1. ilkokuldayken öğretmen, doktor, mühendis, memur gibi okumuş, diploma sahibi ebeveynlerin çocuklarını kıskanmışımdır. hep bi imrenek bakmışımdır onlara. ayakkabıları adidas, nike, lescon olurdu. çantaları tekerlekli, içi labirent gibi binbir çeşit bağlantılı kısımlardan oluşurdu. getirdiği sandviç bile alüminyum folyoyla sarılı, matarası rengarenkti. defteri, kitabı süper kahramanlı etiketlerle kaplıydı. yaptığı ödevler bile tertemiz, taslağı düzenli olurdu. maç mı yapıyoruz pası illa ona atardık, takımlar mı seçilecek onlara seçtirirdik. oldu da hata mı yaptı birşey diyemezdik. özel bir haftada şiir ya da düzyazı okunacaksa okuyacak kişi işte onlardı. sınıfta etkinlik mi düzenlenecek düzenleyecek kişi belliydi. okullar yeni açılınca tatilde ne yaptınız sorusuna sayfalarca şey yazabilirlerdi. aynı tatilde bense elimde ayetel boynumda cevşen kuran kursunun yolunu tutuyordum. hobilerim arasında şunlar var dediği anda sanki başka bir dilden konuşurdu. velhasılıkelam dinlemesi de çok zevkli gelirdi o zamanlar.

    edit: ailenin özgüven ve girişimciliğe etkisini bu kadar erken göstermeye başladığını şimdi farkediyorum. eleştiri mahiyetinde değil tabi ki bunlar. her aile imkanları dahilinde çocuğunun gelişimine katkıda bulunmaya çalışır.
  2. üniversitede okulum hali hazırda devam ederken uzmanlaşmak istediğim alanda danışmanlık yapan bir firmada destek elemanı olarak çalışıyordum. yani belirli bir çalışma düzenim yoktu. firmada işler ne zaman sarpa sarsa o günlerde orada bitiyor, süreçleri normal seyrine döndürene kadar en az diğer danışmanlar kadar canımı dişime takarak çalışıyordum.

    oraya girdiğim ilk günden beri "regina hanım" oldum, istemesem bile kahvemi nasıl ve günün hangi saati içtiğim öğrenildi ve hiç şaşmadan önüme geldi. gerek yaptığım telefon konuşmalarında telefonun ucundaki kişilerce, gerekse ofise sık gelen müşterilerimizden bazıları tarafından isim ve sima olarak tanındım ve "hayat kurtaran regina hanım" kimliğimle sevildim, sayıldım. benim gibi daha mezun bile olmamış, aslında işlere bu kadar derinlemesine dahil olmaması gereken bir öğrenci için bu kadar ilgi alaka gösterilmesini firmadaki muhteşem örgüt kültürüne bağlıyor ve hayranlık duyuyordum.

    ta ki bir gün lobide görevli, ayşe hanım olsun ismi, ayşe hanım'ın planlanmayan bir şekilde işe gelemediği güne kadar. "bir günlüğüne ayşe hanım'ın yerine bakabilir misin?" dendi. ben de elbette kabul ettim. görevim telefonlara bakıp gerekli yönlendirmeyi yapmak ve gelen müşterilere "hoşgeldiniz sizi şöyle alayım. beklerken bir çay alır mıydınız?" demekti.

    iç burkan detaylar bundan sonra başlıyor. hayatımda hiç ayşe hanım'ın koltuğunda oturduğum kadar görünmez hissetmemişimdir. telefonun ucundaki insanlar benimle kaba bir şekilde konuşuyor, gelen müşteriler yüzüme bile bakmıyor, hatta önceki çalışmalarımızdan beni bizzat tanıyan bazı müşteriler o koltukta oturan kişinin ben olduğumu bile fark etmiyordu. o dönem firmaya yeni gelen bir stajyer vardı, beni ilk kez o gün görmüştü. yaptığımız ufak tanışma sohbeti sonucu eğitim ve iş tecrübesi bakımından ondan daha donanımlı olmama rağmen (o bunu bilmiyordu, çünkü sorma gereği duymamıştı) o gün onun bile küçümseyen bakışlarına maruz kalıyordum. çünkü bu toplumda alt tarafı lobide duran bir sekreterden başka bir şey değildim. insanların ismimi bilmesine gerek yoktu.

