• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (8.00)
felsefe-i zenan - ahmet mithat efendi
felsefe-i zenan (kadınların felsefesi), tarihimizde ilk olarak açıkça kadın haklarının savunulduğu edebi eserimiz olma özelliğinin yanı sıra, edebiyatımızda mektuplaşma tarzına sahip ilk eserimiz olması açısından da önemli.


  1. '' ..filozofların pek azı, kendilerini kadınlar hakkında atıp tutmaktan alıkoyabilmişlerdir“

    Fatmagül Berktay

    “Karısı güzel olan adam mutlu olur, güzel olmayan ise filozof” demiştir güya Sokrates. Geyik kısmını hızla geçersek esprinin gerçek içeriğini görebiliriz: Felsefe Tarihi’nde kadın yoktur/ ya da felsefe „kadınsız“dır. Kadınlar hakkında atıp tutan filozofların çokluğu ve atıp tuttuklarının insanı şaşırtan tek düzeliği, meselenin kişisel olmaktan ziyade yapısal bir şeyden kaynaklandığını anlamak için başlangıç noktası sayılabilir. Fakat yine de Kant gibi bir düşünürün, kadınların mantığa ve düşünmeye uygun olmadıklarını söylediğini gördüğümüzde tuhaf bir şaşkınlık duymadan edemeyiz. İlle olumsuz bir tonlamayla söylenmiyordur bu belki, ancak olumlanarak işaret edilen kadınsılığın ne olduğuna bakıldığında da aslında aynı şeylerin tekrar edildiği görülür. Nietzsche gibi, “kadına mı gidiyorsun, kırbacını hazırla” diyen filozoflarsa insanı, “allah feministlerin şerrinde hepimizi korusun” paniğine sürüklüyor ister istemez. „Bir durun, belki şöyledir“ falan demeye kalmadan adamın façasını bozarlar, valla kimse kurtaramaz sizi! O sebeple ehil olmayan niçeciler‘in sağda solda konuşurken dikkatli olmasında fayda var. Bakın, ben bir şey diyor muyum? Şu halde, kadının felsefeyle bir sorunu varmış gibi görünmesine rağmen asıl olarak felsefenin kadınla bir sorunu, dahası bir kadın sorunu olduğunu saptayarak devam edebiliriz.

    „Felsefe“ ve „kadın“ ilişkisi, Fatmagül Berktay‘ın yıllar önce okuduğum ve meseleyi çok güzel anlattığına inandığım yazısında denildiği gibi, “zor bir ilişki”dir gerçektende. (Bkz. Felsefe ve Kadın: Zor Bir İlişki, Fatmagül Berktay, Cogito 6-7, kış-Bahar 1996, „Şiddet“ sayısı). Zorluk, felsefede kadının dışlanmışlığından ve bu dışlamanın yapısal nedenlerinden kaynaklanır. Kavram ve kategorileriyle bir anlamlandırma pratiği olarak felsefe mitsel yansızlık ve evrensellik iddialarına rağmen bu noktada bir tür cinsiyetcilikle biçimlenen bir hiyerarşik düzenlenmeyle ortaya çıkar. Bu dışlayıcı yapı, kadını, sadece dışarda bırakmakla kalmaz, onu bedensellikle sınırlandıran ve “hakikat arayışı”nın dışında konumlandıran bir bilgi/iktidar yapısı içinde kategorize eder ve tanımlar. Kadın ve dişilik, erkeğe ve erilliğe göre tanımlanır, bu da kadının bir eksiklik olarak tarif edilmesi anlamına gelir; erkek düşünceyi, aklı, kültürü ve uygarlığı temsil ederken kadın doğaya, bedene, duygulara karşılık gelir -“rasyonel olana karşılık irrasyoneli, bilinebilir olana karşılık bilinemez olanı, varlığa karşılık yokluğu temsil eder“(Berktay). Burada bir tür epistemolojik erillik sözkonusudur, bu temsil düzeneği, post-yapısalcı düşüncede “fallus-merkezcilik” kavramıyla ifade edilen soruna bağlıdır doğrudan.

