1. bu sayfaya hafta sonları devam ettiğim 'yaratıcı yazarlık atölyesi'nde yazdığım yazıları ve verilen ev ödevlerini geçirmek istiyorum.
    sözlüklere yazan kişiler, yazıyla ilgili kişiler. yazı onların işi değil belki ama okuyorlar, izliyorlar, dinliyorlar ve yazıyorlar. sözlük geçmişim bana öğretti ki, bizler etrafımız kalabalık olsa da aslında yalnız insanlarız. yalnız olmak da genelde kendi tercihimiz. kendimizle zaman geçirmeyi, okumayı, izlemeyi, kalabalıklara tercih ettiğimizi gösteriyor sözlük yazarlığı. çevremizde belki çok insan var ama bizim 'kim' olduğumuzu bilen çok az insan var aslında. hatta, daha ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, sözlüklere yazdıklarımızı okuyanlar, bizi çevremizdeki, hatta yakınımızdaki insanlardan bile daha çok, daha iyi tanıyor. anonim olmak çok güzel. böylece daha içteniz. rol yapma gereksinimi duymuyoruz burada. çoğunlukla olduğumuz gibiyiz; daha maskesiz.
    sözlüklerdeki itiraf köşelerinin bunca ilgi görmesi de bundan. içimizden, aklımızdan geçenleri, bazen ne kadar uçuk olsa bile buralara yazıyoruz.
    benim karalamalarım elbette itiraf değil.
    amacım hem öğrendiklerimi hem de yazılarımı paylaşmak. belki okuyanlar arasında gerçekten ilgili kişiler beni acımasızca yargılayarak, doğruları ve daha olması gerekeni bana anlatabilir, bana benim göremediğim bir noktada ışık tutabilir.
    elbette bir de geleceğe bırakma kaygısı var. bu sözlük umarım sonsuza dek yaşar, yazdıklarım, burada durduğu müddetçe -belki tesadüfen, belki gerçekten arayarak- birçok kişiye ulaşabilir.
    hero
  2. konu: istanbul boğazı'nın belirmesinden elli yıl önce.
    (bu konu verildiğinde bende uyanan ilk çağrışım, yıllar önce izlediğim kelebek etkisi filmi oldu. o film de bir öyküyü ve o öyküden çekilen bir filmi çağrıştırdı: 'a sound of thunder'. (ray bradbury’nin aynı adlı öyküsünden) bu film iyi eleştiriler almış bir film değil ama öykü iyi ve öykünün görselleştirilmesi adına bu film yararlı bir örnek. bu öyküyle birlikte aklıma düşen kavram 'lucy' oldu. okuduğunuzda bunu hemen anlayacaksınız zaten.)

    lucy

    "börk börk"
    dişisinin elini tutan erkeği, onu öteki eliyle işaret ettiği kayanın üstüne itti. dişinin erkeğe göre epey açık renkli tüylerle kaplı gövdesinin ön kısmı belirgin bir biçimde şişkindi.
    erkeğinin itişiyle çöktüğü kayanın üstünde, canının yandığını anlatan bir sesle haykırdı dişi. erkeği ona eğildi, şefkat olması çok mümkün bir hareketle onu omuzlarından tuttu: "börk börk"
    dişinin gözleri kocaman, yusyuvarlaktı. erkeğine korkusuzca baktı ve ona erkeğinin çıkardığı sesten daha keskin bir sesle cevap verdi: "bwörk bwörk"
    bu ses bir anlaşmaydı aynı zamanda. orada oturacaktı, orada oturacaktı kıpırdamadan ve erkeğini bekleyecekti. su kenarındaydılar, susarsa su içebilirdi, erkeği dönene dek burası güvenliydi. dişi biliyordu.
    gökteki kızıl yuvarlak görüneli çok olmamıştı. aydınlık güvendi. erkeği bir gece onu sürüsünden kaçırdığında geceydi ve çok korkmuştu. şimdi yalnız ikisi vardı. bir de geceleri tırmandıkları ağaç. ağaç bulundukları su kenarına çok uzak değildi. şimdi beslenmeleri gerekti ve dişinin bir süredir hiçbir zorlu işi yapacak gücü yoktu. erkeği bunu biliyordu, o nedenle yalnız gitmeli, dişiyi burada yalnız bırakmalıydı.
    erkek, sık çalıların arkasından geçerken dönüp dişisine baktı. dişi uysalca kayanın üzerinde oturuyordu, onun baktığını görmedi. erkek hızla zıplayıp bir kökün üstünden atladı. artık av zamanıydı.
    o an dişinin içinde bir şey onu sıktı, içindeki sesi neredeyse duydu. tekrar sıktı, sıktı
    bıraktı, sıktı bıraktı. elini göğsünün üzerinde o sıkışan yere koydu, bir an sonra o sıkışıklık geçti. artık daha iyiydi. rahatladı, su yönüne doğru hafifçe eğildi. sonra o minik canlıları gördü; sıra sıraydılar, çoktular. öndekinin ağzında minicik bir şey vardı. dişi merakla iyice eğildi, onlara baktı, baktı. bitişik kayaların arasındaki bir delikten kayboluşlarını izledi. çok açtı. elini uzattı.
    artık o düzenli sıra bozulmuştu.


