1. geçen gün arkadaş evde otururken mahalleden bir çocuğun ağlama sesini duymuş. arkadaş da kıyamaz çocuklara, hemen evden çıkıp çocuğun yanına gitmiş. meğerse suluğunu kaybettiği için annesi eve almıyormuş. aramışlar bakmışlar her yere ama bulamamışlar. en son bizim arkadaş annesiyle konuşmuş, barışmışlar.

    yolda yürürken anlattı bunu. durdum bi sarıldım, dedim sen ne güzel adamsın. utandı hemen :)
  2. bir sürü can sıkıcı olayın içinde telefona gelen kargo mesajı ve gidince çok sevdiğin insanlardan mutluluk dolu minik bi kutu almak. hem de dünyanın en güzel notlarından biriyle. aile güzel şey.

    bir de kilometrelerce uzaktaki arkadaşın tam mutsuzken ve uyuyakalacağın sırada araması, saatlerce havadan sudan konuşmak ve telefonu kapattıktan sonra yüzünün güldüğünü fark etmek.
  3. doğuştan ortopedik engelli olan ve değnek yardımı ile yürüyen ben önden yürüyorum arkadan da beş yaşında öğrencim ile üç yaşındaki kardeşi yürüyor. diyalog şu şekilde
    - abi o ne ? (değnekleri işaret ederek)
    -destek sopası. o öğretmen zor yürüyebilen insanlardan olduğu için destek sopası tutuyor.

    şu kirli dünyada çocukların kabul gücü ve yaratıcılığı gülümseten nadir şeylerden biri.
  4. -minnoşş, pisi pisiii
    -miauww!

    tam 3-4 yaşındaki çocuğun ironi kabiliyetine hayran olurken,

    annesi - naptınız!
    ben - ???
    annesi - kendini bir süredir kedi sanıyor, şimdi ikna etmemiz iyice zorlaşacak!
    çocuk - anne bak bana kedi dedi, bildi anne bak, pisi dedi...

    bence benziyordu...
    mesut
  5. ben hikaye anlatmayı çok severim. hikaye dinlemeyi daha çok severim. ondan da daha çok, çok sevdiğim bir şey varsa, anlatılan hikayenin bir ucuyla, bir parçasıyla gerçek hayatta, hayatımın içinde karşıma çıkıp beni şaşırtması. hayatımızın anlatılmaya değer en güzel yanı bu tesadüflerin varlığı bana kalırsa.

    sene 2013 yanılmıyorsam. gürsel (korat) hocanın " metin ve yorumları" dersini alıyoruz zorunlu olarak. yine bir dersinde söz dönüyor dolaşıyor, kapadokya'ya geliyor. beni ankara'ya cemal süreya, kapadokya'ya da gürsel hoca aşık etmiştir; daha önce görmediğim hâlde bu şehirleri üstelik. gördüğüm zaman da değişen bir şey olmadı, hatta şairi de yazarı da unuttum ama o yerlere sevgim, özlemim hiç sönmedi. neyse.

    hocamız kayserili, kapadokya bölgesine özel bir sevgisi var. her taşın altını, hikayesini bilir, romanları özellikle o coğrafya zemininde geçer çoğu zaman. konu yine kapadokya'ya gelince konuşa konuşa " st.george"un yani "yorgi"nin, bizde bilinen ismiyle "cercis / circis" in hikayesini anlatmaya başladı. özellikle tarihî bilgilerini ve sayısal veriler içeren olayları şu an için hatırlayamasam da cercis'in kim olduğunu öğrenmiş; rivayet edilen hikayesinde atından heybetle iner inmez, aynı atı kollarına hızlıca dolayıp başına eski püskü bir başlık olarak geçirerek muhtaç bir dilenci kılığına girmesine , "tanrı rızası" için her kapıdan yardım istemesine, geri çevirmeyen evleri ödüllendirip kovulduğu yerleri fukara etmesine, ejdarhayla savaşına hayran kalmıştım çocuk gibi.

