• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (9.23)
karamazov kardeşler - fyodor mihailoviç dostoyevski
tüm zamanların en başarılı romanları arasında sayılan karamazov kardeşler dostoyevski'nin kaleme aldığı son büyük eseri ve başyapıtıdır. bencil, paraya ve zevke düşkün fyodor pavloviç karamazov'un esrarengiz ölümü, birbirinden çok farklı karakterlere sahip oğullarının hayatını geri dönüşü olmayacak bir şekilde değiştirmekle kalmayıp tüm rusya'nın yakından takip ettiği bir davaya dönüşecektir.

dostoyevski, karamazov kardeşler'de yazarlık yaşamı boyunca kafa yorduğu hemen bütün temaları işleyerek dev bir esere imza atmış, bu son eseriyle de çok büyük övgüler almış ve kitabın yayımından kısa bir süre sonra ününün doruğundayken hayata veda etmiştir.

"...karamazov kardeşler yaklaşık dört yüz bin sözcükten oluşan bir destandır.."
-edward hallett carr-

"hayatta öğrenmek istediğiniz ne varsa hepsini karamazov kardeşler'de bulursunuz..."
-kurt vonnegut-

ergin altay çevirisi, yazarın kitaba dair yazısı, richard p. blackmur önsöz ve sonsözleriyle, yazar ve dönem kronolojisiyle.
(tanıtım bülteninden)


  1. her okunuşunda yeni şeyler keşfedilerek, tekrar tekrar hayran olunan bir başyapıttır. üzerine yazilan pek çok makaleden benim ilgimi en çok çeken taşansu türker'in kaleminden çıkan "karamazov kardeşler'de politik sembolizm" olmuştur. makalede 'çok' özetle, aile metaforu kullanılarak yapıldığına inanılan politik sembolizmin çözümlenmesi amaçlanmıştır. makaleye göre;

    fyodor karamazov (baba)-çar'ı
    babanın ilk eşi-petro öncesi dönem'i
    babanin ikinci eşi-petro sonrası dönem'i
    dimitry karamazov-rusya ve panslavist ideoloji'yi
    ivan karamazov-rusya'daki batıcı akımlar'ı
    alyoşa karamazov-rus gerçekliğini kilise ile özdeşleştiren rus ülküsünün siyasal iktidar kaygılarından uzak öz'ünü
    smerdyakov-halk yığınları'nı (sosyalist proletarya)
    grushenka-slav birliği'ni
    katya-rus aristokrasisi'ni
    peder zosima-rus ortodoks kilisesi'ni sembolize etmektedir.
    türker, yazımında dönemin siyasi konjonktürü ile dostoyevski'nin hayatıni mercek altina aldıktan sonra, kurduğu bu bağlantılari açıklamalarıyla aktarmaktadır.
  2. ivan karamazov'un şeytan'la olan konuşması mı diyeyim, smerdyakov'un sinsiliği mi dyeyim, kolya'nın rusya'yı bir nevi temsil etmesinden mi bahsedeyim, mitya'nın kaderinden mi konuşayım, yoksa alyoşa'nın sakinliğini mi yazayım; her detay mükemmel işlenmiş ve ince ince dantel gibi dokunmuş kitapta.

    sonunda gözlerim doldu, resmen mahvetti kitap beni.

    ne yaptınız fyodor bey!
  3. kanımca baba-oğul ilişkisini tüm kitabın yanında minik bir detay olan, fakat başlı başına ayrı bir kitap olabilecek "ve temiz havada" bölümü ile dokunaklı bir şekilde işlemiştir.

    izleyenler hatırlayacaktır, nuri bilge ceylan'ın kış uykusu filminde ilyas ve babası arasındaki ilişki ile bağdaştırmak mümkün, ilyuşa ve ilyas isimlerini de göz önünde bulundurduğumuzda daha da kuvvetleniyor. bu ayrıntıyı da paylaştıktan sonra kitaba dönecek olursak:

    !---- spoiler ----!

    ...

    -tertemiz hava...

    oysa bizim sarayın havası pek pis,hem de her bakımdan. yavaş yürüyelim, efendim. sizin ilginizi çekmeyi çok isterdim.

    -benim de sizinle çok önemli bir işim var… dedi alyoşa.yalnız nasıl başlayacağımı bilmiyorum.

