-
seni gerçekten sevmiştim youreads. sanırım 'edebi' anlamda epey üretken olduğum bir dönemdi buraya yazdığım zaman dilimi.
artık kendimi buraya hevesle yazdığım zamanlardaki gibi 'hevesli' hissetmiyorum.
süreç aleyhte işledi yani, hiç şaşırtmıyor. artık hiç şaşırmıyorum. bu nasıl kötü bir şey aslında.
her şeyin bir 'akış'ta olduğu kesin. süreçler farklı olabilir ama hep aynı döngü:
başlama, gidişat ve bitiş.
buraya uğramaya devam edeceğim. -
deli yağmur yağıyor burada ve hava iyice soğudu. ama dedikleri gibi kar suyu değil bu. daha değil. -
coklu insanlar neler yapar hic bilmiyorum. neden boyle oldugumu da. bu ruhsal bir rahatsizlik, hicbir seyden memnun olmama hali. hep bir seyleri kaybetme, hep bir seylere gec kalmislik, genel bir olumsuzluk.
eskiden beni biri inandirsin isterdim, artik istemiyorum. simdi anlatmak istiyorum. dinleme isini para karsiligi yapanlara hic saygi duymadim, duymuyorum.
tercihler, tercihler.....
icimden bir ses, adlarini ve siirlerini hep unuttuklarim arasindan bir sairin gecmisten gelen sesi, "her mihnet kabulum, yeter ki gun eksilmesin penceremden" diyor, ben onu yasadigima sukur olarak yorumluyor ve sukrediyorum. -
heror yazınca hemen bu başlık beliriyor ve bende her seferinde horror çağrışımı yapıyor, ilginç.
toplantıdan az önce geldim. ilk işim hemen yaşlı kadın ve kedi öyküsünde ufak düzeltmeler yapmak oldu. öyküyü genel anlamda beğendiler. kadının iç sesi konusunda biraz kargaşa çıktı ki çıkmasını bekliyordum zaten. ayrıca tiftiklenmiş yeleğin çekiştirilmesi cümlesi gereksizmiş, çıkardım. bir arkadaş da, alzheimer (yazılışına sözlükten baktım, allah ezberletmesin.) hastalığını çok iyi bildiğini ve kadının en başta söylediği 'yaşlılık çok zor vesselam' cümlesinin mantıksız olduğunu ve az önce yemek yediğini unutacak kadar ilerlemiş bir 'alzheimer' hastasının yaşlı olduğunun da bilincinde olamayacağını söyledi. evet ama ben o konuda değişiklik yapmayacağım. söyledikleri doğru ama süreç herkeste aynı şekilde ilerlemiyor. ayrıca o değişiklik öykünün bütününde değişiklik demek. ayrıca bir öyküde kim bu kadar detaya takılır ki?
ray bradbury okuyacağım bu hafta. Fahrenheit 451'i unuttum ya. ona tekrar bir bakayım.
elimde güneşin altın elmaları kitabından, güneş ve gölge isimli öykü var. ama buraya aktaramıyorum hepinizin okuyabilmesi için. onun yerine pdf'in alındığı ana kaynak linkini bırakacağım. (ama ben buradan indirmedim, bana hazır geldi.)
pdf indir -
insanların dayanma gücü ne zaman sınıra dayanacak merak ediyorum. her şey ama her şey %50 zamlanmış, sadece geçen haftadan bu yana.
bazı ürünlerde bu %100. beğenmediğimiz kutu sütlerin bir litresi 14 lira, geçen hafta 6 liraydı. çiğ süt yaşadığım yerde 5 liraydı geçen hafta, şimdi 8 lira. bir hafta önce kilosu 65 lira olan tereyağı şimdi 95 lira.
ameliyatlarda kullanılacak yurt dışı menşeli birçok malzemenin yurda girişi durmuş, yakında özellikle beyin ameliyatları, bazı ortopedi ameliyatları yapılamayacak deniyor.
alakasız geçişi tamamlayayım hemen; whatsapp gruplarında kasada saklanan tuvalet kağıdı geyikleri dönüyor. millet gırgıra tam gaz devam.
nereye gidiyoruz, anlamıyorum. millet hala laylaylom. avm'ler tıklım tıklım.
aklıma vergileri sürekli arttıran padişahla veziri fıkrası geliyor.
hani vergiler sürekli artar bir şey olmaz da, en sonunda halk soyunup teneke çalarak dans etmeye başlar ya, o zaman anlarlar ki, sınır geçilmiş, bizde de öyle olacak herhal.
durumu nispeten iyi olan bizim gibiler de bunu ayan beyan hissediyorsa, başkaları, gerçek yoksul kesim, kirada oturanlar, onlar ne alemde?
