1. atibeyin bir kitabına da adını veren öykü.

    !---- spoiler ----!

    orda duruyor. nasıl olsa eninde sonunda göz göze geleceğiz; ama ilk hareket ondan gelmeli, bekliycem. allah kahretsin... yine çok güzel, çok... aklıma tüküreyim, nasıl da terk ediştik yasemin’le. okulun kantinindeydik galiba, “sen” dedi, “hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olursun.” sana ne kızım, gönlümün kâhyası mısın gibisinden lâfı ağzımda geveledim. “köpek gibi geri dönersin ama!” dedi. o lâfı demeseydi, hemen ertesi gün dönerdim belki. ne o ne ben döndük ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti.

    olanca güzelliğiyle hâlâ orda duruyor. beni gördüğünü biliyorum. yanına gidip “merhaba!” desem, çok büyük bir taviz sayılmaz. yanındayım... ilk darbeyi:
    -şişmanlamışsın, diyerek indirdim.
    karşı saldırı anında geldi, beni öldüren gülümseyişle:
    -senin de saçlar gidiyor galiba (!) dedi.
    arada boşluk kalmadan:
    -gamzeni n’aaptın? diye sordum. yanağında gamze vardı, aldırttın galiba ya da fondötenlerin altında kalmış, gözükmüyor (!)
    kıvılcımlar saçarak:
    -hayatımda suratıma fondöten sürmedim ben, dedi.
    güzel, sinirlendi... yumuşatmalıyım...
    -o zaman gül bakalım, gamzen yerinde mi, görelim?
    hemencecik güldü. yavru kedi mi yuttum, içimi ne cırmalıyor? niye kalbim küt küt atıyor ki? bir gülüşte böyle olursam, sonrası n’aapar beni?
    -sahilde yürüyelim mi banklara otururuz, dedi.
    -işte zafer! belli ki o yavru kediden yasemin de yutmuş. yürüyoruz... saatine baktı:
    -iki saat sonra özkan işten çıkar, dedi.
    -özkan haa!... demek özkan... kasten ismini yanlış söyleyerek:
    -ne iş yapıyo bu öztan? dedim.
    -reklâmcı, diye yanıtladı.
    -ben tanıyo muyum bu özcan’ı?
    durdu, kızdı; ama belli etmiyor.
    -tanımazsın, özkan boğaziçi’nden.
    demek özkan boğaziçi’nden. iyi... aferin özkan’a... bravo yani... aşağılık özkan... ibibik, badem... bakışlarımdan düşüncelerimi okumasın diye denizi seyrediyorum.
    -senin minö n’aapıyo? diye sordu.
    minö ne demek be kızım!.. benim taktiğimi kulianıyor. ben ısrarla “umurumda değil!” muamelesi çekerek herifin adını yanlış söyledim ya... o da benimkinin adını tahrif ediyor. mine yerine minö. pes yani... bari emine filân de be kızım. yuh yani! feci dalga geçti benle.
    -gitti, amerika’da, dedim.

    çay bahçesindeyiz. o da ne? yasemin’le şarkımız çalıyor: “arapsaçı.” ha ha hey!.. şimdi bittin işte kızım! sen dayanamazsın bu şarkıya... kim kime köpek gibi dönermiş görücez! hele bir şarkının o bölümü gelsin. “gönlüm söz dinlemiyoor / sevdiğimi ver diyoor / kim görse şu hâlimi / bir daha sevme diyoor / aaah aşk yüzünden / arapsaçına döndüm / çöz beni arapsaçı / çivi çiviyi sökeer / budur bunun ilâcı.” peki, bana n’ooluyo? şarkıyı dinlememek için içimden “gün doğdu hep uyandık / siperlere dayandık.” marşını söylüyorum. o da kafasını daldırıp bir şeyler arıyormuş rolü kesiyor. şarkı yüzünden iki tarafta da zayiat yok. bravo! direncine hayranım bu kızın!
    -gitmeliyim, dedi.
    giit... kal mı diycem sanıyorsun.
    -iyi, sen bilirsin...
    git... git... özkan bekliyodur... yürrü... son bıçağı sapladım:
    -kilo vermeye çalış. özton’a benden selâm...
    usulca kalkıp masadan uzaklaştı. ardından bakıyormuş gibi olmamak için masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim. bir... beş... on... allahım! ebekulak... beykoz’da dolaşırken tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim.
    -bizim köyde bunlara ebekulak derler. yağmurdan sonra çimenlerin üstünde bir sürü olur. çocuklar avucuna alıp şarkı söyler. al, senin olsun, beni hatırlarsın.
    şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öölece duruyor... şarkı sırasında çantasını karıştırıyordu. o zaman koymuş olmalı. silâh olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım.
    içimdeki yavru kedi debelendi. diyememeklerle geçen ömrüme bir de “yasemiiin” sözcüğü eklendi. yüz kırmızı kare... bin kırmızı kare...

    !---- spoiler ----!