    (bu yalnızca bir karalama, hiçbir iddiası yok. ve devamında scarlett johansson'un o ünlü filmde geçmişe gidip gerçek 'lucy'yle karşılaştığı anla bitirmeyi planlıyorum.)
    hero
  3. çocukluk arkadaşı

    neden geldi? ona söyledim. kalabalık burası dedim.
    üç yıldır çağırıyorum. o şimdi geldi. neden herkes aynı anda uygundur? benim hayatımda hep böyle oldu. zamanlar boyunca tek başınasın. sonra birden, hem de ardı ardına haberler gelir, telefonlar........
    yirmi gündür buradayım. yirmi yalnız gün. sonra ahmet geldi. nerimanlar hemen ardından. nurcan'a dedim, burası kalabalık dedim. anlamalıydı. anladı belki ama yine de geldi.
    her şeyi en iyi kim yapar? o yapar, nurcan yapar!
    "dolmanın suyu çok konmuş, pirinçler lapa olacak."
    "olmayacak, çekil bakayım!"
    "aaa, kadın resmen ittirdi beni. neden böylesin sen allahaşkına!"
    bu cümle kurulmaması gerekendi.
    gitti.
    onu durdurmamı istemiştir.
    durdurmadım.
    bu 'ben' yeni.
    hala emeklemede, bebek adımlarıyla kendini inkar etmekte. ve hala çok utangaç.
    'içinde yeni bir şeydi o. inat etti. o inat onu değiştiren şeydi.'

    gitti.
    giderken en sevdiğim kitabı da götürdü.
    hangisine yanayım?
    hero
  4. açıklama: bu öykü çok yeni. hocam henüz bu öykümü görmedi. ilk defa sizler okuyacaksınız. lütfen düşüncelerinizi benden esirgemeyin olur mu?
    not: konu balkondaki bir köpekle ilgiliydi aslında. ben takip etmedim ama, herkes biliyormuş. birileri tatile gidip köpeklerini balkonda aç susuz bırakmış. köpeğin acılı havlamalarına dayanamayan komşular sonunda itfaiye çağırmış ve köpeği kurtarmışlar. ben bu haberi duymadım ve okumadım. her neyse, ben hocaya empati kuramadığımı ama izin verirse hayvanlarla ilgili başka bir konuda yazmak istediğimi söyledim, kabul etti. bakalım beğenecek misiniz?
    not2: yeniden okuduğumda tek tırnak ve iki tırnakla ilgili bir açıklama yapmam gerektiğini hissettim. tek tırnaklılar, kadının kafasının içinden geçenler, iki tırnaklılar zaten belli, kadının yüksek sesle kendi kendine konuşmaları. (bu açıklama bana kendimi kötü hissettirdi aslında. ama öyküyü yeniden okurken sanki anlaşılmayacakmış gibi geldi.)

    yaşlı kadın ve kedi

    kadın oturduğu mutfak masasından belini tutarak doğruldu. ‘yaşlılık zor vesselam!’ ‘burası kızının evi, damadının değil, sade kızının. kötünün iyisi. adam öleli hep burada. adam, kocası, kaç yıldı o öldü?’ ‘aman! hep unutuyor artık her şeyi. burada hep yalnız. sabah erkenden herkes bir gidiyor, kendi koca gün bir başına. bir de şu kedi. yaramaz.’ “adını ben koydum, herkes beğendi, neydi adı? düşün kadın, düşün……”

    kedi gözünü dikmiş bakıyor. kulağının teki, bir de bir patisi siyah, geri kalan her yeri beyaz. sol gözünün altından burnuna kadar uzanan bir de siyah çizgisi var minik suratında. belki de bu işaret bakışlarını bu kadar meraklı yapan.
    “hatırladım!” diye bağırdı kadın. “fırıldak!” “senin adın fırıldak.” adı söylenince “mavv” dedi fırıldak. ‘onun yemeği de var, suyu da. benim de var. o da yalnız ben de.’

    gitti, balkon kapısını açtı. balkonda da küçük bir masa vardı ve iki de plastik sandalye. geniş bir balkondu. ‘ziynet balkonu baştanbaşa telle çevirtmiş. kedi yaramaz ya.’
    sandalyelerden birini çekti oturdu. hangi aydaydılar hatırlayamadı. hava serindi. giysisinin üzerinden hiç çıkarmadığı tiftiklenmiş örgü yeleğini çekiştirdi. "serin."
    bu balkondan gördüğü yalnızca diğer binalardı. önlerinde bir avuç yeşil. hiç ağaç yok. ‘sevmiyorum bu balkonu, arka balkon daha güzel.’
    kızı izin vermiyordu öteki balkona oturmasına. ‘oğlanın balkonuymuş o, onun odasına girilemezmiş. oğlan da pek kıymetli zaten. bakalım n’olcak? kafasına sıçırtmaz inşallah. kapıyı da kitliyorlar. evin en geniş, en güzel odası o oda, balkonu da var. bir de benim odama bak.’ aklından bunları geçirir geçirmez pişman oldu. ‘tövbe, tövbe. şükür allah’ıma, başımı sokacak evim var. burası kızımın evi, damadımın evi değil, sade kızımın.’

    fırıldak, balkonu çepeçevre kokladıktan sonra geldi, kadının kalın çoraplı bacaklarına sürtünmeye başladı. “pist, pist! gene kıl yapacaksın her yerimi, sonra sana değil bana kızıyorlar, git bakayım!” ayağıyla kediyi itti. kedi canı yanmış gibi miyavladı, gitti balkonun duvarına çıktı. balkon çepeçevre bel hizasında duvarla çevriliydi. açık kalan her yanı geniş delikli plastik bir tel örgüyle kapatılmıştı. kedi, tel örgüleri koklaya koklaya bir uçtan bir uca yürüdü. tam köşe uca geldiğinde bir boşluk buldu. boşluğu patisiyle şöyle bir yokladı, sonra bütün merakıyla önce kafasını soktu, sonra da bütün gövdesini.