şu sokak röportajlarında "telefonunu göster" diyenlere ne zaman girecek (kafalarına) acaba bu olanlar?
(buraya, aklıma gelen, kafamı meşgul eden ne varsa yazmak istiyorum. bir tür geleceğe notlar gibi.) -
ben de bulgaristan'ın türkiye sınırına yakın bir yerinde yaşasaydım, hafta sonu alışverişlerini hep edirne'den yapardım, üstüne en kral lokantada yemek yer, avm'lerinde gezer, gezilecek yerlerde tozar, hafta sonumu en ucuz ve en akıllı şekilde değerlendirirdim. -
kimsenin seni duymak istemediği bir yerde istediğin kadar bağırabilirsin. yazmak bağırmaktır.
yazmak insanı özgürleştirir.
bazen kalabalıklar içinde yapayalnızsınızdır, o zaman yazmak şart olur. yazmak insanı sağaltır. yazdıklarınızın illa anlamlı bir bütünlük oluşturması gerekmez. yazdıkça yalnızlığınız azalır, içiniz ısınır.
sevmek nedir diye sorsanız, herkes ayrı ama benzer tanımlar verir. ben sevmek 'kıyamamaktır' derim. insan sevdiğine kıyamaz. acımak, acı hissetmek iyidir. hala hissedebilmektir, insan olmaktır. -
söze nereden başlamalıyım? içimdeki zehiri nasıl akıtabilirim? yazmak iyileşmektir. buna gerçekten inanmasam bu satırları yazmazdım. bu ayrı konu ve hele asla paylaşmazdım. kalırdı bir yerlerde, bir gün karşıma çıkar, güldürürdü beni ya da ağlatırdı ne bileyim.
içime oturmuş kocaman bir taş var. (benzetmeler konusunda hiç iyi olmadım. bir de şu var; eğer siz, örneğin benim bir önceki cümlemi başkalarının yanında bir-iki defa söylerseniz, insanlar bunu allah'ın emri gibi kabulleniyorlar ve bunu yüzünüze çarpılan bir cümle olarak başkalarından duyduğunuzda hele benim gibi her konuda kendini suçlayan biriyseniz, kendinize 'oh olsun, sen bu cümleleri hakkettin, çeneni tutmadığın sürece başına gelecek her şey senin suçundur." demeye başlıyorsunuz.)
insanlardan vazgeçtim. onlarla uğraşmıyorum, onları değiştirmeye falan da çalışmıyorum. idealist yapıdaki benim gibi insanlar için bunun tek çözümü insanları hayatınızdan çıkarmakla mümkün. çünkü sözler hep yanlış anlaşılıyor, kendinizi doğru anlatmak nasıl yorucu geliyor ve bıktırıcı. oysa benim işim insan yetiştirmek. bu aslında nasıl güzel. hele onlarla gerçekten ilgiliyseniz. bunu anlıyorlar da. bazen insana dair tek umudunuz onlar oluyor. hepsi değil belki -bu eşyanın tabiatına ters- ama yakaladığınız ışık parçaları sizi hayatı sürdürmeye ikna ediyor. (buradan işini sevmeden yapan herkese çok acıdığımı söylemek isterim. acımak benim ne haddime meselesi değil bu. yaşadıklarını ben yaşamış gibi hissediyorum, boşa geçmiş bütün o hayatlar için acı çekiyorum anlamında söylüyorum bunu. ve kendimle çeliştiğimin de farkındayım, hem insanları sevmemek hem de onlar için üzülmek. öyle değil işte. kafamda bir yer var. neden var bilmiyorum. bu 'yer' herkeste var aslında. ben gücüm yettiğince yararlı olmak istiyorum, var oluşumun, var olduğum dünyaya bir katkı sağlamasını istiyorum. bunun için seçtiğim meslek konusunda şükran doluyum.)
yetişkinler konusu ise tam bir fiyasko. sanırım değil eminim şansla ilgili her şey. burası bile, buradaki insanlar, buradaki iletişim, okuduklarım, öğrendiklerim, her şey...
yetişkinler konusu son yıllarda benim açımdan iyice acınası bir hale büründü. olumsuz giden her şey konusunda artık kafa yormayı bıraktım. terslik bende diyorum ve her şey halloluyor.