    Felsefe, bu noktadan ilerleyecek olursak, eril bir temel üzerinde kurulmuş ve “kadın”ın dışlanmasını kendi içinde “kadın doğası” denilen bir kavramlaştırmayla kategorize etmiştir. (Günahını almayalım, bunu yapan sadece “felsefe” değildir, “din” ve seküler “ideolojiler” de aynı katagoriyi ve söylem biçimini kullanır). Felsefe tarihide resmi olarak bu çerçevede yazılmıştır. Dolayısıyla kadın “bilgi-sevgisi”ne yöneldiğinde bir tür çifte-dışlayıcı işlemle karşı karşıya kalmaktadır: Hem bilgi sürecinden dışlanmış, hem de bu dışlama işlemi tarafından bir bilgi nesenesi olarak tanımlanmış olmaktadır. Felsefeye yöneldiğinde kadını bekleyen ikilem açık olsa gerek: Ya temelde kendisini dışlayan bir bilme biçimi içinde felsefe yapmaya razı olacaktır, ya da felsefe içinde felsefeye karşı (ama tümüyle içerde kalmaya da razı olmaksızın) içkin bir eleştiriyi sürdürecektir.

    Berktay’ın dediği gibi böylece, kadın’ın “hayatı gerçekten çok zorlaşacaktır”; çünkü kendisine öğretilen herşeyi, öğrenmek zorunda olduğu her şeyi sorgulamak ve hesaplaşmak zorundadır aslında. Buradaki zorluk, sorgulamanın ve hesaplaşmanın aynı zamanda kendisiyle ve varoluşuyla karşı karşıya kalması anlamına da gelir. Bu açıdan “kadın filozof” deyişinin ironik (dolayısıyla da trajik) bir yanı vardır. Bir anlamda şizofrenik bir durum sözkonusudur diyebiliriz. Felsefenin sorgulanmasına ve hesaplaşılmasına ilişkin Berktay’ın bahsettiği farklı feminist perspektiflerin varlığı; yani mevcut felsefenin feminist bilgiler ve bakış açıları ile gözden geçirilip düzeltilmeye mi çalışılacağı, yoksa dışarıdan sorgulamanın sürdürülüp başka bir çerçeveden mi hareket edileceği de, bu zorlu durumun işaretlerinden biri olarak alınabilir.

    Esas olarak aklın ve dilin dışarısının olmadığını dikkate alacak olursak ve feminist eleştirinin tam da bunlarla ilgili olduğunu anlayacak olursak, burada beliren zorluğun yapısal bir sorun olduğundan şüphemiz kalmaz. Her iki perspektifin de dikkate değer olduğunu kabul edebiliriz bu açıdan. Feminist eleştiri, hem felsefeyi gözden geçirip düzeltmeli, hem de mevcut felsefi çerçeveyi aşan bir boyutu sürdürmelidir. Örneğin Marit Rullman’ın iki ciltlik, antik çağdan yirminci yüzyıl ortalarına uzanan çalışması “Kadın Filozoflar” ve İngeborg Gleichauf’un “Kadın Filozoflar Tarihi” çalışması tam da bu noktada gayri resmi tarih yazım örnekleri olarak dikkate değerdir. Felsefede kadının yokluğu, aynı zamanda kadının yok sayılması anlamına geldiği için dışlamanın bu boyutuna direnç gösteren ve kadın filozofların varlığını örnekleyen çalışmalardır bunlar. Bu, gayri-resmi felsefe tarih yazımı feminist felsefe eleştirisinin tamamlayıcı bir parçasıdır bu bakımdan. Ancak, felsefe ve kadın ilişkisinin zorluğu açısından hadise burada bitmez; kadın filozofların varlığının gösterilmesi felsefede, felsefenin “kadın”ı dışlayan mekanizmasını ortadan kaldırmaz çünkü.

