el göründü. “kim o? kimsiniz?” diyen bir ses, kızartma kokusuyla birlikte duyuldu.

    “sayın markiz, benim, alabalığın sahibi,” diye açıklama getirdi marcovaldo, “rahatsız ediyorum, ama alabalığı, bilmiyorsunuzdur kuşkusuz, o kedi benden çalmıştı, ben tutmuştum balığı, zaten iğne...”

    “kediler, hep kediler!” dedi, panjurun gerisinde gizlenen markiz biraz burnundan gelen, cırtlak bir sesle. “başıma ne geldiyse kedilerden geldi zaten. ne demek olduğunu kimse bilmez, gece gündüz bu hayvanların elinde oyuncak olmanın! hele herkesin bana inat duvarlardan attıkları pislikler.”

    “ama alabalık...”

    “alabalıkmış! nereden bilirim ben sizin alabalığınız?” markizin sesi, kızaran balığın kokusuyla birlikte pencereden çıkmakta olan tavada cızırdayan yağın sesini bastırmak ister gibi neredeyse çığlığa dönüşmüştü.

    “tepemden aşağı yağan bunca şeyin içinde neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?”

    “evet de, alabalığımı aldınız mı, almadınız mı?”

    “kediler yüzünden uğradığım bunca zarardan sonra, bir de... yanıt vermiyorum! benim zararımın ne olduğunu biliyor musunuz? bu hayvanların oyuncağı oldum! yıllardır evimi, bahçemi ellerine geçirdiler. kedilerin sahiplerini bul, onlardan iste zararını. zararmış! yaşamım mahvoldu; tutsak oldum burada, bir adım atamıyorum!”

    “kusura bakmayın, ama kimse zorlamıyor ki sizi evde kalmaya!”

    panjurun aralığına, bir yuvarlak koyu mavi bir göz, bir dışarıya fırlayan iki dişli bir ağız çıkıyordu; bir ara yüzün bütünü göründü ve marcovaldo’ya belli belirsiz bir kedi yüzü gibi geldi.

    “onlar, tutsak tutuyorlar beni, onlar, kediler! ben de gitmek istiyorum buradan! yeni bir apartmanda tertemiz bir dairem olsun istemez miyim? ama dışarı çıkamıyorum ki... peşimden geliyorlar, yolumu kesiyorlar, tökezletiyorlar!” ses, sanki gizli bir şeyi açıklıyormuş gibi, bir fısıltıya dönüşmüştü. “satmamdan korkuyorlar burayı... bırakmıyorlar... izin vermiyorlar... inşaatçılar gelip de sözleşme önerdiklerinde bir görseniz onları, kedileri! ortaya dikilip tırnaklarını gösteriyorlar, bir noteri bile kaçırttılar! bir keresinde de sözleşme hazırdı; tam imzalıyordum, pencereden atılıp hokkayı devirdiler, bütün kağıtları parçaladılar...”

    marcovaldo birden saati, ambarı, ambar şefini anımsadı. ayaklarının ucuna basarak uzaklaştı, ses, tavandaki yağdan yükselen dumanla sarmalanmış gibi panjurun çubukları arasından çıkmayı sürdürüyordu: “tırmaladılar da beni... izi hala duruyor... bu şeytanların tutsağıyım, burada tek başıma...”

    kış geldi. dalları, damları, kedilerin kuyruklarını bembeyaz yumaklar süslemeye başladı. beyaz karın altında kuru yapraklar bulamaca dönüştüler. kediler ortalıkta az, kedi dostları daha da az görünüyorlardı; yiyecek paketleri yalnızca evlere gelen kedilere veriliyordu. bir süredir markizi gören olmamıştı. evin bacasından artık duman da çıkmıyordu.

    karlı bir gün, sanki bahar gelmiş gibi bahçeye kediler doldu, sanki ay ışıklı bir gecede miyavlamaya başladılar. komşular bir şeyler olduğunu anladılar: gidip markizin kapısını çaldılar. yanıt vermedi: ölmüştü.

    bahar geldiğinde bahçeyi bir inşaat firması büyük bir şantiyeye dönüştürmüştü. temel atılabilmesi için kazı makineleri derin bir çukur açmışlardı, demir kalıpların içine çimento akıyordu, çok yüksek bir vinç, kalıp hazırlayan işçilere çubuklar uzatıyordu. ama nasıl çalışılıyordu? kediler bütün iskelelerde dolaşıyor, tuğlaları, kireç torbalarını düşürüyor, kumların içine dalıyorlardı. bir kalıp dikildiğinde tepesinde hep öfkeden soluyan bir kedi oluyordu. daha sinsi kediler, yılışarak duvarcıların sırtlarına çıkıyor, bir daha inmek bilmiyorlardı. ve kuşlar demirlerin her yerine yuva yapmayı sürdürüyorlardı, vincin kepçesi kuş kafesini andırıyordu... ve içinde vıraklayan, sıçrayan kurbağaların bulunmadığı bir kova olsun su alınamıyordu..."

    (bkz: marcovaldo ya da kentte mevsimler - italo calvino)