    -benimle bir işinizin olduğunu anlamamamın bir olanağı var mı? işiniz olmasa dünyada açmazdınız kapımı. çocuğu şikayete mi gelecektiniz ya? olacak şey değil bu. yeri gelmişken ondan biraz söz edeyim size: içeride her şeyi açıklayamadım , ama şimdi burada anlatayım durumu. efendim bizim hamam lifi daha bir hafta öncesine dek hayli gürdü, sakalcığımdan söz ediyorum. sakalıma hamam lifi diyorlar, okul çocukları taktılar bu adı. işte efendim ağabeyiniz dmitri fyodoroviç sakalıma yapıştı, çeke çeke dışarı, alanın ortasına çıkardı. okullar da tam o sırada dağılmıştı. ilyuşa da okuldan çıkmış çocukların aralarındaydı. beni o durumda görünce yanıma koştu: ’’baba, babacığım!’’ diye bağırıyor, bacaklarıma sarılıyor, ağabeyinizin elinden beni kurtarmak için çırpınıyordu: ’’bırakın, bırakın, benim babamdır o , bağışlayın onu’’ ; evet ’’bağışlayın’’ diye bağırıyordu. küçük elleriyle ağabeyinizin elini yakaladı. öptü… o andaki yüzü aklımdan çıkmıyor… unutamıyorum!..

    -size yemin ederim, diye haykırdı alyoşa, ağabeyim çok ciddi bir biçimde özür dileyecektir sizden, o alanın ortasında önünüzde diz çökerek bile olsa… zorlayacağım onu, yoksa ağabeyim diye bakmam yüzüne!

    -ya, demek henüz bir tasarı bu. o yollmadı sizi yani… duygulu soylu yüreğinizin isteği bu… baştan söyleseydiniz ya! öyleyse izin verin de ağabeyinizin, o gün sözünü ettiği şovalye soyluluğunu anlatayım size. lifimden tutarak dolaştırmaktan bıkınca koyverdi beni: ’’sen de subaysın, ben de subayım. düello tanıklığı için doğru dürüst bir adam bulabilirsen yolla bana. alçağın birisin ya , duello çağrını yine de kabul ederim!’’ tam böyle söyledi işte. gerçekten de şovalye ruhlu bir insan! ilyuşa ile uzaklaştık oradan, ama babasını uğradığı bu hakaret çocuğun içinde yer etmiştir, ömrünün sonuna dek unutamaz bunu. soylu olmak kim, biz kim! siz söyleyin, biraz önce gördünüz bizim sarayı, nasıldı? üç kadın vardı, birinin bacakları tutmuyor, kafadan sakat, ötekinin de tutmuyor bacakları, üstelik kambur, üçüncüsününse tutuyor, akıllı da, okuyor, gene petersburg’a gitmek, neva kıyısında rus kadınının haklarını savunmak için can atıyor. ilyuşa’dan söz etmeyeceğim, dokuz yaşında daha, parmak kadar bir şey… bugün ölsem nice olur bu zavallıların hali? hep bunu düşünüyorum. hadi çağırdım onu duelloya diyelim, ya birden öldürürse beni, o zaman ne olur? bu zavallılarım ne yaparlar? daha kötüsü , ya öldürmez de sakat bırakırsa : çalışmasına çalışamam, ama ölmedim ya, yemek yemeliyim… kim doyuracak karnımı, kim bakacak onlara? ilyuşa’yı okuldan alıp dilenciliğe mi yollayacağız? onu duelloya çağırmam ne sağlayacak bana, hiç…

    alyoşa’nın gözleri kıvılcım saçıyordu, gene,

    -sizden özür dileyecek, diye haykırdı, alanın ortasında önünüzde diz çökecek.

    yüzbaşı sürdüyordu konuşmasını:

    -mahkemeye vermeyi düşündüm onu, yasaları açıp bakıp, bana edilen bu hakarete karşılık, hakareti edenden ne alabilirim? hem bu niyetimi duyunca agrefena aleksandrovna küplere bindi, beni çağırttı: ’’sakın ola ki böyle bir şey yapasın! mahkemeye verirsen her şeyi… onun seni dalaverelerin yüzünden dövdüğünü anlatırım herkese, o zaman sen boylarsın kodesi.’’ bu dalavereyi kimin çevirdiğini , kimin emriyle hareket ettiğimi tanrı biliyor. agrefena aleksandrovna’nın kendisiyle fyodor pavloviç emrettiler… ‘’sonra ‘’ , diye ekledi, ‘’bi daha evime sokmam seni metelik vermem sana. tüccarıma da söylerim (ihtiayara ‘tüccarım’ derdi hep) , o da kovar seni.’’ tüccar da kapı dışarı ederse , hapı yuttum demektir diye düşündüm. elimde bir onlar kaldı. babacığınız fyodor pavloviç önemsiz bir iş yüzünden bana olan güvenini yitirdikten başka, elindeki imzalı kağıtlarımla beni mahkemeye vermeyi düşünüyor. bütün bunları göz önünde bulundurarak sindim. şimdi izninizle bir şey sorayım size. nasıl var gücüyle mi ısırdı parmağınızı? sarayda onun yanında bu ayrıntılara girmek istemedim.

    -evet var gücüyle ısırdı, hem çok öfkeliydi. karamazov olduğum için sizin öcünüzü aldı benden, anlıyorum bunu şimdi. ama arkadaşlarıyla birbirine nasıl taş attıklarını görseydiniz bir! çok tehlikleli bir şey bu, öldürebilirler onu, çocukturlar, düşünemezler, başına gelirse yarar…

    -geldi zaten, ama başına değil göğsüne, kalbinin biraz yukarısına, bugün oldu, mosmor orası, ağlaya ağlaya geldi eve, şimdi de hasta yatıyor.

    -hem biliyor musunuz, önce kendisi saldırdı, sizin için söylenenlere kızıyor. arkadaşları, krasotkin adında bir çocuğun boş yerine çakı sapladığını söylüyorlar…

    -bunu da duydum, durum kötü: memurdur bay krasotkin, belki de bir iş açılır başıma…

    alyoşa heyecanlı ekledi:

    -oğlunuzu bir zaman için, hiç değilse sinirleri yatışana dek okula yollamamanızı salık veririm size… öfkesi geçsin.

    -öfkesi mi? evet pek öfkeli. kendi küçük ama öfkesi büyük. her şeyi bilmiyorsunuz. izninizle bu öyküyü ayrıca anlatacağım size. o olaydan sonra okulda bütün çocuklar ‘’ hamam lifi’’ diye takılmaya başladılar ona. okul çocukları pek gaddar olur: ayrı ayrıyken birer melektirler, ama bir araya geldiler mi, hele okuldayken bir feklakettirler! alaya alınca bizim ilyuşa’nın soyluluk damarı kabardı. öyle göze batar özellikleri yoktur, zayıf yaratılışlıdır, her şeye boyun eğmesi babasına edilen hakarete ses çıkarmaması gerekirdi, ama herkese karşı babasını savunmayı aldı göze. babasını gerçeği savunuyor. ağabeyinizin elini öperken, ‘’babamı bağışlayın, babacığımı bağışlayın.’’ diye bağırırken yüreğinin nasıl sızladığını bir tanrı bilir bir de ben. çocuklarımız –yani sizin değil elbette- ezilmiş., ama soylu yoksulların çocukları hayatı daha on yaşında öğrenirler. varlıklılar nerden bilecekler: ömürleri boyunca gerçeği bu denli çıplak göremezler. ama benim ilyuşa’m alanda ağabeyinizin elini öperken her şeyi, bütün gerçeği bir anda öğreniverdi. yüreğine saplandı bu gerçek, bir daha da çıkmaz.

    yüzbaşı son derece heyecanlı konuşuyordu. ilyuşa’sının yüreğine ‘’gerçeğin’’ nasıl saplandığını göstermek istiyormuş gibi sağ yumruğuyla sol avcnun içine vurdu.