    kadının dikkati yelek cebindeki tespihteydi. tespihi avcuna aldı, ilk kez görüyormuşçasına dikkatle baktı, baktı. ‘tespih ölmüş kocasından kalma. ona da kim vermişti?’ düşündü, iyice zorladı zihnini. yok, gelmedi aklına. ‘hacıdan dönüşte hediye ettilerdi benimkine.’
    rüzgar hızını arttırmıştı. titredi. tespih elinden düştü. eğilip almadı. kalktı, aralık duran balkon kapısından mutfağa geçti yeniden. masada onun için duran eski melamin tabağı aldı, ocaktaki tencereden tepeleme taze fasulye doldurdu tabağa. “acıktım.” “ne zaman gelir bunlar? beni bu kadar yalnız bırakmayın diycem onlara, hele bi gelsinler de.”
    tabağı ekmeksiz sildi süpürdü. tuvalete girdi, çıktı. döndü tekrar mutfağa. masadaki tabak tertemiz oradaydı. “acıktım.” dedi kadın. tabağı aldı, ocaktaki tencereye doğru yürüdü.

    akşamüzeri okuldan evlerine dönen çocuklar, apartmanın giriş kapısına yakın, toprağın üzerinde buldular fırıldak’ı. dört ayak üstüne düşememişti kedicik. çocuklardan biri cesaret edip yanaştı kediye. camlaşmış gözlerine baktı merakla. kedininse meraklı sarı gözlerinin ışığı söneli çok olmuştu.
    hero
  5. bu yazma çalışmasında öncelikle beş hayvan-tür olmayacak ama- belirliyoruz:

    -sülümancık (bir tür minik kertenkelenin halk arasındaki adı), cırcır böcek(ler)i, ateş böcek(ler)i, sincap ve peçeli baykuş.

    bu hayvanları bir araya getiren bir örüntü oluşturalım şimdi:
    ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    ağustos sıcakları ortalığı kavururken, ormandaki hayvanlar gündüzün ateşinden geceye sığınıyordu. orman, gündüzleri tek bir yaprağın kıpırdamadığı bir ağaç çölü görünümündeydi. geceleri ise, sanki perilerin cümbüş yaptığı masalsı bir diyar.

    minik sülümancığın yuvası ormanın kıyısında terkedilmiş bir ağaç evdi. evin duvarlarında geceleri epey tahta kurdu zayiatı oluyordu sayesinde. o gece o bile bunaldı, dışarıda onu çağıran seslere çıktı. dışarıda cırcır böceklerinin konseri devam ediyordu. sülümancık bu seslere doğru hızla yürüdü geçmişten kalan patikamsı bir yolda. yolunu aydınlatan ateş böcekleri o yaklaşınca kaçışıp ortalığı bir an için gündüze çevirdiler. birden önüne fırlayan bir sincapla aynı anda, ilerden çağıldayan su sesine doğru koşturdu sülümancık. susamıştı. irili ufaklı taşların arasından, sanki nereye gittiğini kesinlikle biliyormuşçasına, hep aynı, hep aynı yöne doğru akan dereciğin kenarına vardığında, gözüne kestirdiği iri bir taşın üzerine zıplayıverdi.

    ortalık, o saatte, sanki sözleşmiş gibi su içmeye gelmiş orman hayvanlarıyla doluydu. sülümancık minik ayaklarının altından akan suya uzattı ayaklarından da minik dilini.......ama suyunu içemedi.

    bir an sonra ağaçların karanlığında kanat çırpan bir peçeli baykuşun kursağında sona erdi mutlu, kısa hayatı.
    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    şimdi bu beş hayvanı 'kişileştir-'iyoruz. onlara insan isimleri vererek yukarıdakine benzer bir kurguda öykümüzü yeniden yazıyoruz:
    (not: bu hikaye de hazır sayılır ama daha temize çekmedim.)
    hero
  6. süleyman'ın sonu

    ağustos sıcakları ortalığı kavuruyordu. süleyman’ın yaşadığı küçük kentte insanlar gündüzün ateşinden geceye sığınıyordu. gündüzleri bu küçük, az bilindik sahil kasabasında in cin top atarken, geceleri yerlerini insanlara bırakıyor ve o küçük kasaba insan cinlerin cümbüş yaptığı bir açık hava diskosuna dönüyordu.

    kasaba sahilden başlayarak katmanlar halinde tepelere kadar uzanıyordu. süleyman’ın evi kıyıya epey uzaktı. kasabanın pek kimsenin yolunun düşmediği ara sokaklarının birinde. bu ev süleyman’ın sığınağıydı. aman insanlardan uzak olsun. evi kiralarken emlakçıdan tek talebi bu olmuştu. kimsenin yıllardır uğramadığı, geçmişin gizemiyle örtülü bu izbe ev, onun canına minnetti. ama bu gece bir şey vardı, açıklayamadığı, içinden taşan, kalbini kafasında attıran. öyle sıcaktı ki, yapış yapış. sonunda kendini dışarı attı, aşağıya, sahile.

    gece yarısını geçeli çok olmuştu ama geçtiği her yer insan kaynıyordu. hepsi yerli değildi gördüklerinin. bu sapa yerde bile bunca turist. “hayret bir şey” diye geçirdi içinden. sahile yaklaştıkça kıyıdan gelen müzik sesini duydu önce. bu mesafeden pan’ın büyülü flütünü izler gibi izledi sesi. nasıl ışıklı bir geceydi. “şair olsam, dolunaya şiir yazardım bu gece” diye şaka yaptı kendine. yolda gördüğü insanlarla selamlaştı. garip, hiç süleyman değil bu.