    (Bu parantezi yazı içinde nereye koymam gerektiğini bilemedim, ancak hemen bir parantez ile, Lacan’ın “kadın yoktur, kadın erkeğin semptomudur” önermesiyle ilgili olası yanlış anlamalardan ayrışmak üzere buraya bir şerh düşeyim istiyorum. Mürit Zizek yorumuyla alarak bu önermenin esas itibariyle olumlu bir içeriğe sahip olduğunu belirtmek isterim. Bu önemli bir noktadır, çünkü böbürlenerek Lacan’inda dedigi gibi zaten kadın yoktur diyen erkegin hödüklük ettiğini, buradaki yokluk vurgusu nedeniyle reaksiyona kapılan kadının da meseleyi kavramadığını böylece söyleyebiliriz. Varoluş Lacancı sistemde simgesel sisteme dahil olmak anlamına geldiğinden, kadının yokluğu burada simgeselleştirilemezliğini, nihai olarak simgeselleştirilip tüketilemezliğini gösterir. Bunun iyi ya da kötü bir şey olup olmadğını bellirlemek muhtemelen bir bakış açısı meselesidir, ancak geç dönem feminist okumalar simgeseleştirilemezliği olumlu bir şekilde değerledirecek perspektifler geliştirmişlerdir. Buradan ilerlersek, felsefenin kendi kuru sıkıcılığına meydan okumanın yollarından biri olarak alabiliriz bunu. Kadın, “kadın doğası” denilen kategorizasyonda temsil edilemez ve buradan giderek felsefi söylemin yapısal soruşturulması açıklık kazanır. Özneleşmeye imkan bulamayan kadın böylece dolayısıyla nihai anlamda nesneleştirilemez de. Tam da bu noktada sanıyorum, “otuz yıldır incelemelerimin sonunda yanıtını bulamadığım tek bir sorun var, kadın ne ister?” diyen Freud’u anlayabiliriz. Kadın “karanlık kıt’a”dır. Bu tür anlam kaymalarından sakınmak için Lacan’ın bir doz Zizek ile birlikte alınmasında fayda vardır herkes için. Elbette, “Lacancı düşünce”nin feminizmle nasıl bir ilişkisi sözkonusudur, feministler Lacan’ı nasıl okuyorlar ve ne alıyorlar, dahası psikanalizi kullanma biçimleri ne yöndedir ve Zizek ile atışılan mesele nedir ayrı bir bahis olarak kaydedilmeli. Ben artık kapatayım şu parantezi izninizle, konuya döneyim buradan.)

    Feminist eleştiri, felsefenin ve düşüncenin cinsiyetsiz bir alan olduğu varsayımını geçersiz kılmakla kalmaz, her tür anlatıya ve dile rahatlıkla sızan (kimi zaman küçümseyen ama daha çok da kadını övüyormuş gibi yapan) “kadın doğası” ve “kadınsılık” gibi vurguların hiç de masumane olmadıklarını da gösterir. Durum felsefe açısından da her bakımdan aksini gösterir zaten, hem kurumsal pratiği hem de dilsel yapısı aksini kanıtlar. Felsefe tarihi, bu eleştiriye göre, hem kadınların felsefi etkinlikleri yok saymış, hem de bu yok sayışını (kurumsal ve söylemsel yapısıyla) bir düşünce biçimi haline dönüştürmüştür. Bir tür epistemoloji egemen hale gelmiştir böylelikle. Hiyerarşik kavramsal yapının (doğa-ruh, madde-zihin, beden-düşünce, duygu-akıl) ikili işleyişi ile bu epistemik yapı genel geçer hale sokulmuştur. Fıtrata, toplumsal yasaya ya da biyolojiye işaret etsin etmesin, kadın-erkek ikiliği de bu epistemolojik temelin dolaysız bir teazahürüdür.