    -o gece sabah dek ateşeler içindeydi, sayıkladı hep. bütün gün pek az konuştu benimle, hatta hiç konuşmadı. köşede oturmuş gizliden gizliye süzüyordu beni , farkındaydım. daha çok pencereye dönüyor, ders çalışır gibi yapıyordu, ama aklının derste olmadığı belliydi. ertesi gün içtim ben, hiçbir şey anımsamıyorum. çok kötü bir insanım, ama kederden bunlar hep, üzüntüden. annesi de ağlamaya başlamıştı, annesini çok severim. işte böyle, üzüntümden cebimdeki son meteliğimi de içkiye verdim. hor görmeyin beni: rusya’da en iyi yürekli insanlar sarhoşlardır. bir adam ne denli sarhoşsa o denli iyi yürekli demektir. sızmış kalmıştım, ilyuşa’yı falan düşündüğüm yoktu. işte o gün çocuklar alay etmeye başlamışlar onunula okulda: ‘’hamam lifi, diye bağırıyorlarmış, babanı lifinden çeke çeke çıkardılar meyhaneden, sen de yanı sıra koşuyor, babanı bağışlaması için yalvarıyordun.’’ üç gün sonra baktım, okuldan yüzü bembeyaz döndü. ne oldu sana? diye sordum. karşılık vermedi. sarayda konuşmak olmazdı zaten,annesiyle ablaları hemen karışırlardı. daha ilk günü öğrenmişlerdi her şeyi. varvara nikolayevna homurdanmaya bile başlamıştı: ‘’soytarılar, palyaçolar, akıllıca bir iş yapabilir misiniz ki siz!’’ haklısınız varvara nikolayevna, dedim, akıllıca bir iş yapamayız. bu kadarla bitti. akşamüzeri çocuğu gezmeye götürdüm. şunu da söyleyeyim size, daha önce de her akşam gezmeye çıkardık onunla, şimdi gittiğimiz yoldan gideriz hep, şurada, çitin dibinde tek başına duran taşın dibine kadar yürürüz. kentin otlağı orda başlar: güzeldir buraları. ilyuşa ile yürüyorduk, eli her zamanki gibi avcumun içindeydi. yumuşacıktır elleri, parmakları ince ince, her zaman soğuktur –ciğerlerinden rahatsız da ondan- ‘’baba dedi, babacığım!’’ ‘’ne var’’ diye sordum, gözleri parlıyordu. ‘’babacığım, ne yaptı sana, babacığım!’’ elden ne gelir yavrum dedim. ‘’barışma onunla babacığım, barışma. çocuklar, barışman için sana on ruble verdiğini söylüyorlar.’’ hayır ilyuşa, para almayacağım ondan. titremeye başladı, iki eliyle elimi yakalayıp öptü. ‘’ babacığım dedi, babacığım, duelloya çağır onu; ödlek olduğunu, onu duelloya çağırmaktan korktuğunu, on rubleyi alıp hakareti sineye çekeceğini söylüyorlar okulda.’’ duelloya çağıramam onu ilyuşa, dedim. bu konuda size anlattıklarımı kısaca ona da anlattım. dinledi beni, sonra : ‘’ baba dedi, gene de barışma onunla: büyüyünce ben çağıracağım onu duelloya, ben öldüreceğim!’’ gözleri alev alev yanıyordu. ne de olsa babasıyım, yerinde bir söz söylemem gerekirdi: ‘’duelloda bile olsa, adam öldürmek günahtır yavrum.’’ baba, dedi, babacığım, büyüyünce yere yıkacağım onu, kılıcımla elindeki kılıcı düşüreceğim, sonra üzerine atılıp devireceğim onu, kılıcımı gırtlağına dayayıp: istersem şimdi öldürürüm seni, ama bağışlıyorum, hadi kalk!’’ görüyorsunuz, görüyorsunuz ya efendim, bu iki gün içinde o küçücük aklında ne biçim bir olay canlandı, görüyorsunuz. gece gündüz hep kılıcıyla alacağı öcü düşündü, gece de bunu sayıklamış olacak. baktım okuldan dayak yemiş gelmeye başladı. önceki gün öğrendim