• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (6.50)
hah - birgül oğuz
kapak resmi: andrew wyeth
kapak tasarımı: emine bora

kitabın baskıları:
1. basım: ekim 2012
5. basım: mayıs 2015

2014 avrupa birliği edebiyat ödülü

"çünkü onlar 'annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor'. onlar en çok bunu biliyor. babalarsa sevilmeye gelmiyor. babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor. buna önce yas, sonra yasa deniyor. böyle oluyor: çocuk tüfeği eline alıyor. namlunun ucunda: okunaksız bir baba. sonra korkunç şeyler oluyor. kırık cıncık ve leke. saçma ve kül. ve bir de bakmışsın, baba gökte soluk bir amblem. tedavülden kalkmış delik para."
birgül oğuz'un kitabı yas üzerine. ancak yalnızca kişisel bir kaybın yasını tutmuyor hah. hafızalardan silindi silinecek "yılbindokuzyüzeylül" devrini şimdiye fırlatmak arzusunu da duyuyor. temsil, telafi ve idrak edilemez olanı temsil, telafi ve idrak etmeye çalışıyor. zamanın yas'a müdahalesi, halden hale geçen öykülerin dilinde buluyor karşılığını.

içindekiler
tuz ruhun
dön
dur
de
kırk

dan
devr

su ruhu
değ
an
çık


  1. “haydi geçsin otursundu. geçti oturdu. adamın ona neden yer verdiğini gösterecek bir şey aradı. titreyen dikiz aynasında kendi sarsak yüzünü buldu. suyu sarı, camı yosun tutmuş bulanık bir akvaryuma benziyordu gözleri” (s.62)

    hah, sürekli anlam farklılaşmalarıyla karşımıza çıkıyor. bazen öfkeyi, bazen çaresizliği, bazen şaşkınlığı, bazen reddedişi, bazen teslimiyeti hisssettiriyor. ölüm, telafi ve idrak edilemeyendir. ne de temsil edilebilir. yas, bu anlamda, birgül oğuz’un belki hissettirdiği gibi, asla tamamlanamayan, asla tam olarak geride kalmayan bir süreç olarak yine de bizi hayata iliştirir. bu “ilişme”de, öfkeyle bağış arasında bir “hah” vardır. çünkü, varlıkta açılan gedikte insanın sesi çopurlaşır, uğultuya dönüşür. bu uğultunun dile dökülme çabası olarak öykülerin ritmini oluşturan bir sözcük oluyor, hah. elbette öykülerin art alanında başka şeylerde var, siyasal bir yön mesela. 12 eylül darbesini hatırlıyoruz ölümün ve yasın uğultusu içinde. ölüm, geride kalan için çok yönlü, çok boyutlu bir hatırlama deneyimidir belki. ustalardan el alır gibi, bilge karasu’nun, leyla erbil’in, ismet özel’in ya doğrudan ya da dolaylı olarak sesi yankılanıyor bu öykülerde. alışıldık öykülerden epey farklı bir dil evreni oluşturduğunu ekleyeyim son olarak. hem tanıdık, hem de oldukça başkalaşan bir dil bu. aklınızda olsun, hah!



    “yağmurlar dinmek bilmiyordu, yaprak yaprak dökülen, sarıya çalan bir kasımdı. rüzgar pencere pervazlarında uğulduyor, yağmur suları tavandan tıp şıp ve pervazlardan oluk oluk içeri akıyordu. kendi içine ağlayan ve sabah akşam uğuldayan bu evi bir arada tutmaya çalışıyordu rü’ya. şuradakileri buraya, oradakileri şuraya koyuyor, pervazlara sıkıştırdığı gazete kağıtlarını düzenli aralıklarla değiştiriyor, tavandan damlayan sarı suyla dolan leğenleri boşaltıyor, çaydanlığın fokurtusunu, tencere kapağının tıngırtısını evden eksik etmiyor, iş çıkışlarında günün gazetesini, mevsimin meyvesini ve akşamın ekmeğini almayı ihmal etmiyordu. ama ne yaparsa yapsın ıslak bez ve bayat su kokan ev her akşam daha da dağılgan bir yüzle karşılıyordu onu. günden güne kuruyup ufalan, pencere kenarında kırık bir iskemle gibi saatlerce kıpırtısız oturan, rü’ya’yla göz göze geldiği anda ıslanıp ufalanmaya başlayan annenin eti gittikçe ağırlaşıyordu.” (s.70)

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/