    Kadından beklenen ve olması istenen her durumda kadınlığının bilincinde olması ve kadınsılığa sahip çıkmasıdır. Kadının ve kadınlığın bu yüceltimi mevcut epistemolojinin ürettiği bir düşünmeye bağlıdır. Muhafazakar modernler değil yalnızca, modern muhafazakarlar da bu noktada benzer bir söylemi “erkeklik” ve “erkekleşme” eleştirisi kılığına sokarak feminist eleştiriye karşı sürdürmektedir. Böylece “erkeklik”e mesafe koyulduğu ama “kadınlık”ın da elden çıkarılmadığı bir durum sağlandığı sanılmaktadır. Sadece bu söylemi kullanan erkeklerin değil kadınların da rağbet ettikleri bir şeydir bu. Erkeğin iktidarı sarsılacak, şiddet ve saldırganlık gibi, kabalık ve bencillik gibi eril özellikleriyle alt edilecek, ama “kadınlık” denilen şey, şefkat gibi, yumuşaklık gibi, duyarlılık gibi kadınsı özellikleriyle muhafaza edilecektir. Oysa sorun tam da burada bu ayrımın kendisinde gizlidir ve mevcut cinsiyetci söylemin bu şekilde zarif kullanımı da asli sorunu hiç değiştirmemektedir. Mevcut ikili ve hiyerarşik epistemolojiyle başetmek bu kadar kolay olsaydı ne güzel olurdu gerçektende. Felsefeye dönersek, Kartezyen rasyonalizm dediğimiz düalist dizgenin, bu hiyerarşik-kategorik yapının mantıksal bir sonucu olduğunu saptayabiliriz burada. Rasyonalizm bu haliyle, “düşüncenin saf bir erilleşmesidir“.

    Descartes bunun tek başına suçlusu değildir haliyle. O, bir düşünce yapısının belirli bir formülünü ortaya koymuştur. Marit Rullmann bu nedenle “Kadın Fiozoflar”ın tarihini yazmaya yöneldiğinde bunu, “… baştan beri feminist felsefenin amacı, felsefi düşünme alanında kadınların bu çifte dışlanmalarını göstermek ve bunun bilgi teorisi bakımından önemini ortaya çıkarmak olmuştur.” ( sf. 13) der. Hiyerarşik ikilikler dolayısıyla feminist felsefe eleştirisi bu noktadan itibaren dil eleştirisi biçini alır, çünkü ister felsefe dışında olsun ister içinde öyledir ki “kadın” ya da “kadınlık” hakkında konuşmak ataerkil önyargıların yinelenmesinden ibaret bir pratik sergiler. Dolayısıyla Rullmann karşı tarih yazımını epistemolojik bir sorun olarak da ifade eder; “Eğer şimdiye kadar kadın, felsefede bir eksiklik, erkek varlığı ve düşüncesinin negatifi olarak görülmüşse, yapılması gereken, bu bilgi teorisi bakımından da önemli olan durumun gösterilmesi, yani felsefi düşüncedeki cinsel başkalığın hesaba katılmasıdır.” (sf.15)

    Cinsel başkalıktan sözetmeye başladığımızda işler hepten sarpa sarıyor görünmektedir. Çünkü buradan itibaren mesele artık “kadın filozoflar”ın varlığı yokluğu konusu olmaktan kategorik olarak çıkar. Örneğin Beauvour’dan söz ederken ona kadın filozof demenin cinsiyet ayrımcılığı mı olduğu, yoksa yok sayılan dişiliğin fılozoflukla ilişkilendirilmesi ve haksızlığın telafi edilmesi mi olduğunu tartışmak anlam kaybına uğruyor burada bir bakıma. Meselenin tam bu noktasında da baba bir sorunla (kaşınıyorum!) karşı karşıya geliyoruz çünkü: Erkek Akıl. Konunun anlaşılması için Genevieve Lloyd’un aynı adlı kitabına bakılmasında fayda var. Lloyd, meseleyi bütün bir felsefe tarihi içinden Akıl’ın erilliği noktasında masaya yatırmaktadır. Akıl sorgulanmasının çeşitli biçimleri mevcut (Farnkfurt okulu, Feyerabend, Kovel vs.) Lloyd bunu feminist bir perspektiften derinleştiriyor ve cinsiyet sorunu dolayımında okuyor. Dolayısıyla, bu ince fakat teorik olarak ağır ve tez olarak sert kitap, aklın cinsiyetci yapısını tartşmaya açıyor.