    müziğin onu getirdiği yeri biliyordu. daha önce bir kez gelmişti buraya: aynalı meyhane. meyhanenin adını okuduğu anda gördü onları: meltem’le, mustafa. “bunlar ne zaman bir araya geldiler ki?” diye düşünürken, mustafa onu gördü; “vayy, kimleri görüyoruz, hem de burada.” “dur, sakın itiraz etme, bu gece bizimlesin. içerde cahide var, mehmet’le bir arkadaşı da var. iyi grup, hoş grup. biz de sigara içmek için çıkmıştık dışarıya, tesadüf seninle karşılaşacakmışız. kasabanın gizemli yabancısı......süleyman, yoksa sultan mı demeliyim?” o da kendi yaptığı şakaya yine kendi güldü. süleyman’ın geri dönesi geldi. hatta döndü de. mustafa bırakmadı, çevirdi onu: “gel yahu, sofra kurulu zaten, rakılar açıldı, müzik güzel, masamız da tam denizin dibinde, bayılırsın.”
    sarhoş ağzıyla süleyman’ı çekiştire çekiştire götürdüğü masada gerçekten adını söylediği herkesi tanıyordu, biri hariç. ‘mehmet’in arkadaşıymış, muğla’dan gelmiş, adı baykal mı baysan mı ne.’
    cahide hoş kadın, kasabanın şen dulu. süleyman cahide’yle yan yana. kadının öte yanında o baykuş suratlı baykal. cahide resmen diziyle süleyman’ı tacizde. baykal da cahide’nin ağzının içinde. baykuş kadına yanaştıkça, o da süleyman’ın içine girecek neredeyse. iyice kafası karıştı süleyman’ın. rakılar arka arkaya gidiyor. rakılar yenilendikçe, baykal’ın eli cahide’nin olmadık yerlerinde dolaşıyor. “kimse görmüyor mu, fark etmiyor mu?” diyor süleyman. “bu nasıl bir arkadaşlıktır?”

    süleyman o gecenin sonunu göremedi. gördüğü son şey kafasına doğru kalkan yarısı kırık rakı şişesiydi.

    gecenin özeti yine mustafa’dan geldi karakolda: “adam manyaktı abicim, kadını kıskandı resmen. bizim hatamız onu masaya davet etmekti. ne bilelim elin münzevisinin masamıza intihar etmeye geldiğini?”
    hero
  7. yazı denemeleri olup da öyküye yeni başlayanlar için yararlı olacağını düşündüğüm bir öyküde 'beş duyu uygulama çalışması':

    yedi sözcük seçiyoruz, tıpkı isim-bitki-hayvan.. oyunu oynar gibi;
    bir zaman dilimi (bir mevsim): sonbahar
    bir yer: orvieto (italya)
    bir müzik: alessandro marcello (adagio)
    bir koku: chanel no5
    bir renk: siyah
    bir hayvan: kedi
    bir bitki: sardunya

    ve yazmaya başlıyoruz....

    veronica

    kadın elbisesinin eteklerini savuran rüzgara inat koşar adım tırmanıyordu tepeyi. kasaba tam tepedeydi, yol da uzun. karşıdan esen rüzgara rağmen yürüyüş hızından bir gıdım ödün vermeden ama yokuş epey dik olduğundan arada kısa molalar vererek yürüyüşüne devam etti.

    sonbaharın sonlarıydı. içini çekti. kışı hiç sevmezdi, hele bu kasabada hiç ama hiç. rüzgar elbisesinin eteklerini tekrar havalandırdı, beline kadar. bu sefer müdahale etti. siyah, ince, yün bir elbiseydi, yalnızca özel günlerde giyerdi. bugün özel bir gündü. marcello'nun cenaze töreni yaklaşık bir saat içinde başlayacaktı. marcello..... gençlik aşkı, ebedi sevgilisi. hiç birbirlerinin olmamışlardı. hatta kendi kocası öldükten sonra bile. sophia nedeniyle değil, hiç değil. sophia'nın umurunda olmazdı sevgili olsalar. ne yanlış seçimler......

    sonunda köy meydanına çıkan basamaklara vardı. marcello'nun sophia'yla yaşadığı ev görünüyordu, az ötedeki kilise de. evin önüne vardığında durdu baktı. bu evi ve bu evin hanımı olmayı ne çok istemişti bir zamanlar. ama şimdi, şimdi nefret ediyordu. tıpkı bir zamanlar çok sevdiği ama sophia daha çok sevdiği için artık nefret ettiği sardunyalar gibi. bahçenin her yeri sardunyalarla kaplıydı. kıştan önce coşmuşlardı, hepsi deli gibi rengarenk çiçeğe durmuştu. başkasının gözüyle bu ev, masalsı bir köy eviydi bu bahçe ve bu çiçeklerle. ama onun için..... onun için sanki canlanmış bir kabus sahnesi.

    kiliseden gelen ezgi törenin başlamak üzere olduğunu haber veriyordu, kulak kesildi; marcello'nun en sevdiği, adaşı alessandro marcello'nun adagio'suydu çalan. o hala bu uğursuz evin önündeydi. tam kafasını çevirecekken burnuna o koku geldi, hatta ağzına doldu. o kekremsi, iğrenç tat; chanel no5. o kadın, sophia da buradaydı, onu gözlüyordu hem de. hemen uzaklaşmak istedi ama daha gövdesini çeviremeden kendini yerde buldu:

    "olamaz!" "ah! lanet kedi!" "lanet cadının lanet kedisi!"

    kedi, kadını düşürdüğü yerden yıldırım hızıyla sahibinin kucağına doğru koştu. sophia kediyi kucaklarken seslendi:

    " bugün çok ama çok güzel bir gün, değil mi veronica?"
    hero
  8. açıklama: bu yazma çalışması, verilen bir cümleden devamını getireceğiniz bir yazı olması. bu cümle seçilen herhangi bir cümle olabilir. önemli olan size verilen bu veriden, bu verinin uyumunu, mantığını bozmayacak bir metin üretmeniz.

