1. kalabalıktı o sıra. insanlar birbirleri ile sohbet halindeydi. ben biraz hastaydım, senin de işin gücün vardı, yine vardı.
    insanlar hep çevremizde olurdu ama sen ilk benim yanıma gelirdin. sen de bir torpilim vardı, ona güvenirdim. güvenirdim..

    benim gözümde her seyin normal olduğu bir günde ilk bana gelmedin. sigara sevmezdin ama sigara odasındaydın. ben sana içimi açmayı düşünüyordum o gün. hasta olmama rağmen gelmiştim o gün. nolacaktı ki, hep hasta olurdum ama sen hep olmayabilirdin.

    yalan yok. anlamıştım değiştiğini sende bazı şeylerin ama içimde birakamazdım. söylemeliydim.

    sigara odasındaydın. koltuğun köşesine oturmuştun ve etrafa gülüşünü saçıyordun. ben kapının dışından sana bakmak istiyordum. bir an oldu. onca insan arasında bir tek sen, bir de benim bakışım. gözlerine değmese de gözlerim şunu demiştim kendime. keşke olsaydı, keşke.
  2. ilkokuldayken öğretmen, doktor, mühendis, memur gibi okumuş, diploma sahibi ebeveynlerin çocuklarını kıskanmışımdır. hep bi imrenek bakmışımdır onlara. ayakkabıları adidas, nike, lescon olurdu. çantaları tekerlekli, içi labirent gibi binbir çeşit bağlantılı kısımlardan oluşurdu. getirdiği sandviç bile alüminyum folyoyla sarılı, matarası rengarenkti. defteri, kitabı süper kahramanlı etiketlerle kaplıydı. yaptığı ödevler bile tertemiz, taslağı düzenli olurdu. maç mı yapıyoruz pası illa ona atardık, takımlar mı seçilecek onlara seçtirirdik. oldu da hata mı yaptı birşey diyemezdik. özel bir haftada şiir ya da düzyazı okunacaksa okuyacak kişi işte onlardı. sınıfta etkinlik mi düzenlenecek düzenleyecek kişi belliydi. okullar yeni açılınca tatilde ne yaptınız sorusuna sayfalarca şey yazabilirlerdi. aynı tatilde bense elimde ayetel boynumda cevşen kuran kursunun yolunu tutuyordum. hobilerim arasında şunlar var dediği anda sanki başka bir dilden konuşurdu. velhasılıkelam dinlemesi de çok zevkli gelirdi o zamanlar.

    edit: ailenin özgüven ve girişimciliğe etkisini bu kadar erken göstermeye başladığını şimdi farkediyorum. eleştiri mahiyetinde değil tabi ki bunlar. her aile imkanları dahilinde çocuğunun gelişimine katkıda bulunmaya çalışır.
  3. merak ettiğin her şeyin ve onların içinde yatan "neden?" sorusunun cevabı aslında gözünün önünde olsa bile senin bunu algılayabilecek kadar gelişmiş bir zeka formu olmayabileceğin gerçeğini, gözünde büyüttüğün o beyninin çok sınırlı olduğunu fark ettiğin o an. (bkz: çaresizlik)
  4. bütün ilkokul ve ortaokul hayatım boyunca öğretmen çocuğu olmanın getirdiği sorumluluktan ölesiye kaçtım. aslında pek bir sorumluluğu yoktur, fakat 10,12 yaşında gözümüzde tanrılaştırdığımız öğretmenlerimizin dediği ''sen öğretmen çocuğusun sen bari yapma!'' sözüne çok içerlenirsiniz, ayrıca bir kere de olmaz bu her defasında denir, çünkü sizin yaramazlık yapma hakkınız yoktur öğretmen çocuğusunuzdur. evet birde babanız veya anneniz sizinle aynı okulda bulunuyorsa dayak yiyemiyorsunuz, ''seni döverdim ama baban bu okulda öğretmen dua et!'' sözleriyle karşılaşıyorsunuz. haliyle bir dışlanma hissi oluşuyor şöyle adamakıllı dayak yemeyi bir kere de olsa kim istemez. bilmiyorum neden hayatım boyunca o güçten kaçmaya çalıştım hep, babamın beni gönderdiği kitapçıya bile asla babamın ismini vermezdim, istemiyordum ulan öğretmen indirimini de. gittiğim hiçbir yerde babamın asıl mesleğini söylemedim, çünkü o öğretmen veya doktor veya overlokçu olunca bir şey değişmiyordu. ben de öğretmen çocuğu bir fırlamaydım ama öğretmenler ve arkadaşların tarafından hep senden beklenilen ağırbaşlı olmandı. velhasılıkelam arkadaşlarımın özgürce, sorumluluk hissetmeden hareket etmelerini izlemek de çok zevkli gelirdi o zamanlar..
  5. üniversitede okulum hali hazırda devam ederken uzmanlaşmak istediğim alanda danışmanlık yapan bir firmada destek elemanı olarak çalışıyordum. yani belirli bir çalışma düzenim yoktu. firmada işler ne zaman sarpa sarsa o günlerde orada bitiyor, süreçleri normal seyrine döndürene kadar en az diğer danışmanlar kadar canımı dişime takarak çalışıyordum.