    Platon’dan Descartes’a, Kant’dan Sartre’a düşünce tarihinin içinde işlediği akıl paradigması ya da verili Akıl idealleri Lloyd’un iddiasına göre kadını dışlamakla kalmaz yalnızca, kadınlığı oluşturan şey de bizzat ve aynı zamanda bu dışlama yoluyla işletilir. (Öyle anlaşılıyor ki feminizm bu şekilde giderse ocağımıza incir ağacı dikecek bir yol izlemektedir). Kadının felsefe içinde arıza çıkarmaktan başka bir yolu yok gibidir durum böyleyse. Felsefi yargılar, belirli türdeki önyargılardır cünkü: “En kolay ve neredeyse tartışmasız kabul göreceği önceden bilinen yargılar, kadınların ‘doğa’ları, rolleri, işlevleri, nasıl olmaları ve nasıl olmamaları gerektiği, onlardaki ahlaki duygunun ya da akıl yürütme yetisinin zayıflığı, bedenlerine ve tutkularına kolayca yenik düşmeleri vb. vb. konularda verilir.” Başta da söylediğim gibi bu yargıların ille de olumsuz bir görünümle ortaya çıkmaları gerekmez, aksine ve özelliklede günümüzde bu yargılar kadınlığı olumlayan ve kadınsıllığı yücelten olumlu bir söylemle de orata çıkabilmektedir. Felsefe ve kadın ilişkisinin zorluğu bu noktada açıklık kazanır. Bu yargılar, felsefenin hiç de saf ve her şeyin üzerinde bir işleyişe sahip olmadığını, cinsiyetler üstü bir konumu olmadığını gösterir.

    Feminist eleştiri’nin (teorinin ya da felsefenin) tek boyutlu ve yekpare bir öğreti olduğunu düşünmek saçmadır. Feminizme yönelik itirazların genelde gürültüye getirdikleri bir konudur bu. Feminist eleştiri de elbette kendisini vareden tarihsel koşulların ve düşüncenin tezahürüdür öncelikle. Fakat, sadece marksist feminizm, radikal feminizm, psikanalitik feminizm, postyapısalcı feminizm gibi kuramsal-politik çeşitliliği değil, farklı dönemselliklere karşılık gelen dalgaları da sözkonusu olduğundan ayrımları önemsiz görebileceğimiz anlamına gelmez bu. Hatta şu bile söylenebilir, kategorik olarak feminist eleştiriyi indirgeyebileceğimiz ve orada hesabını görebileceğimiz bütünsel feminizm sözkonusu bile değildir. Judith Butler femimizmin “kadın öznesi”nin üstünü çizip tartışmaya açtığında feminist eleştiriyi sürdürmektedir yinede.

    Bu noktadaki ayrımlara dikkat edilmesi yerinde olacaktır. Birinci dalga feminizm sıkıca aydınlanmacılığa bağlı olarak “kadın hakları”, “eşitlik”, “özgürlük” gibi taleplerle politik feminizmin ana gövdesini belirleyecek şekilde ortaya çıkmışken, üçüncü dalga feminizm kuramsal ve felsefi olarak aydınlanmacı aklı ve epistemolojiyi de hedefleyerek bütün bir patriyarkal kültürel dünyanın sorgulanmasına niyetlenen teorik-politik bir tavır geliştirir. Böyle bir yaklaşımda “kadın-erkek eşitliği” gibi bir öncelikli ontolojik tavır beklemek yersizdir. Dolayısıyla bu eleştirinin “erkekleşme” tehlikesine karşı “modern muhafazakarların-muhafazakar modernlerin” endişeli olmaktan çok buyrukçu olan uyarılarına ihtiyaçları yoktur.