    maviuç
    bir zamanlar, maviuç daha sulara gömülmeden koca kentin süt, yağ, ekmek gereksinimini hep maviuçlar karşılarmış. kentlerinin üç kapısı da denizlere kapalı, gittikçe kabaran suları görmezden gelip, denize zincirler vurup, anahtarını odalarında kilitleyerek güneşe bakan ceneviz evlerinde güven içinde oturur ya da sayısız kiliselerine, manastırlarına çekilirlermiş.
    o zaman sabah da varmış maviuç’ta.

    koca koca camlar, gökyüzüne mızrak gibi uzanan çelik yapılar. işte hyote o plazalardan birinde çalışıyor. o bir mikrobiyolog. hyote’nin işi hem çok önemli, hem çok gizemli. bu koca kenti doyurmak kolay mı? hyote ve onun meslek grubundakiler yosunlardan besin üretiyorlar. yosun onların tek gıdası aslında. hyote ve birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla, yönetici gruptan birkaç kişi dışında hiçbir maviuçlu hayatında hiç yosun görmedi.
    bu kent bir yarımada üzerinde olmasına rağmen onlarca kuşak da denizi görmedi. deniz yasak maviuçlulara. yüzlerce yıl önce bir savaş yaşanmış. tam bir yıkım, yıkılış. maviuçluların birkaç atası dışında bütün insanlık yok olmuş. bu kenti kuranlar yer altındaki gizli bir geçidin dışında denize uzanan bütün yolları kapamışlar.
    hyote ve onun gibi bu iş için seçilmiş kişiler dışında kimse denizi göremez, ona dokunamaz.

    hyote ve arkadaşları haftada bir gün büyük bir araçla denize giderler. onun uçsuz bucaksız enginliğinden ölesiye korksa da, hyote denizi sever, ona dokunur, onu koklar, tadar ama tadını çıkaramaz denizin. o ve beraberindekiler bütün gün yosun toplarlar, araca yüklerler. dönüşlerinde o yosunlar devasa bir makineye konur, işlenir. isteyene et, isteyene süt, isteyene yağ, isteyene ekmek olarak. maviuçlular bu makineye taparlar, hiç aç kalmamışlardır. hyote bilir, eğer deniz olmasa, eğer yosun olmasa bu makine bir hiçtir.
    hyote hep denizi düşünür, hep denizi düşler, bir sabah denizde uyanmayı, hep denizde uyanmayı..

    hyote denize gitti. bir daha da dönmedi. işte o günden sonra maviuç’ta bir daha sabah olmadı.
    hero
  9. açıklama:
    bu öykü de ilk ve son cümlesi verilmiş bir öykü. bu ilk ve son cümleyi bir öykü örüntüsü içinde kullanıyoruz. bakalım beğenecek misiniz?

    aşk hastası

    ayla’nın uzun uzadıya anlattığı eve taşındı ama evin loş, insan yüzü görmemiş odaları ve kırık dökük mobilyalarıyla bir ağıl olduğunu gördü.

    bu ağılı adam etmek epey bir zamanını alacaktı. iyi. her şeyi kendi yapmak zorunda kalacaktı. daha iyi. bütün bunları yaparken hırpalanmış, ağır hasarlı ruhu belki de kendini onarır, hatta bilinmez ki, eskisinden bile iyi olabilirdi.

    işe önce kendine yatacak bir köşe ayarlamakla başladı, bu bile saatlerini aldı, o gece aylardır uymadığı kadar iyi uyudu; deliksiz, rüyasız. sabah da her sabah hissettiği o nedensiz yorgunluk duygusuyla uyanmadı.
    soğukların eli kulağındaydı. kış bastırmadan öncelikli yapması gerekenleri listeledi: önce mutfak, sonra banyo, sırasıyla diğerleri.

    günler ağır işçi çalışmasıyla geçerken ev de yavaş yavaş eve benzemeye başladı. köy yalnızca bir kilometre uzakta olduğu halde, köye çok az uğruyordu; yalnızca zorunlu olduğu durumlarda.

    her gün listesinden bir işi bitiriyor, sonra da evin çevresindeki arazide uzun yürüyüşlere çıkıyordu. yalnızlık güzeldi, yalnızlığı seviyordu. artık birkaç ay önceki o nazlı, o çıtkırıldım plaza kadınından eser kalmadı diye düşünüyordu kendisi hakkında. onu buraya getiren nedenler hakkındaysa düşünmek istemiyordu. onlar geçmişti. "geçmiş geçmişte kalmalı, buraya ruhumu sağaltmaya geldim ben" diyordu aklına geçmişi gelince de.

    yakınlardaki ormanlık arazi, en çok istediği konuda kendini geliştirmesi için uygulamalı 'şifalı bitkiler okulu'ydu sanki. çocukluğunda ailecek gittikleri dereköy gezileri hep aklındaydı. annesi ve anneannesiyle tarlaları gezerler, yemeği pişecek ya da salatası yapılacak otlar toplarlardı. daha doğrusu annesi ile anneannesi toplar, her farklı çeşit otta ona dönüp "bak, bu ebegümeci, haşlanarak sadece zeytinyağı ve limonla çok güzel salatası olur, bak bu radika, kara hindiba diyenler de var, bak bu semizlik, bak bu kuzu kulağı çok lezzetlidir, çiğ de yenir, bak bu ısırgan, aman dikkatli ol, çok kötü dalar insanı, turp otu, arap saçı...." geçmişinden gelen sesler bu sefer neşe doluydu, billur kahkahalı. "ah ne çok özledim ikisini de." elini kalbinin üstüne koydu, "yok, acı şeyler, acıklı şeyler düşünmek yok." yürüdü.