    oraya girdiğim ilk günden beri "regina hanım" oldum, istemesem bile kahvemi nasıl ve günün hangi saati içtiğim öğrenildi ve hiç şaşmadan önüme geldi. gerek yaptığım telefon konuşmalarında telefonun ucundaki kişilerce, gerekse ofise sık gelen müşterilerimizden bazıları tarafından isim ve sima olarak tanındım ve "hayat kurtaran regina hanım" kimliğimle sevildim, sayıldım. benim gibi daha mezun bile olmamış, aslında işlere bu kadar derinlemesine dahil olmaması gereken bir öğrenci için bu kadar ilgi alaka gösterilmesini firmadaki muhteşem örgüt kültürüne bağlıyor ve hayranlık duyuyordum.

    ta ki bir gün lobide görevli, ayşe hanım olsun ismi, ayşe hanım'ın planlanmayan bir şekilde işe gelemediği güne kadar. "bir günlüğüne ayşe hanım'ın yerine bakabilir misin?" dendi. ben de elbette kabul ettim. görevim telefonlara bakıp gerekli yönlendirmeyi yapmak ve gelen müşterilere "hoşgeldiniz sizi şöyle alayım. beklerken bir çay alır mıydınız?" demekti.

    iç burkan detaylar bundan sonra başlıyor. hayatımda hiç ayşe hanım'ın koltuğunda oturduğum kadar görünmez hissetmemişimdir. telefonun ucundaki insanlar benimle kaba bir şekilde konuşuyor, gelen müşteriler yüzüme bile bakmıyor, hatta önceki çalışmalarımızdan beni bizzat tanıyan bazı müşteriler o koltukta oturan kişinin ben olduğumu bile fark etmiyordu. o dönem firmaya yeni gelen bir stajyer vardı, beni ilk kez o gün görmüştü. yaptığımız ufak tanışma sohbeti sonucu eğitim ve iş tecrübesi bakımından ondan daha donanımlı olmama rağmen (o bunu bilmiyordu, çünkü sorma gereği duymamıştı) o gün onun bile küçümseyen bakışlarına maruz kalıyordum. çünkü bu toplumda alt tarafı lobide duran bir sekreterden başka bir şey değildim. insanların ismimi bilmesine gerek yoktu.

    o gün hatrımı soran tek insanın damacana su getiren görevli olması da ayrı bir olay. sanırım "takım elbiseli" kesim sekretere, modern tabiriyle "yönetici asistanına" günaydın dememeliydi.

    aynı özenle o günkü işimi de tamamladım ve bir daha o firmayla hiçbir iş yapmadım.

    ayşe hanım çalışıp para kazanmak yerine akşamları evinde kocişiyle kahve keyfi yapmayı seçseydi daha çok saygı görecekti. eminim.
    bu ülkede ayşe hanım olmak çok zormuş. görmüş oldum.
  6. pek tanıdık birilerinin olmadığı bir sokaktan geçerken yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk oyun oynuyordu. yanına bir arkadaşının daha geldiğini gördüm. yeni gelen bir süredir yoktu anlaşılan ki önce bir sevinçle özlemlerini giderdiler. yanlarına yaklaştıkça konuşmaları daha da netleşti. yeni gelen bir şeyler soruyordu.