    o gün hatrımı soran tek insanın damacana su getiren görevli olması da ayrı bir olay. sanırım "takım elbiseli" kesim sekretere, modern tabiriyle "yönetici asistanına" günaydın dememeliydi.

    aynı özenle o günkü işimi de tamamladım ve bir daha o firmayla hiçbir iş yapmadım.

    ayşe hanım çalışıp para kazanmak yerine akşamları evinde kocişiyle kahve keyfi yapmayı seçseydi daha çok saygı görecekti. eminim.
    bu ülkede ayşe hanım olmak çok zormuş. görmüş oldum.
  3. babam iki işte çalışarak bizi okuttu.odun ardiyesinde odun kırardı.bir gün evde ders çalışırken içeri girmiş onu fark etmedim.baktım beni izliyor ama o kadar yorgun ki nerdeyse düşüp bayılmak üzere, 20 yıl oldu bana o bakışını hala unutmadım.
  4. sanırım bu başlığa daha çok yazacağım, başlayalım hele bir.
    bir liranın hesabını bin kere yaptığım yıllar. sefalet diz boyu.
    lisede il geneli yapılan kompozisyon yarışmasında birinci olmuştum. ödül töreni şehir merkezine uzak bir okulda yapılacaktı. dereceye girmis öğrencileri okul müdürleri kendi araçları ya da okulun aracıyla götürürlerdi. törenin yapılacağı gün okul müdürünün evine gittim, kapıyı çaldım, kapıyı açan müdür oldu. hocam dedim mahçup bir edayla, şey, ödül töreni vardı. müdür misafiri olduğunu, gelemeyeceğini söyledi, sen git kara, dedi.
    hava bulutlu, yağmurun eli kulağında. cebimde sadece gidiş için yol parası var. dönüş için endişe etmem gerekmezdi çünkü para ödülü vardı ve hatırı sayılır bir meblağdı.
    minibüse binip yola koyuldum. indiğimde yağmur başlamıştı ve benim daha 15 dk yürümem gerekiyordu.
    yürüdüm. çamura bata çıka, sırılsıklam bir halde tören henüz başlamışken vardım okula.
    seyirciler var kalabalık bir ortam, arkalarda ayakta duruyorum, dereceye girenlerin isimleri okundu, sahneye davet edildim.
    kulaklarimdan, burnumdan sular süzülüyor aşağı. sahneye çıktım öylece. ayakkabim, pacalarim çamur.
    vali de katılmış törene. göz göze geldik. tam karşımda. belli ki ödülü o verecek. zaten valiliğin düzenlediği bir yarismaydi. vali yanindakinin kulağına bir şeyler fısıldadı beni bir süre suzdukten sonra. sinirlenmisti. belli ki görüntüm onu rahatsız etmişti, protokolde güzel görüntüler olmalıydı.
    tanrım bitseydi artık şu tören. vali sahneye çıktı ödülleri vermek üzere. benim sadece elimi sıktı, diğerlerinin yüzünü de opmustu.
    mühim değildi, bir paket içinde ödülümü alıp kendimi attım dışarı. aceleyle zarf içindeki parayı aradi gözlerim. heyhat. kutunun içinde iki kitap vardı yalnızca. biri saçma sapan bir polisiye kitabı, diğeri ise nutuk.
    bir buçuk saat yol yürüdüm yağmur altında. kitapları çöpe attım yoldayken daha. eve yetistiğimde tükenmiştim.
    katıldığım son yarışma olacaktı bu.
  5. ilkokuldaydım 3 ya da 4 olmalı, muhtemelen 3. o yaşta ne kadar duygularına anlam verebilirsin ki? hatırlamıyorum. ama bir kız vardı akranım bence mahallenin en güzel kızıydı. ailesi o zamanın toplumsal koşullarına göre zengin sayılırdı statü farkını özetlemek gerekirse; opel vectra vs. şahin. adına da yansımıştı o döneme göre toplumsal farklılık :melissa.

    o zamanlar kalınca telefon rehberleri (adresler de yazardı) olurdu, kapı zillerinin olduğu apartman girişinden melissanın babasının ismini soyismini öğrenerek ev telefonunu buldum ve nasıl aşık isem tarkan'ın gelip de halimi gördün mü şarkısını okuldan eve geldiğini bildiğim bir zaman telefonda hiç konuşmadan teybin sesini son ses açarak dinlettim.