durumu, haklısınız, okula yollamayacağım onu. arkadaşlarının hepsine birden karşı koyduğunu, kızıp hepsine meydan okuduğunu öğrenince korktum. gene bir gün gezmeye çıkmıştık. ‘’baba, dedi, babacığım, zenginler daha kuvvetli oluyorlar değil mi?’’ evet dedim, zenginler çok kuvvetli olurlar. ‘’ babacığım, zengin olacağım ben, subay olacağım, herkesi yeneceğim. çar madalya verecek bana, o zaman buraya gelince hiç kimse cesaret edip de…’’ sustu, biraz sonra gene başladı konuşmaya, dudakları titriyordu: ‘’ baba ne kötü bir kent burası!’’ evet ilyuşeçka, pek iyi sayılmaz, dedim. ‘’başka, iyi bir kente gidelim babacığım, bizi hiç kimsenin tanımadığı bir kente!’’ gidelim, ilyuşa, gidelim, dedim. biraz para biriktireyim gideriz. karanlık düşüncelerden ayırabilmeme sevindim onu. birlikte başka kente nasıl gideceğimizi, kendimize bir at, bi araba alacağımızı hayal etmeye başladık. ‘’anenle ablalarını arabaya bindiririz, güzelce örteriz üstlerini, biz yanda yürürüz, ara sıra seni de koyarım arabaya, ben hiç binmem, hep yürürüm, atımızı yormak doğru olmaz çünkü, hepimiz birden binersek yorulur hayvan.’’ coşmuştu, kendi, atımız olacağını, ona bineceğini düşündükçe sevinçten uçacaktı nerdeyse. rus çocuğunun ata düşkünlüğünü bilmeyen yoktur. uzun uzun konuştuk. sanıyorum avuttum onu biraz, üzüntüsünü unuttu. önceki akşam olmuştu bu, dün akşam gene konuştuk. sabah okula gitti, üzgün, hatta çok üzgün döndü. akşamüzeri elinden tutup gezmeye çıkardım, susuyor, ağzını açmıyordu. hafif bir rüzgar çıkmştı, güneş batalı çok olmamıştı. serin bir sonbahar akşamıydı. alacakaranlıkta ikimiz de üzgün yürüyorduk. bir akşam önceki konuşmamızı sürdürmek amacıyla , ‘’oğlum, dedim, yol hazırlığımızı nasıl yapacağız ?’’ karşılık vermedi. hissettim, avcumun içindeki parmakları titriyordu. ee, diye geçirdim içimden, gene kötü bir şey oldu. şu taşa kadar yürüdük. taşın üzerine oturdum. gökyüzü uçurtma doluydu, hışırtıları duyuluyordu, otuz kadar vardılar. uçurtma mevsimi ya… ilyuşa, dedim, geçen yılki uçurtmayı çıkaralım artık. güzelce onarayım her yanını , nereye saklamıştım onu? ağzını bıçak açmıyordu yavrumun, öte yana bakıyordu. birden hızlı esmeye başladı rüzgar , kumları kaldrıyordu… atılıp boynuma sarıldı, var gücüyle sıktı beni kollarının arasında. bilirsiniz, az konuşan, gururlu çocuklar uzun süre tutabilirler gözyaşlarını, artık dayanamayacakları bir an gelir, birden boşalırlar, gözyaşları akmaz da sel gibi dökülür sanki. işte böyle bir sıcak göz yaşı seli de benim yüzümü ıslatıyordu şimdi. kriz gelmiş gibi hüngür hüngür ağlıyor, zangır zangır titriyor, vargücüyle sıkıyordu beni. taşın üzerinde oturuyordum. ‘’babacığım, babacığım, diye haykırıyordu, sevgili babacğım nasıl öyle hakaret etti sana!’’ ben de ağlamaya başlamıştım. taşın üzerinde birbirimize sarılmış, sarsıla sarsıla ağlıyorduk. ‘’babacığım, babacığım!’’ diyordu. ilyuşa , ilyuşa’cığım! diyordum. hiç kimse görmedi bizi, yalnız tanrı gördü, sevap olarak defterime işlenir belki… ağabeyinize teşekkürlerimi bildirin aleksey fyodoroviç… yo, gönlünüz hoş olsun diye dövemem oğlumu!