    Feminizm genel anlamda modern düşünce ve politik hareketlerin önemli bir parçasıdır; kadının erkekleşmesinden ibaret değildir getirdikleri, aksine belirli bir şekilde kadının özerklik kazanmasının olduğu kadar dinsel ya da seküler ideolojik ve politik sistemlerin cinsiyetci yapısının deşifre edilmesinde asli bir rol oynamıştır. Kadın feminizmden önce ve feminizmin dışında da erkekleşebilmektedir, dahası belki de asıl erkekleşme sorunu “kadınsılık” denilen şeyin kendisinde de gizlidir, çünkü böylece “yok”luğunu telafi etmekte ve erkeğin bakışına göre çoktan zaten konumlanmış olmaktadır.Marksizm kendi tarihsel koşulları sınırlarında toplumun sınıfsal analizine teorik bir açıklık getirmişse, feminizm de bu açıdan cinsiyetçilik analizine açıklık getirmiştir. Bununla birlikte her ikisinin de aydınlanmacılığın çocukları olarak temel sorunlarla koşullanmış olarak ortaya çıktıklarını söylemek bugün artık zor değil (ve gerekli). Bu sebeple, feminist eleştiri, asıl olarak 1960’lardan sonra belirginleştirdiği dil ve akıl sorgulamasıyla başka bir önem kazanıyor. Psikanalizin ve dil felsefesinin eleştirel bir yorumundan çıkar bu eğilim, bir dil eleştirisi olarak belirginleşir.

    Feminist eleştiri, bir edebiyat eleştirisi olarak ağırlık sahibiyse de siyasetin ve felsefenin sorgulanmasında da özgül teorik-pratik sonuçlar doğurur. Aklın ve dilin sorgulanmasında “ideoloji eleştirisi”nin derinleştirilmesi ve genişletilmesi söz konusudur örneğin. Özellikle edebiyat metinlerinin incelenmesinde gördüğümüz eleştirinin, bir metin eleştirisi olarak geliştirildiğini görüyoruz. Böylece okuma biçimlerimizin içeriği genişlediği gibi, kendisi de farklılaşıyor. Feminizmin eleştirel bir düşünce biçimi olarak siyasete, edebiyata, felsefeye sokulması ve çalıştırılması, feminist felsefenin belirli bir yön kazanması sanıyorum Simone Beauvoir ile belirginlik kazanıyor diyebiliriz. İlginç olan şudur ki, feministliğinden herhalde asla şüphelenmeyeceğimiz Beauvoir hiç de sanıldığı erkekleşmemiş, erkeksileşmeyi marifet saymamıştır. Aşk Mektupları’na bakılırsa, “kadınsı” olan çok az kadının onun gibi gerçeklikle tutkularına sahip çıktığını, kendini yalınlıkla ortaya koyabildiğini, eril dili bile kullanmaktan çekinmediğini görebiliriz. Beauvoir, sevgilisi Nelson’a “erkeğim, kocacığım, hayvanım” diye seslenir, eril dili böyle kullanmaktan da sakınmaz. Beauvoir ile birlikte sanki feminist felsefe yeni bir boyut kazanır: “kadın filozoflar”, böylece, hem kadın oluşu hem de filozof oluşu köklü/radikal bir sorgulamanın konusu haline getiren yolları açarlar. Edebi metinlerin incelenmesinden köklü bir toplumsal ve felsefi hesaplaşmaya feminizmin bu yönelişi, gelenekle modernlik arasında süregiden ideolojik çatışmanın ötesindeki perspektivzmiyle uygarlığı yeniden anlamayı ve soruşturmayı olanaklı kılacak kapıları aralar.