    sonra o çiçekleri gördü: öbek öbek yabani nergisler. işte o zaman ayakta duramadı, bulunduğu yere neredeyse devrilircesine çöktü, hiç hatırlamak istemediği yakın geçmişi, kafasının içinde ayarı kaymış film şeridi gibi birbiri ardına görüntülerle aktı, aktı.

    geçen yıl 14 şubat, alper'le buluştukları boğazdaki o şık restoran.... alper'in onu restoranın önünde elinde nergislerle karşılaması.... neden nergis, neden gül ya da başka bir çiçek değil? öyle çok neden vardı ki, adının nergis olmasının dışında. tanışmaları bile o ünlü mitolojik öyküyü çağrıştırır gibiydi. az koşmamıştı alper onun peşinden, defalarca reddetmişti, hem de hiç nedensiz.

    alper; uzun, esmer, eskiden okuduğu aşk romanlarındaki gibi buz mavisi gözlü, ne tezattı allahım, esmer tende o delici mavi gözler. adam erkek güzeliydi resmen. sporcuydu da. on beş yıldır ağırlıklı olarak basketbol olmak üzere her sporu yapıyordu bi kere. bütün bunların üstüne türkiye'nin en prestijli üniversitelerinden birine hem dereceyle girmiş, hem dereceyle çıkmıştı, sonra 'sorbon'da 'master'. adam zengin, kendi şirketi var. en azından yüz kırk kişi falan çalıştırıyor herhalde. ve o adam onun peşinden iki yıl koşmuştu, öyle bir adam için iki koca yıl. en sonunda olmuştu ama. ele geçmez, kibirli nergis öyle bir tongaya düşmüştü ki.

    sürünerek çiçeklerin yanına vardı, onları kucakladı, kokularını derin derin içine çekti; alper’in onu ilk öpüşünün kokusunu duydu, yalıkavak’ta herkeslerden gizledikleri o güzelim üç günlük tatilin, yakomozlu denizin, yedikleri kalamarın, cevizli tere salatasının kokusunu. ve daha ne çok şey, allahım ne çok şey.... burnundan ağzına akan tuzlu su içini kaldırıyor, hıçkırıklarla omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu. "ya kızım, işte böyle tongaya düşürürler insanı, ama sen hak ettin." "hayır, hak etmedim, hem de hiç. tamam, beni bıraksaydı, başka bir kadın için, hiç tanımadığım bambaşka bir kadın için, tamamdı, ama nazlı.... nazlı olmazdı, nazlı benim canımdı. ayla ile o, benim hep düşlediğim ama asla sahip olamadığım kız kardeşlerimdi. 'üç küçük kadındık' biz. ayla 'meg', ben 'jo'- nasıl 'jo' olmam o egoyla'- nazlı da 'beth'-. kız, kitabın sonunda 'beth'in öldüğünü bildiği halde kendi isteğiyle seçmişti 'beth' olmayı, 'hem adım da nazlı, küçükken de hep hasta olurdum zaten, sonumuz benzemesin' derdi sırıtarak, evet sırıtarak, o zaman ne şirin gelirdi bana."

    "amy'ye ihtiyacımız yoktu, aman bizden uzak olsundu 'amy'ler. en küçük, en güzel ama nefret edilesi kardeş."

    'bunu 'jo'ya nasıl yapar yaaa.'

    "ya nazlıcım, bunu söyleyen sesini duyuyorum hala. sen, bunu, bana, nasıl yaptın?"

    neredeyse alacakaranlıktı. ne kadar olmuştu buraya çökeli. zaman yitmişti, buraya geldiğinden beri hep kaçtığı, kaçındığı geçmişine boğazına kadar batmıştı burada. titredi, güneş çekilince iyice ayazlanmıştı ortalık. "kalkmalı, kalkmalı ve yürümeli. burası iyi, yalnızlık iyi, iyileşiyorum. her gün buraya gelip bu çiçekleri toplamalıyım, bitene kadar, bitirinceye kadar."

    geçen onca zaman boyunca hiç kimseyi aramamıştı, yalnızca ayla onu birkaç kez aramıştı. kısa konuşmuşlar, eski çevresinden kimseyi ne o sormuş ne de ayla onlardan söz etmişti.

    sonunda ev eve benzedi, bahçe de onun düşlediği 'gizli bahçe' olamasa da epeyce derlendi, toplandı.

    yakında bahardı. gerçi buraların kışı da pek öyle kış sayılmazdı ama bahar başkaydı elbet. herkese “buyurun, gelin.” diyebilirdi.

    nazlı’yla alper’e bile.

    çok ilginç, artık onları birlikte düşündüğünde eli ayağı soğumuyor, kalbi tarifsiz bir acıyla sıkışmıyordu. gerçi hafiften bir nabız artışı olmuyor değildi ama olsundu o kadar. zamanla o da….

    hele bir bahar gelsin, hepsini bir çağırsın, onları bir görsün, işte o zaman anlaşılırdı iyileşmiş mi, yoksa hala hasta mı geldiği zamanki gibi.

    “2 mayıs’ta oradayız tatlım” diye haber verdi ayla.