'ayrık otu' olmak nedir diye sorsam, sözlüklere yazan herkesin verilecek bir cevabı vardır. çünkü buraya yazanların her biri bir ayrık otu.
yaşadığı toplumla barışık, uyumlu bir bireyin sözlüklerde işi ne? gider instagramına, 'imrenilecek' hayatının karelerini paylaşır. bize kadeh kaldırır, kahkahalarını duyurur, özenli peynir tabağından 'prosciutto'sunu gösterir bize. gösterir dedim bakın, anlatmaz o, gösterir.
o zaman ben de o ünlü repliğe bir katkı sunayım: hayatta iki çeşit insan vardır; anlatanlar ve gösterenler. hah ha. nasıl kolaylandı her şey. vah benim sınıfımın bu acınası 'duyargam'lığına. (işte tdk'de bulamayacağınız bir sözcük daha.)
neyse ağlanmayı bırakıp neticeye mi geleyim hemen, yoksa biraz daha yuvarlandırayım mı?
gene oldu, yine sustum, susmadım ama sustum. çünkü susmasam bir defteri daha kapatmam gerekecekti. ve ben henüz bitmesine karar vermemiştim.
şimdilik üç hafta var. üç hafta uzun bir süre sayılır. söylenenler unutulmaz henüz ama bünye sağlıklıysa kabuğu da iyice kalınlaşır, sonra da kendiliğinden düşüverir.
içim ferahladı mı biraz. biraz, evet. aslında 'not yet'. ne yazarsam yazayım boş gibi geliyor hep. kişinin kafasının içindekileri başkalarına aynı duygu bütünlüğüyle geçirmesi edebiyat aslında. edebiyatın başka türlü tanımlarından biri de bu. ama ben biliyorum ki, bizim o okuduğumuzda ya da izlediğimizde hayran olduğumuz, duygu geçişlerini neredeyse bire bir hissettiğimiz kahramanları yaratırken, sanatçılar da bunu kolayca yapmıyorlar. kimse yapamaz zaten. çok büyük bir emek ve çaba var işin işinde. yaşamdan akıp giden saatler var. ve dünyadaki en zor şeylerden biri de bir insanın başka bir insanı anlaması.
canım attila ilhan. o iki dizede anlatabilmiş bunu. siz o muammer beyin yerine kafanızdan kim geçiyorsa onu koyun, ben kendimi koydum mesela:
"demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey
olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması" -
sakin bir gün. kedim ayağımın dibinde mırlıyor. elimde çok sevdiğim kahvem, pencereden dışarısını seyrediyorum.
tembellik etmek istiyorum. kafamda dönüp duran öykü fikri bir türlü istediğim olgunluğa erişemedi.
kalkıp kahvemi tazeleyip sigara içeceğim. dışarısı nemli sıcak. öylesine yapışkan bir sıcak ki, 10 dk.dan fazla duramıyorsunuz. ama insan alışıyor. hayat kolay gibi görünse de aldatıcı. dün yanlışlıkla girdiğimiz yoksul mahallelerdeki hikayeler, dünyanın her yerindeki yoksul mahallelerle aynı.
burada da 'yaman çelişki'ler var, yoksulluk konusu en başta elbette.
dışarısı bu kadar sıcakken içerisi de bu kadar serin, hatta bildiğin soğuk. ceketsiz duramıyorsun. koca koca binalar, mevsim nedeniyle neredeyse boşlar ama içeride cayır cayır klimalar çalışıyor. bu da zengin ülke olmanın gereği sanırım.
kapı, pencere hiç açılmıyor. içerinin havası, kurdukları hani o uçaklardaki havalandırma sistemiyle havalandırılıyor. uçakta da 'hoodie'lerle oturmak zorundasınız yazın. o verdikleri uyduruktan tayyare battaniyemsiler hiçbir işe yaramıyor.