    sözünü biraz önceki öfkeli, çılgınca sesiyle bitirdi. alyoşa, yüzbaşının kendisine güvendiğinin, onun yerinde başka birisi olsaydı adamın her şeyi böyle anlatmayacağının farkındaydı. yüreği sızlayan alyoşa’yı biraz avuttu bu. yüksek sesle,

    -ah, dedi, oğlunuzla barışmayı öyle istiyorum ki! yardım etseniz…

    yüzbaşı, -olur , diye mırıldandı. alyoşa yüksek sesle,

    -şimdi başka, bambaşka bir konuya geçiyorum, dedi. dinleyin, dinleyin beni! sizinle bir işim var: ağabeyim, yani dimitri, çok iyi, soylu bir kız olan nişanlısına da hakaret etti. sanırım tanıyorsunuzdur nişanlısını. kızcağızın uğradığı hakareti size anlatmaya hakkım vardır, hatta bunu yapmak zorundayım. çünkü size edilen hakareti, kötü durumunuzu öğrendi şimdi… yani demin… size bu yardımı iletmemi istedi… yalnız ondandır bu yardım, ne zavallı kızcağızı yüzüstü bırakan dimitri’den, ne benden, ne de başka bir kimseden… o… yalnızca o yolluyor! yardımını kabul etmeniz için yalvarıyor… aynı insan ikinize de hakaret etti… dimitri ona da hakaret edince anımsadı sizi ancak! kız kardeş kardeşine yardım etmek istiyor demektir bu… şu iki yüz rubleyi bir kız kardeşiniz size veriyormuş gibi almaya sizi razı etmemi istiyor. hiç kimse bilmeyecek bunu, hiçbir kötü dedikodu çıkamaz… işte iki yüz ruble, size yemin ederim ki… kabul etmek zorundasınız, yoksa… yoksa dünyada bütün insanlar birbirinin düşmanı olmak zorunda demektir! ama kardeşler de vardır yeryüzünde.. soylu bir ruhunuz var.. anlamak zorundasınız bu, anlamalısınız!..

    alyoşa banknotları uzattı yüzbaşıya. o anda çitin dibindeki büyük taşın yanındaydılar, görünürlerde kimsecikler yoktu. banknotların ürkünç bir etkisi olmuştu yüzbaşının üstünde: ürperdi, ama ilk anda şaşkınlıktandı bu: böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçiremezdi, böyle bir sonucu hiç beklemiyordu. birisinden yardım, hem de bu kadar büyük bir yardım göreceğini düşünde görse inanmazdı. parayı aldı, bir dakika ağzını açmadı. yüzünü bambaşka bir görünüm kaplamıştı.

    -bana, bana bu, bu kadar parayı, iki yüz rubleyi bana yolladılar tanrım! dört yıldır bu kadar parayı bir arada görmemiştim, tanrım! hem de kız kardeşiniz yolladı, diyor… doğru mu bu, doğru mu?

    -yemin ederim, size söylediklerimin hepsi doğrudur! yüzbaşının yüzü kızardı,

    -bakın dostum, dinleyin, bu parayı alırsam alçak olmayacağım, değil mi? sizce alçak olmayacağım, değil mi, aleksey fyodoroviç, olmayacağım? hayır, aleksey fyodoroviç, dinleyin beni. dinleyin –elleriyle ikide bir alyoşa’ya dokunarak telaşlı telaşlı konuşuyordu:- ‘’kız kardeş’’imin yolladığını, almamı söylüyorsunuz bu parayı, ama aldım diye içinizden hor görmeyeceksiniz ya beni sonra?

    -hayır, hayır! dinim üzerine yemin ederim ki hayır! hiç kimse de bilmeyecek bunu, aramızda kalacak: siz, ben, o bir de onun yakın dost bir bayan…

    -umrumda değil bayan mayan! dinleyin beni aleksey fyodoroviç, sonuna kadar dinleyin. dinlemelisiniz artık, çünkü şimdi bu iki yüz rublenin benim için ne demek olduğunu anlayamazsınız bile. zavallı adam yabani, karışık bir heyecana her an biraz daha kaptırıyordu kendini. ne söyleyeceğini şaşırmıştı sanki. her şeyi anlatamayacağından korkuyor gibi çabuk çabuk konuşuyordu.