    “herkes geliyor mu?”
    “evet.”
    “tamam bekliyorum.”

    ayla ve yanındakiler sonunda eve giden patikaya vardılar, eve çok az kalmıştı artık. patika, içlerinden bazılarına hiç bu kadar kısa gelmemişti, diğerlerine ise hiç bu kadar uzun.
    hero
  10. kayısı reçeli

    “kim var orada?” dinledi. sadece rüzgarın uğultusu, bahçeden gelen otların hışırtısı. yavaşça mutfağın kapısını açtı. bahçe kapısı açık kalmış. öğleden sonra güneşi masanın üzerindeki bakır tencereyi ala boyamış. kocaman tencere. üzeri bir tülbentle örtülü. tencereyi kapının önüne çıkarmadı bugün, annesi çok kızacak. n’apsın o da? ancak gelebildi eve. aceleyle masanın altında duran küçük tokmağı aldı. döndü, uzun koridoru geçti, sokak kapısının önüne koydu. sonra mutfaktan tencereyi yüklendi; “çok ağır bu" tencereyi devirmemek için minik adımlarla yavaşça koridoru geçti. "sanki bu kadar reçeli biz yiycez, annem dağıtacak kapı bulur nasılsa.” tencereyi dikkatle tokmağın üzerine koydu, taşırken yamulttuğu tülbenti düzeltti. şimdi de başında beklemesi lazım. “tüh!” bahçe kapısını kapatmadı, annesi gelip görürse kızacak. kapı sabahtan beri açıktır, her taraf toz olmuştur. çok rüzgar var bugün. “gitsem, kapatsam?” “ama tencere burada." "n’olcak canım, bir dakikamı almaz, gidip bi koşu kapatıp geleyim.” zeynep koştu, koridoru geçti, aralık duran mutfak kapısından geçerken dizini, kapıyla bitişik masaya çarptı. hiç oralı olmadı. önce bahçe kapısını kapattı. “dur ya, gelir gelmez koşuşturmaktan bir bardak su içemedim.” eski beton tezgahın ortasındaki lavaboya yöneldi. lavabonun dayandığı duvar, kim bilir kaç yıldır boyanmamaktan artık iyice kirli görünüyordu. yer yer dökülen sıvalar, duvara asılmış tabaklık ve üzerindeki tabak çanakla örtülmeye çalışılmıştı. uzandı, en alttaki raftan bir bardak kaptı, kendine bir bardak su doldurdu, hızla içti. bardağı tezgaha bırakır bırakmaz sokak kapısına koştu. durdu baktı. inanmadı. gözünün gördüğü mesafede sağa ve sola doğru uzanıyordu sokak. kimseler de yoktu. bir de yukarı doğru tırmanan bir sokak daha vardı ama bulunduğu yerden gördüğü bu yukarıya uzanan sokağın giriş kısmıydı.

    “tencere yok!” “olamaz, öldüm ben!” küçük oturak öylece bıraktığı yerde duruyor ama tencere yok. “daha bi dakka ya geçti, ya geçmedi, kim geçti de aldı koca tencereyi?” dümdüz önüne uzanan sokağa yeniden baktı. “kimseler yok.” sokak kapısını açık bırakıp göremediği yokuşlu sokağa koştu. durdu. bulunduğu yerden yokuşun sonunu, sağa sola doğru kıvrımlandığını hep görüyordu. “burda da kimseler yok!” “zaten burası hep yokuş, o ağır tencereyle kimse bu yokuşu o kadar kısa sürede çıkamaz!” “sağa gitsem, ilerde, hem aşağıya inen, hem yukarıya çıkan merdivenlerden başka bir şey yok.” sokağın soluna, az önce kendisinin de geldiği yola doğru koşturdu, sokağın sonu pek çok yola açılıyordu. sol taraf ana cadde, sağ taraf yine yokuş, düz giderse aynı bunun gibi daha pek çok sokak. “ne yapsam, allah’ım ne yapsam, annem bir saate gelir, ne diycem ben şimdi? kadın delircek.” birden sokak kapısını da açık bıraktığı, anahtar falan da almadığı geldi aklına. döndü, eve doğru koştu bu sefer. bir türlü eve giremedi, sokağın sağına baktı yeniden. “ama bu yol hep görünüyor işte, kimse yok ki!” dönüp tekrar yokuşlu yola baktı, yol apaçık ortadaydı, boş. yokuşu tırmanmayı göze alamadı. içinden deli deli ağlamak geldi. “dayağı yiycem gene. koca tencere kayısı reçeli. annesinin banyoda küçük tüpün üstünde kayısıları şerbetli suya batırıp sonra kepçeyle geri alıp çekirdeklerini nasıl tek tek çıkardığı geldi aklına. uzun iş, emekli iş. hem pahalı da. “ah! asıl tencere!” tencere, içindekilerden daha pahalı olmalı. annesinin her sene, reçel, salça, tarhana suyu kaynattığı biricik tenceresi. anneannesinin annesine verdiği tek değerli şey. anneannesi kimseye bir şeyini vermez, varsa yoksa oğluna.”n’apçam şimdi?” ağlamaya başladı, hem gözlerinden hem burnundan akanlar artık yerlere damlamaya başlamıştı. banyoya koştu, sümkürdü, yüzünü iyice yıkadı. çiviye asılı kenarları oyalı havluya sildi yüzünü. ama ağlaması durmadı.
    öyle acıdı ki kendine, ölmek istedi. bu düşünce sık sık geliyordu aklına son zamanlarda. ne kolay, her şey bitiverecek. daha lise var, üniversiteyi kazanabilir mi, kazansa onu kim okutacak? okusa bitirebilecek mi? diyelim bitirebildi. sonra? “birinin benimle evlenmesi lazım. benim bu hayattan kurtulmam için evlenmem lazım. kendi evimde ben çocuklarımı asla dövmem! onlara ‘hışt’ bile demem. hep sonra, hep hayal. ben ölmeden kurtulamam. kimse beni kurtarmayacak. beynim zonkluyor. babamın geçen attığı tokatın beynimi zonklattığı gibi.” elini başına götürdü. “ah! kafası bi kanasa, şimdi buracıkta düşüp ölse!” gündüz düşlerinden birine girdi yine. o öldükten sonra annesi onu buluyor, üstünü başını parçalayıp haykırıyor: “kuzum, kuzum!” diye. babası başını duvarlara vuruyor. zeynep uzaktan bir ruh, onları izliyor. yüzünde çarpık bir gülümseme, içinde hoşuna giden bir tatmin duygusu. sümüklerinin tadını hissetti. suyu açtı, yeniden temizlendi. “ben kötüyüm. onun için bunlar geliyor başıma.” yaptığı listeyi düşündü. şimdi bir madde daha eklemesi gerek. yaptığı kötülüklerin listesi –aklına gelip yazdıkları- şimdi tam seksen yedide. “tamam.” dedi, “ yüz kötülük yapıncaya kadar nasıl en kolay ölürüm, onu düşüneyim.” ağlaması kesildi, artık canı ağlamak istemiyordu, hatta güldü bile. “reçeli alıp giden yolda dökmüş müdür acaba? çok ağırdı, çokk!” bunalmıştı, bahçe kapısını açtı. tam kapının önünde, adımını atacağı yerde duruyordu koca tencere. şimdi anneannesi görse; “kapa ağzını, sinek kaçacak.” derdi ama o kocaman açtığı ağzından çıkan kendi sesini bile duymadı: “aaaaaa!”