    daha sonra 2015 yılında 10 günlüğüne kapadokya'ya gittiğimde ilk işim cercis'i aramak oldu. tamam bee, ilk işim acayip ucuza gelmiş odanın jakuzisini köpükle doldurup eski sevgilimle şarap keyfi yapmak oldu ama jakuzinin masaj özelliği su sıcak olduğunda kösnül bir gevşeme yaratacağı yerde hipertansif etki yaptığı için karaya vuran balinalar misali kendimizi küvetten dar atabilmiştik içeri. cercis daha gelir gelmez cezalandırmıştı beni... sonra "tamam george, şimdi sakin ol ve elindeki atı yere bırak, şimdi çıkıyorum müzeye, okay?" diyerek cercis'in aziz hatırasını aramaya koyuldum. göreme açık hava müzesi'nde, adını yine unuttuğum bir kilisede, bir savaş sahnesinde temsil edildiği duvar resmini görüp fotoğrafını çektim. sevgilim olan insana bildiğim hikâyatı heyecanlı heyecanlı anlattım ama pek sallar gibi değildi. en de sevmediğim şeydir heyecanımın, şaşkınlığımın, sanki her şey 50 yıldır aynı şekilde oluyormuş gibi davranılarak söndürülmesi. boşver cercis, sen ona bakma , kameraya bak, çekiyoruum! tişörtlerini de yapmışlar, denk getirip alamadım o gün, bir dahaki sefere artık dedim. adettendir diye o duvardaki resmin basılı olduğu bir ayraç aldım. cercis'le ilk karşılaşmam böylece olup bitmişti.

    2016 yazında, çalıştığım kitapçıda bazı kitaplar bulunmuyordu. müşterinin isteği üstüne sipariş ediyorduk, kendilerinin iletişim bilgilerini alıp. bir gün yaşlı, akça pakça bir amca girdi içeri. yine hatırlamıyorum, iki kitap sordu. "yok ama sipariş edebiliyoruz, getirtelim mi sizin için? " diye sordum. "tabi olur, et gızım" dedi. işlemi yaptım, amcanın irtibat bilgilerini alacağım ki kitaplar geldiğinde ulaşabileyim. "isminiz nedir amcacığım?" dedim. "cercis" dedi. kalbimin "gümp" diye tek seferde çarpışını şu an dahi hatırlıyorum. üç saniye kalem elimde donuklaştıktan sonra "afedersiniz, cercis mi dediniz? " diye sordum. " he gızım, c -e - r..." diye devam etti. "biliyorum amca cercis'i ben. isim olarak hiç duymamıştım. siz nerelisiniz ki?" diye sordum. "buralıyım gızım ama pek yoğ ismimiz, doğrudur. sen nerden biliyin cercis kim?" diye sordu gülerek. bütün hikâyeyi aynı müzede olduğum günkü heyecanla anlattım amcaya, sevgilimden daha çok şaşırıp bana eşlik etti yemin ederim. hatta verdiği numaraya "sni ryamda qrdüm, ii msn???" diye mesaj atmayı bile düşündüm bu yüzden. atını sarıp sarık yaptığı hikâyeyi de biliyormuş, " hee bizde çoğ anlatırlardı gızım, anam goydu benim adımı bu zat'tan ötürü" dedi. "ne güzel amca, isminizle çok yaşayın" dedim. adam dükkândan çıkarken elimde olmadan sessiz sessiz arkasından gittim, acaba atıyla mı gelmişti ve onu hızlıca kollarına sarıp başka bir kılığı için kullanacak mıydı diye bakmak için. kuş cinsi lacivert bir arabaya binip gitti, egzozuna boğuldum, oysa ben o arabayı "badgirl" beresine dönüştürecek sanıyordum... dedim multiple, işçisin sen işçi kal, gir ğız tükandan içeri...

    artık plasebo etkisi miydi, amca sahiden cercis miydi bilmiyorum ama o gün hem dükkân her zamankinden iyi kazandı, hem ben hiç yorulmadım. günün en yoğun ve yorucu saatinde bile. aylar vardı elime kağıt kalem almamıştım, birden ufakça bir defter aldım kendime, yazdım ha yazdım. durduk yere heves de getirmişti adam. ya da ben öyle inanmak istedim, bilmem... yine de bu, o günü akşam uyuyana değin garip bir huzur içinde geçirdiğim, ve genelde aksi giden rutin işlerin birinin bile garip bir şekilde sorun çıkarmadığı gerçeğini etkilemiyor.