    -bu paranın böylesine saygıdeğer, yüce bir kız ‘’kız kardeş’’ten alınması bir yana, anacığımla ninoçka’ya –kambur meleğime, kızıma- da ilaç alabilirim artık. çok iyi bir insan olduğu için geldi, baktı onlara doktor hertzenştube, iki saat muayene etti: ‘’hiçbir şey anlamadım, dedi ama buranın eczanesinde satılan maden suyunu alırsak çok faydasını görür (reçetede de yazdı bunu)’’ ayrıca ilaçlı bir ayak banyosu da verdi. maden suyunun şişesi otuz kopek, en az kırk tane içmeli ki bir işe yarasın. reçeteyi aldım, tasvirin altına koydum, orada öyle duruyor. ninoçka’ya da her gün sabah akşam ilaçlı sıcak suyla banyo yapmasını salık verdi. bizim sarayda hizmetçi yok, bu işlerden anlayan bir adam yok. kapsız, susuz nasıl yapabiliriz bunu? ninoçka sızlıyor hep, acılar içinde kıvranıyor, inanır mısınız, gerçek bir melektir bu kız, bizi rahatsız etmemek için dişini sıkıyor, bizleri uyandırmamak için inlemiyor, elimize ne geçerse, ne bulursak yeriz biz. ama o ancak köpeğe atılabilecek en son lokmayı alır hep: ‘’bu lokmaya da layık değilim ben , der gibidir, sizin ekmeğinizi yiyorum, yük oluyorum size.’’ melek bakışında bu anlatım vardır işte. hizmet ediyoruz ona, üzülüyor ‘’layık değilim buna, layık değilim, hiçbir işe yaramayan, değersiz bir sakatım ben.’’ nasıl layık olmazmış,o insana iç huzuru veren sözleri olmasaydı evimizin içi cehenneme dönerdi, varya bile düzeldi. varvara nikolayevna’yı da kınamayın, o da bir melektir. yazın geldi yanımıza, ders vererek biriktirdiği on altı rublesi vardı, eylülde, yani şimdi petersburg’a dönmek için saklıyordu. ama biz aldık elinden paracıklarını, yedik, şimdi dönecek parası yok, böyle işte. hem olsa da dönemez artık, çünkü kürek mahkumu gibi çalıştırıyoruz onu: yüklendikçe yüklendik üzerine, her şeye o koşuyor. yama yamıyor, yıkıyor, süpürüyor, annesini yatırıp kaldırıyor, annesi de huysuz, sulu göz, deli!.. şimdi bu iki yüz rubleyle bir hizmetçi tutabilirim, anlıyor musunuz aleksey fyodoroviç, sevdiğim insanların tedavisine başlayabilirim, yeni yemekler yemeye başlayabiliriz. tanrım, ne tatlı hayaller bunlar!

    bir insanın bu denli mutlu olmasına yardımcı olduğu için son derece mutluydu alyoşa. yüzbaşı birden yeni, tatlı bir hayale kapılarak gene çabuk çabuk konuşmaya başladı:

    -durun aleksey fyodoroviç, durun, düşünün bir kez, ilyuşka ile kurduğumuz düşleri de gerçekleştirebiliriz belki: bir atla araba satın alırız, kara yağız bir atımız olur, kara yağız olsun istiyor. önceki gün düşündüğümüz gibi yolculuğa çıkarız. k….. ilinde çocukluk arkadaşım bir avukat var, sözüne güvendiğim birisinin anlattığına göre, oraya gidersem arkadaşım beni bürosuna katip olarak alabileceğini söylüyormuş, kim bilir, belki de alır… anneciğmizi ninoçka’yla bindirirdik, ilyuşeçka da arabayı kullanırdı, ben de yürürdüm, hepmiz göç ederdik buradan… tanrım, umudmu kestiğim bir alacağımı da koparabilirsem, buna da yeterdi paramız!

    -yeter, yeter! diye haykırdı alyoşa. ihtiyacınız olan parayı yollayacktır size katerina ivanovna. hem bende var para, kardeşinizden alır gibi çekinmeden alın benden, sonra veririsiniz. (çalışacaksınız ya, çalışacaksınız!) biliyor musunuz, o söylediğiniz ile göç etmeniz çok iyi olacak! sizin, daha önemlisi çocuğunuz için kurtuluş olacaktır bu. bakın ne diyeceğim, kışa kadar, soğuklar bastırmadan gidin oraya. mektup yazarsınız bana çok sevinirim, kardeş kalırsak ne iyi olur… hayır, düş değildir bu!

    alyoşa kucaklamak istiyordu onu, öylesine sevinçliydi. ama yüzbaşının yüzünü görünce birden duraladı: boynunu uzatmış, dudaklarını sarkıtmış, yüzü kireç gibi, öyle duruyordu. bir şeyler söylemek istiyor gibi dudaklarını kıpırdatıyordu. sesi çıkmıyordu, ama durmadan kıpırdatıyordu dudaklarını, tuhaf bir şeydi bu. nedense ürperdi alyoşa.