    -arda nerede? hadi onu da çağıralım.

    önce bir sessizlik oldu. sonra o cevap geldi:
    -cennette.

    yeni gelenle beraber bakakaldık, bir açıklama yap dercesine. başını öne eğdi bizim oğlan.

    -sen burada yoktun. bir trafik kazası oldu. arda cennete gitti.

    bir yandan yüzünde cennetin güzel bir yer olduğunu düşünüp arda için sevinirmişcesine bir bakış, diğer yandan arkadaşını özleyen, bir daha göremeyeceğinin farkında, düşen küçücük omuzları..
  7. küçüğüm o zamanlar. yuksek dağların ardinda bir yayla evi. babanemle kapi eşiğinde oturuyoruz. çay demlemiş. rahmetli sadece çayı demlerdi, bardakta çayı açmak için ayrica su kaynatmazdi. sadece demden içerdi çayı. o gün bende istemişim demek ki, sadece dem içemem diye su da kaynatmiş. kackarlari izliyoruz diz dize. dedem de ben dogmadan önce ölmüş. nereden geldiyse ben babanneme ' nana - bizim orda oyle derlerdi- dedemle nasıl tanıştınız? ' diye sordum. 'dugunden sonra' dedi. o zamanlar oyleydi ve ben bunu yeni öğrendiğim için çok şaşırmıştım. ' ama nana ya dedem çirkin olsaydi, nasil kabul ettin bunu, onceden gormen gerek, cirkin ciksaydi ne yapacaktin? diye soru yagmuruna tutmaya başladım rahmetliyi. tek bişey dedi; ama cok güzel çıktı. gözlerinde yaş.

    not: bu evlilik 49 yil sürmüş. 5 çocuk, ve 12 torun sahibi olmuslardi. babanemin hala aglayabiliyor olmasi nasil bir 49 yil oldugunu acikliyordu.

    nur icinde yatin.
  8. yaklaşık bir altı yedi yıl önce babaannemin ricası üzerine bayram ziyaretine gidilirken ailem benim düğün kasetimi yanlarında götürmüştü. kuzenlerimin de geldiği bir vakit izlemeye başladılar. türkiye'nin her yerinde aynı gelenek var mıdır bilmem ama bizim orada düğünlerde araba konvoyu yapılır. konvoyun dolaşmaya başladığı kısmı izlerken korna seslerini duyup konvoya yetişebilmek için koşan bir çocuğun sendeleyip yere düştüğünü gördüm daha sonra kalkıp araba uzaklaştığı için vazgeçti. kuzenimde çocuğu fark edip omzuma dokundu meğer onu tanıyormuş.

    -yere düşen çocuğu gördün mü?

    -evet.

    -sizin düğünden iki yıl sonra yine bir düğün arabasının arkasından koşarken düşüp ezildi. dedi.

    insan böyle bir olayı aniden duyunca şok etkisi yaşıyor. daha sonra ara ara aklıma geldi hep geçen seneler içerisinde. peşinden koştuğu şey beş lira bilemedin on lira. kimisi verdim gözüksün diye boş zarf verir. olan bizim küçük kardeşimize olmuş.
  9. kaybedilen babanın telefon numarası, gsm operatörüne bildirilerek iptal ettirilmiştir. ancak o numara rehberden bir türlü silinemez. aylar sonra aranır amaçsızca. ''bu telefon kullanılmamaktadır'' anonsu beklenirken aksine çalar telefon. ve bir başkası cevap verir sonunda; ''kimi aramıştınız?''
  10. babami hic tanimadim ben kucukken ayrilmislar annemle ve hic gorusmedim
    bir gun ilkokulda siniftan bir arkadasimla kavga ettim ama sac bas bir kavga
    ertesi gun bu kavga ettigim kiz babasini okula getirtip benim kizimi neden dovdun vesaire diye bana bagirmisti.
    kiz benim babamla gorusmedigimi biliyordu daha sonralari beni uzmek icin babasina aldirirdi kendini ve bilerek hep sarilirdi gozumun onunde.