    onun yaşındaki bütün çocuklar gibi o tencerenin oraya nasıl gelmiş olabileceğini hiç düşünmedi. bir koşu üst kat merdivenlerini tırmandı. yukarıdaki iki odanın arasında
    bir de küçücük bir sandık odası vardı. zeynep’in önem verdiği ne varsa bu kimselerin uğramadığı yerde dururdu. köşedeki tahta valizi çekiştirdi. kendini bildi bileli bu valiz burada dururdu, içindeki çer çöple birlikte. valizin solunda annesinin çeyiz sandığı, sandığın üstü tavana kadar yorgan, battaniye, artık annesinin atmaya kıyamadığı ne varsa onlarla dolu. zeynep valizi çekiştirince sandığın arkasındaki boşluk göründü. iyice eğildi, elini boşluğa soktu. eski bir defter. öyle eski ki, üstündeki harita metot yazısı iyice silikleşmiş, bazı harfleri görünmez olmuş. defteri tıpkı annesinin kur’an-ı kerimi tutuğu gibi tuttu. yatak odasının duvarına asılı saten kılıfının içinde, o kur’an-ı kerim. annesi üzerine arapça harflerle allah yazısını işleyerek kendisi dikmiş o kılıfı. yılda birkaç defa tozlanan kılıfı yıkamak için duvardan indiriyor. zeynep hatırladığından beri bu böyle.

    yerde döşekten bozma eski bir minder var. mindere diz üstü çöküyor zeynep. defteri tutan eli neredeyse hiç kıpırdamadı. dikkatle kucağına yerleştiriyor defteri. sağ elinin işaret parmağı ağzında. islatıyor. defterin sayfaları durmuş bir zamanda açılırken zeynep mutlu. hiç acele etmiyor. bazı satırları yeniden okuyor. eski yazılar silik ve neredeyse okunmaz olmuş. yazı bitimlerindeki boşluklarsa kocaman yuvarlak harfli bir yazıyla özenle doldurulmuş, hemen hiç boşluk bırakılmamış. bazı sayfaların altında renkli kurşun kalemlerle çocuksu resimler çizilmiş; bir kar manzarası, bacası tüten bir ev, üzerinde elmalar olan bir ağaç, nehirde yüzen ördekler.. sonra duruyor zeynep’in eli. aradığı sayfaya geldi. bu sayfada altıya katlanmış bir kağıt var. kağıdın katlarını açıyor zeynep. ilk satırı okuyor.
    1-ilk hatırladığım günah. düştüm. sarı elbisemin cebi yırtıldı. annem çok kızdı.
    2-yıldız’ın saçını çektim, çok ağladı. annem bu sefer kızmadı. yıldız’ın annesine bağırdı.
    liste uzayıp gidiyordu. arka sayfayı çevirdi, sayfanın yarısına yakın bir yerde, sol tarafta, yanına henüz bir şey yazılmamış seksen yedi rakamı ve yanında da çizgisi görünüyordu. kucağındaki defteri kenara koydu. sonra iki eliyle tuttuğu kağıdı bir anda buruşturdu, avuçlarının arasında ezdi, ezdi. sonra da yırtmaya başladı. önce ikiye, sonra dörde. dörtten sonra kalınlaşan kağıdı ilk anda yırtamadı, yöntem değiştirdi. eline aldığı her kağıdı küçücük parçalar haline gelinceye kadar yırttı, yırttı. yüzlerce küçük kağıt parçası okul eteğinin üzerindeydi artık. uçlarından tutarak eteğini kaldırdı. dikkatli adımlarla odadan çıktı, merdivenleri indi. önce açık mutfak kapısından, sonra da bahçe kapısından geçti.
    tencere orada duruyordu, duruyordu işte! tencerenin yanından da dikkatle geçti. üç basamak merdiven sonra, sonunda bahçe. sımsıkı tuttuğu elleri eteğinin iki yanında, eteği beline çekilmiş halde bahçenin ortasına kadar yürüdü. rüzgar iyice azıtmıştı akşama doğru. zeynep’in kısa saçları arkadan öne, rüzgarın yönüne doğru uçuşuyor, gözlerine giriyordu. her tarafı duvarlarla çevrili bahçenin tam ortasına gelince durdu. o ana kadar gevşetmediği ellerini bıraktı, eteğin içine doluşmuş kağıtlar, zeynep’in gizli defterine çizdiği karlar gibi, rüzgarda bahçenin dört bir yanına dağılırken, zeynep kahkahalarla güldü, güldü.
    hero