bu yazıyı böyle saçmalayaraktan daha ne kadar uzatabilirim. belki sayfalarca daha. önemsiz şeylerden söz etmek, tıpkı gerçeklerden kaçmak için fantazya okumak gibi. sonuç; gün geçer, hayat biter. -
ben tek değilimdir diye düşünüyorum. herhangi bir iş yaparken, örneğin bulaşık yıkarken aklıma bir anda aynı çizgi filmden hep aynı sahne geliyor. öyle aklımı uzun süre meşgul falan etmiyor ama hep aynı spesifik görüntüyü aklımın bir köşesinde anlık yakalıyorum. haa, bu çizgi film, öyle çok bayıldığım, hayranı olduğum, defalarca izlediğim bir çizgi film de değil. aptal çocuksu çizgileri olan, sırtını saçmalayarak yunan mitolojisine dayamış, üstelik de yarıda bıraktığım bir çocuk çizgi filmi.
bulaşık yıkamakla bu çizgi filmin ne alakası var, henüz bağlantıyı kuramadım. aslında genellikle aynı sahneler canlansa da başka başka anılardan tekrarlayan görüntüler de var. zihnim her zaman çok meşgul. genellikle bir türlü başlayamadığım bir öykünün diyalogları oluyor kafamda ya da herkese olduğu gibi binlerce alakasız şey birbiri ardınca belirip kayboluyor. bazen de o serbest koşuşturmaları zorla bir düzene sokuyorum. bir iş yaparken alakasız başka bir konuya odaklanmak, zamanınız varsa hiç de zor değil.
sandman'i izliyorum, az kaldı, 'aduket' olarak nitelendirilen rüya girdabı kızın küçük erkek kardeşinin peşindeyiz şu aralar. yaratıcısı neil gaiman da kendi eserinden netflix' e uyarlanan bu diziyi bizzat yaratan elemanlardan biri. dizinin her bölümünde adı kocaman harflerle geçiyor.
yunan mitolojisi takıntılı 'ingiliz' asıllı bir yazar olarak, bizi ingiltere'nin neredeyse jane austen romanlarında geçen, o günlük güneşlik, bence kesinlikle 'romantize' edilmiş, buram buram tarih kokan sokaklarında dolaştırıyor.
ingiltere'yi bilmesek, sanki anglo-sakson etkili bir akdeniz ülkesinde dolaştığımızı zannedeceğiz.
bu konu beni düşündürdü baya. dünyaca tanınmış bir yazarın herhangi bir eseri dizi ya da film olarak çekildiğinde, konu ne olursa olsun, o konu bir şekilde konuyu yaratanın mekanında geçiyor. ferzan özpetek, nuri bilge ceylan da fatih akın... veya orhan pamuk.....
eğer bu topraklardan dünyaca ünlü kişiler çıkıyorsa, bir şekilde içinden çıktıkları kültüre hizmet ediyorlar.
distopik filmlerde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de buydu; bildiğimiz dünya yok olmuş, kalan bir avuç insanın arasında illaki arap asıllı biri var. the 100'ü düşünün. aklıma lost dizisi geldi, orada da başkahraman grubunun içinde ıraklı bir arap vardı. biz türkler uzun süre araplara egemen olduğumuz için onlara üstten bakmayı alışkanlık haline getirdik, oysa dünya kültür sahnesinde, onlar, londra'nın ünlü christie müzayede salonunda açık arttırmayla satılan nadide sanat eserlerini milyonlarca dolar ödeyerek özel koleksiyonlarına istiflerken, biz, belki de dünyanın en güzel coğrafyasını yağmalamakla, yok etmekle meşgulüz. geriye kalan az sayıdaki özel değeri de yok ettiğimizde şöyle bir 'oh' çekip geriye yaşlanabiliriz. bu nedenle, 'artık' buradan götürülen her önemli değer için üzülmekten vazgeçtim. en azından 'kurtarılmış' oluyorlar. hatta esrarengiz tarsus kazısında ne bulunduysa gitti, kurtuldu.....demek istesem de bir türlü diyemiyorum.
bugün benim için çok özel bir gün.
bütün günü bir şeyler yazarak geçirmek istemiyorum. yazdıklarım için çok zaman gitti. telefonla yanlışsız yazmaya çalışmak çok zor. kontrol ediyorum ama paylaştıktan sonra yapacağım asıl kontrolü. öylesi daha kolay geliyor bana.
bugün yeni yerler keşfetmek için yeterince zamanım var. belki sonra onları da yazarım.
10.08.2022