    telefonda hiç konuşmadığımdan dolayı sonuca yönelik bir kazanımım olmadı tabi. nasıl bir kazanım olabilirse bu çocuksu sapıklığımda. ama sanki benim yaptığımı biliyor gibi bakan gözleriyle bakkala giderken ara ara karşılaştım. şu an hatırlayıp güldüğüm birçok etkinliklerde daha bulundum bu aşk uğruna.

    gün geldi çattı, melissa'dan yaşça büyük arkadaşı o fink fink atan, her şeyi bilen gözleriyle durumu çoktan çakozlamış, bizi bir araya getirme çabasına düşmüştü. başarılı da oldu. oturduk yan yana ne kadar heyecanlandıysam artık gözlerine bile bakamadım, konuşamadım ama o da ilgileniyordu belli.

    belli bir süre birbirimizin farkında uzun soluklu ama belli etmemeli sessiz, kaçamak kesişmelerle sürdü bu telepatik ilişkimiz. o bir çift güzel gözün beni izlediğini bilen ben, artık bakkala giderken kıyafetlerimi seçmeye başladım annem anlam veremedi, mahalle arasında yokuş yukarı oynadığımız maçlarda tüm pasları almaya, takım için vazgeçilmez olduğumu hissettirmeye çalıştım.

    sonra bir gün, hemen yanımızdaydı apartmanları, kamyon gördüm kocaman bir şey, taşınıyorlardı. ben kocaman günler besledim ona, o bir günde gitti. sol mememin altındaki cevahir ilk o gün sızladı sanırım.
  6. bu yaz çok üzüldüğüm birşeyin sonrasında yazılmıştı bu yazı...


    işyerim sanayinin göbeğine çok yakın. meydandaki bankaya giderken iki büklüm bi teyze gördüm. bembeyaz pamuk gibi bi teyze. beli iki büklüm yürümeye çalışıyor. giyimide tertemiz. dilenci değil. geçtik gittik.

    ben bankada işimi hallettim. ofise geldim. çay aldım kapının önünde içiyorum. bi baktım teyze anca buraya kadar yürüyebilmiş. ben onca işi hallettim o sırada.

    seslendim.

    -teyze nereye gidiyosun?
    -neden sordun çocuğum?
    -gideceğin yere bırakıyım arabayla seni?
    -sağol. yakın hemen şura. bana yardım yapıyor. onu almaya gidiyorum.
    -teyze bi dk bekle bende bi yardım yapayım sana olurmu?

    koşarak gittim. çantamdan aldım. teyzenin yanına geldim.

    biraz şaşırdı görünce bişi diyemedi.

    -benim içim çok yanıyo bugün teyzecim. nolur benim için dua edermisin? (dediğim anda gözümden yaşlar dökülmeye başladı)
    -(ben bi anda ağlayınca teyzede şaşırdı) ağlama çocuğum. niye ağlıyorsun? neye üzüldün?

    diyemedim sadece gözümden yaşlar pıtır pıtır dökülüyor... çok içim acıyo diyebildim.

    -benim senin kadar kızım vardı vefat etti. bi kızım daha var. kanser. hastanede. başkada kimsem yok. üzülme çocuğum. derdin neyse allah dermanını verir. üzülme yavrum... bi anda değişir herşey. allah seninde yüzünü güldürür çocuğum...

    teyzeninde gözler dolu dolu oldu. bende zaten durmuyor akıyor.