    Feminizmi bir erkekleşme durumu olarak ya da erkekle aynılaşma durumu olarak anlamak, çıkış noktasına göre ideolojik bir kadın fobisini bastırma girişimi olabilir. Böylesi bir fobi feminist kadınların şirretliklerinden ya da başka durumlarda erkeksi tavırlarından yakınıyor gibi görünür, ancak asıl mesele sanki cinsiyetin ideolojik/politik bir sorun olduğunun ve bunun da belirli söylemlerle (dil içinde) doğallaştırıldığının bastırılmasıdır esas olarak. Yapısalcılık sonrası feminizmin yaklaşımları özellikle tam da bu noktada “kadınlık” söyleminin sökülmesidir. Kadim kavram ve kategorilerin eril tahakkümün biçimleri olarak bu elden geçirilişi kendi başına skandalvari bir nitelik taşır. Üstelik bunu bütüncül bir öğreti ya da evrensel bir yöntem ya da nihai bir geçerlilikle belirlenmiş bir bilme prosedörüyle yapmamaktadır. Berktay, feminist felsefecilerin mutlakçılıktan da relativizimden de ayrı duran bir perspektivizme dayandığını belirtiyordu yazısında. Böylece, eleştiri, kadınlığın, kadınsılığın, kadınlık söyleminin ve kadınlık arzularının dilsel/ideolojik kuruşuna bağlı önkabulleri ve hiyerarşileri deşifre etmeye, bu yapıyı ve mekanizmalarını sorgulamaya yönelir. Dilin ve bir ideoloji olarak aklın sorgulanması cinsiyet ayrımcılığı noktasından bakışıyla feminist felsefenin en önemli boyutudur kanımca. Evrensellik kılığına bürünmüş sabitlikler, olağanlaştırılmış olduğu için kendiliğinden anlaşılır olan yargılar, doğal hale sokulmuş kapitone noktaları, yerinde müdahalelerle sökülür, tartışmaya açılır. Felsefe ve kadın ilişkisi zor bir ilişkidir, ancak öyle anlaşılır ki artık zorluk felsefe içinde söz konudur.

    Bütün bu hadise, yani söz konusu felsefe ve bu felsefenin feminist eleştirisi, bir genellik içinde söyleyecek olursam Batı’yla ve Batı Felsefesi denilen tarihsel süreçle ilgilidir, ancak bunu söylerken Doğu ile Batı’yı ayıran sınırın hayali olduğunu unutmamak gerekiyor. Felsefenin kavram ve katogorileri, epistemolojisi sorgulanırken eril yapı ve fallusmerkezcilik hedeflenmekte ve cinsel başkalık üzerinden felsefe tarihi yeniden düşülmektedir. Dil’in ve Akıl’ı sorgulanması bu bakımdan aydınlanmacılıkla ve formüle edilmiş haliyle kartezyen rasyonalizmle sınırlandırılamayacak bir boyut içerir. Sorgulama, bir tür kurgu sökümüyle, geleneği ve kadim düşünceleri de kapsar.

    Yazıyı bitirirken, feminist olup olmamayı bir yana bırakalım demek istiyorum. Bir açıdan feminizm modern bir ideolojidir ve bu anlamda feminist olup olmamak asıl konu değildir. Aslında yazı içinde Fatmagül Berktay’ın işaret ettiği noktalardan hareketle, feminist felsefenin hedeflediği sorgulama noktalarını bahse açmayı ve ne türden karşı öneriler ve itirazlar geliştirildiğini sunmayı düşünüyordum. Berktay’ın özellikle perspektivizm dediği şeyin üzerinde durmaya değer. Ancak bu kadar toparlayamabildim ve yazıyı artık burada kesiyorum. Bitirirken başlangıç noktasına dönmeyi ve herkesin kendi meşrebince cevaplayacağı gıcık soruyu tekrarlamayı istiyorum: Felsefe tarihinde Platon’a, Gayali’ye, İbn-i Rüşd’e, Kant’a, Hegel’e, Sartre’a karşılık gelen kadın filozoflar var mıdır? Neden?

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/