    -ne oluyor size?

    -aleksey fyodoroviç… ben… siz… diye mırıldandı. sonra her şeyi göze almış bir tavırla dik dik baktı alyoşa’ya. dudaklarında bir gülümseme belirir gibi oldu.

    -ben… siz… birden kararlı bir sesle,

    -bir oyun göstereyim size, ister misiniz? diye fısıldadı.

    -ne oyunu.

    -oyun işte, hokus-pokus derler ya…

    yüzbaşı hepten fısıltıyla konuşuyordu. ağzını sol yana doğru kaydırmış, sol gözünü kısmış, gözlerini ayırmadan alyoşa’ya bakıyordu. bakışları çakılıp kalmıştı üzerinde sanki. bir korku düştü alyoşa’nın içine.

    -ne oluyor size, ne oyunu? diye bağırdı.

    yüzbaşı birden ince bir sesle,

    -şöyle işte, bakın! dedi. konuşurken sağ elinin başparmağıyla işaret parmağı arasında tuttuğu iki kağıt parayı çılgın gibi avcunun içine aldı birden, buruşturup vargücüyle sıktı. yüzü bembeyaz, havaya kaldırdı yumruğunu,

    -gördünüz mü, gördünüz mü? diye haykırdı. buruşmuş iki yüzlüğü yere fırlattı. parmağıyla paraları göstererek,

    -gördünüz mü? dedi. birden sağ ayağını kaldırıp yabani bir öfkeye kapılmış, topuğuyla vurmaya başladı banknotlara. bağırıyor, her vuruşta soluyordu. birden geri sıçradı, alyoşa’nın önüne dikildi. tavrında anlatılmaz bir gurur vardı.

    -işte parlarınız! işte parlarınız! işte parlarınız! kolunu havada sallayarak,

    -sizi yollayan bayana, hamam lifinin onurunu satmayacağını söyleyin! diye bağırdı. sonra hızla dönüp koşmaya başladı. ama daha beş adım gitmemişti ki, durdu, geri dönüp el salladı alyoşa’ya. sonra gene koşmaya başladı, beş adım gitmeden son olarak bir kez daha durup geri döndü. bu kez yüzünde o alaylı gülümseme yoktu. tersine, göz yaşından ıslak ıslaktı yüzü. ağlamaklı, aşırı heyecanlı bir sesle kesik kesik, çabuk konuşarak,

    -yüzkaramıza karşılık sizden bu parayı alırsam oğluma ne derim sonra? diye bağırdı.

    koşarak uzaklaştı. alyoşa son derece üzgün bakıyordu arkasından. zavallı adamın paraları avucunun içinde buruşturup atarken ne yaptığının farkında olmadığını çok iyi biliyordu. koşarken bir daha dönüp bakmamıştı arkasına, alyoşa da biliyordu bakmayacağını. peşinden koşmadı, seslenmedi de. bir şey düşünmüştü. adam gözden kaybolunca banknotları aldı yerden. yalnız biraz buruşmuşlardı o kadar, zedelenme, yırtılma falan yoktu, hatta alyoşa düzeltirken yeniymiş gibi hışırdıyorlardı. paraları düzelttikten sonra katladı, cebine yerleştirdi, verdiği işi ne denli iyi başardığını (!) anlatmak için katerina ivanovna’nın yanına yollandı

    ...

    !---- spoiler ----!
  4. aklıma mutlu ol yeter dizisinde ki "yaramaz o kardeşler" repliğini getiren kitaptır. bir de, ah be dosto... insan okuyacak onu neden o kadar kalın kitap yazıyorsun?
  5. tüm zamanların en iyi kitabını okumak için başladığım ve hayatimin en sıkıcı anlarini bana yasatan kitaptır.
  6. yeniden başladığım roman. inanılması güç ama sekiz yaşımdayken okumaya başlamıştım ^:ehuehuehue^

    kaç kere bitirdim. olsun gene bitireyim.