    sonra hem kendi üzüldüğümden utandım, hem ağladığımı kimse görmesin diye teyzeyi öptüm kaçtım. keşke numarasını alsaydım kızınada bi faydam olurdu belki. bide ona üzüldüm dünde böyle bi gündü. (ağustosun ilk günleri...)
  7. bir çocuğun döktüğü göz yaşına ortak oldum bugün. baba hapiste, anne başkasıyla evlenmiş, üvey baba tarafından istenmemiş, anneanneye bırakılmış, anneanne tarafından da başından atılmaya çalışılan bir çocuk... ben babamı hiç hatırlamıyorum, yüzü nasıldı öğretmenim bilmiyorum diye ağladı gözlerime bakıp. dünyam öyle küçüldü ki bir anda, nefessiz kaldım. hangi çocuk mutsuz olmayı hak eder? hangi anne baba bu çocuğun döktüğü yaşın vebalini ödeyebilir? sarıldım ona, kelimelerim bitikti, yitikti karşısında. ben buradayım dedim ama yeter mi be sözlük? mutsuzum, çok mutsuzum. omuzlarımdan beni yerin dibine iten bir ağırlık var üzerimde. bir şeyler yapmalıyım diyorum. bir şeyler...
  8. 2. sınıfa başladığımız günlerde sınıfa yeni bir çocuk geliyor. annesinin arkasına sığınmış, sınıfa girmek istemiyor, ağlıyor. tabi yadırgamıyoruz hangimiz gelmek istiyor ki? neyse bu her gün okula annesiyle kavga gürültü geliyor sonra kaçıp otogara gidiyor otobüslere binmeye çalışıyor. tabi çocuğuz biz de dünyanın en acımasız varlıklarıyız ya bu huzursuzluk çıkaran(!) çocuğa geleceğin hümanisti birkaç çocuk hariç herkes kötü davranıyor. çocuk nasıl ısınsın hiç gelmemeye başlıyor. 2 hafta sonra çocuğun dayısı geliyor olayın aslını anlatıyor tüm sınıfa. meğerse baba bunları terkedip başka bir şehre gitmiş. çocuk da otogara gidip babasının yanına gitmeye çalışıyormuş her seferinde.
  9. polonya'nın krakow kentine çok yakın oswiecim kentine doğru yol almaktaydım. trene bindikten yaklaşık doksan dakika kadar yol vardı. pencereden içime dolan doğanın mutluluğu ile bir tarihle yüzleşmeye yol alıyordum. bomboş vagonda pencere camındaki yansımla konuştum hep. mutluluk buydu. gökyüzüne doğru yükselen renkler. koyu yeşil sarı ve bazen kırmızı. peyzajı seyretmenin verdiği hazla mırıldanıp durdum yolculuk boyunca.

    "Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
    Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi"

    düşlerimin parlayıp söndüğü yerdeydim. en parlak anında, varolmanın bütün hazzını hissediyordum. köklerimden ayrılmış bir tohum gibi yani. nefessiz, soluksuz ama umutlu. toprağa yeniden döneceğini bilerek havalarda dolaşan bir esintiydim. trenin penceresinden akan evler, çatılar, hayvanlar, sarımtrak otlar, yapraksız kavaklar, akçaağaç süprüntüleri, okaliptüs hışırtısı ve yalnız bir doğa vardı. bu anda boşluğun içindeymişçesine varansız, bağlantısız anın içinde kaybolursunuz. evet ben de kayboldum o anda. şimdi bu günlüğe bunları yazarken nereye kaydediyorsam bu kokuyu işte tam olarak oraya varan bir derinlikte kaybolduğun yer.


    Auschwitz'e vardığımız sabahın bir körüydü. Sessiz ve bomboş sokakları olan bir yerleşim Oswiecim. Krakow'dan buraya trenle geldim. Tam olarak bilmiyorum ama sanırım katledilen insanların taşındığı demiryolu aynı kalmış. Bir an için Auschwitz kampına kapısız penceresiz vagonlarda yığınlar halinde taşınan insanlar geldi aklıma. büyülü bir yol bu. içimde bir kıpırtı ki bana az önce yaşadığım arafın içine yalnızca benim girmediğimi söylüyor. milyonlarca insan bu demir yollarını kullandıysa, yepyeni bir hayat için öyleyse onlar da kör vagonlarda aynı şeyi mi hissettiler? kaçıyorum bu düşünceden. beni rahatsız eden ne?

    buraya taşınan insanlar sürüldükleri topraklarında yataklarını kıyafetlerini taşıdılar. Umutları vardı sanıyorum. Kapalı vagonlarda nereye gittiklerini bilmeden saatlerce yol gittiler. ama ben pencereden dışarı bakıyorum. Gördüğüm bu güzel toprakların hiçbirini görmediler onlar. Farkındayım evet belki de bu kadar güzel yerleri görmeme sebep olan büyük bir cehennem. Ama yine de insan ister istemez soyutluyor kendini nereye gittiğinden. Gezi notlarına keşke biraz bunları gösterecek şeyler de ekleseydim demekten alamıyorum kendimi. Güzel ormanlar, koruluklar ve yer yer göletler yer alıyor Oswiecim'e giderken sizi. Tüm bu güzel peyzajdan hiçbir şey sizi koparamaz gibi geliyor öncesi.