    şimdi düşünüyorum da, ezkaza çocuk sahibi olmaya ikna olursam, bir de yavrucak oğlan olursa, bir adını "cercis" koyarım ben ya... mucizeli, sürpriz yumurta gibi bir oğlan olur o zaman, oy anası yesin... hem bir adı "cercis" olduktan sonra diğer adı isterse "geoffrey" olsun, yedi krallık içinde dahi çok sorun yaşayacağını sanmıyorum.
  6. geçen hafta okula giderken üst üste iki kez,biri 10 diğeri 5 yaşlarından iki erkek kardeş gördüm.abisi sürekli kardeşinin ya atkısını düzeltiyor ya montunun önünü ilikliyor.
    düşünüyorum da koca hafta zorlamaca olmadan gülümsediğim iki an sadece onları gördüğüm anlardı.
  7. taze bir tanesi:

    bugun akşama doğru kar bastırdı, malum cuma ve ev de çok dik bir yokuşun tepesinde. eve gitmeden alışveriş yapayim da tekrar çıkmam icap etmesin diye migros'a girdim.

    alışveriş yaptım, aldıklarım da saçma sapan şeylermis aslında hani temel gıda maddesi sadece ekmek. gerisi çikolata, cips vs. abur cubur. kasada ödemeyi yaparken bir amca geldi. kasiyere "cumhuriyet kaldı mı?" diye sordu. ben de araya girip "kalmadı amca, cumhuriyet de kalmadı, laiklik de, ülke de!" dedim. sonra ikimizin de yüzünde acı bir tebessüm belirdi.

    poşetlerin malzemeleri, çıktım dışarı. kar epey şiddetli, hatta yol da tıkanmış. sonra sıra yanıma bir araba yanaşıp seslendi. dönüp baktım o amca. :) götürmeyi teklif etti ama benim ev tepede dediğim gibi ona ters kalıyordu. teşekkür edip gülümsedim, vedalastik.

    ortak dertler insanları yakınlaştırıyormus.
  8. tanimadigin kisilerle gulumseyerek kartopu oynayip yoluna devam etmek.
  9. yaklaşık iki ay kadar önceydi. akşamın bir vakti dersten çıkmış, günü kurtarma adına elime geçen az miktarda bir paranın memnuniyetiyle toplu taşımanın yarattığı bıkkınlık içinde "ben napıyorum lan burada?" triplerindeydim. boş gözlerle yaklaşmakta olan metroyu izledim, vagonları teker teker inceledim sanki gozlerim tanıdık birini ararmışçasına. bir adam gördüm tek başına oturan belli belirsiz ve metro durduğunda onun karşısına oturmaya karar verdim nedendir bilinmez. oturduğumda bakışlarını üzerimde hissettim, başımı kaldırdığımda öğretmenimi gördüm. rol modelim, idolüm... gün içinde aklımdan geçmişti, uzun zamandir görmemiştim onu ve bana bu karşılaşma o kadar iyi geldi ki... iyilik ve guzellikler bazen hiç ummadığımız bir anda bizi bulabiliyor yeter ki doğru yöne bakmayı bilelim.
  10. cuma günü arkadaşımdan yurda dönüyorum, yağmur başlamış ama nası yağıyor böyle sert sert. şemsiye verdi bana, ben de nefret ederim kullanmaktan. neyse aldım baya sırılsıklam olana kadar açmadım, sonra yağmur sertleşip yüzümü acıttığından açmak zorunda kaldım. o sırada bi rüzgar başladı böyle elimde sağa sola savruluyor şemsiye beni de etrafında döndüyor. ben gülmeye başladım, beni gören de gülüyor falan. şimdi aklıma geldi evde şemsiye görünce, yine gülmeye başladım.