    Fakat trenden indiğiniz andan itibaren bambaşka bir tokat yiyorsunuz. Öyle. Sanki biri gelip burnunuza yumruk atıyor gibi acıtıyor. Soğuk hava bir boksörün sol kroşesi. Bu çivi gibi soğukta insanlar yarı çıplak kamplara atıldı diye hatırlayıveriyorsun. Sonra çevreye bakıyorsunuz. Biraz zihni zorlayınca Birkenau'dan önceki kampa buradan taşınan maktülleri görebiliyorsunuz. Şehrin bütün dokusunun kampla bütünleştiğini hissedebiliyorsunuz.

    Auschwitz'e vardıktan sonra blokları dolaşmaya başladım. Kampın içindeki bloklardan birinde iki kadına rastladım. Biri hüngür hündür ağlıyordu. Diğeri büyük bir metanet içerisinde kendisinden yaşça büyük olan kadının yanında duruyordu. Sarılmadılar. Ağlayan kadın elleriyle gözlerindeki yaşları silmiyordu. Aynı zamanda gözyaşlarını saklamak için de sırtını hemen yanındaki pencereye dönüyordu. Kendisinden yaşça küçük olanı etrafındaki insanların göreceğinden rahatsız olsa gerek, ağlayan kadının kolundan tutmuş etrafa boş gözlerle bakıyordu. Tümüyle aydınlık bir odada içindeki karanlık yere ağlıyordu kadın. Sonra ziyaret ettiğim diğer bloklarda sergilenen fotoğrafları hatırladım. Kadının içten içe birikerek, büyüyerek kopan fırtınasını düşündüm. Evet içinizin sızlayacağı fotoğraflardı muhakkak. Nitekim etkilenebilirdi insan. Sessiz sessiz ağlanabilirdi muhakkak. Bağırmadan kısa hıçkırıklarla boşalabilirdi sinirler. Duygularımı yitirdiğimi düşündüğüm sırada bu iki kadını seyrettiğimi farkettim. Gördüklerim beni etkilemişti kuşkusuz. Fotoğraf makinamı çıkarıp fotoğrafı çektim. Kafamda taşa dönmüş bir ruhun ağırlığıyla diğer hole yürüdüm. İçeri adımımı atar atmaz bir şey oturdu böğrüme. Nefes almak güçleşti. Ağzını açıp bir mırıltı çıkarmak ne mümkün.


    hızla dibe batan bir gemi gibi ağırlaştım. Bu gördüklerim koyun yumağı değildi. İnsan saçlarıydı bunlar. Devasa bir holün tamamı insan saçlarıyla doluydu. Bu an az önce ağlayan kadını tümüyle unutmuştum. Aklıma bile gelmedi. Aslına bakarsam hiç bir şey düşünemediğimi ve bu duruma yabancılaştığımı hatırlıyorum. Her ne kadar sağlam duracağım konusunda kendime güvensem de.. Neyse sonuç olarak gözlerinizin dolması sonucu derin nefesler almanıza ihtiyaç duyduğunuz kesin. O holden çıkmak da ayrı bir güç istiyor. Katliamın boyutlarını aklınız ve gözünüz algılamadığı için ayrılamadım..
  10. burada hemen yanıbaşımda bir park var, bazenleri canım sıkılır çıkar tur atar, basket/ futbol oynar, cocuklar ile konusur, hayvanları sever ve günümün yorgunlugunu, stresini oraya bırakıp dönerim.

    çocuklar ile konuştugumu söylemiştim. fakat içlerinden bir tanesi benim çok fazla dikkatimi çekmişti, başından itibaren... ne yazık ki ailesinin durumunun pek iyi olmadığı anlaşılıyordu. bi yerlerden bozma bisikleti var ve onu çok seviyor. diğer arkadasları ile yarışmaya çalışıyor. diğerlerinin bisikletleri kendisininkine göre daha hızlı ve son model sayılır. her gordugumde bisikletinin bir tarafı bozulmus oluyor ve yapmaya calısıyorum.

    geçen gün yine gittim ve bizimkisi oradaydı. bi baktım elinde kullanılmış bir küçük poşet takılı duruyor ve diyalog aynen şöyle oldu.

    -o elindekini neden takıyorsun?
    -bisikletçilerin eldiveni var ya, bende bunu taktım işte.

    olum ne yaptın sen boyle denilir mi... bu anı ve konusmalarımızı asla unutacagımı sanmıyorum.

    merak edenler olacaktır, artık sıkı sıkıya bir arkadaşız.