1. öncelikle başlık kuantum mekaniği olarak değiştirilmelidir.

    1910’ların başında neih bohr’un atomun asıl modelini yarattığında karşılaştığı matematiksel çıkmazın sonucun max born, werner heisenberg ve pascual jordan tarafından yorumlanması ve yeniden dizayn edilmesiyle oluşmaya başlayan, sadece 5-10 yıl içerisinde bilimin gözdesi olmakla kalmayıp aynı zamanda evrene karşı bakış açımızı komple değiştiren fiziğin iki ana kolundan birisidir.
    kuantum mekaniği ile ilgili çok şey söylenmesinin yazılıp çizilmesinin nedeni galilei galileo’dan beri (aristo fiziği'de başlangıç alınabilir)büyük cisimler üzerine odaklanmış olmamız ve hareketlerinin temel mantığımızla örtüşmesidir. her ne kadar 17.yy’da isaac newton, leonhard euler, joseph-louis lagrange gibi bilim insanları klasik mekaniği doğru ve temel formuna kavuşturmuş, hatta newton least action principle (en az aksiyon teoremi) gibi günümüz kuantum fiziğininde etrafında var olan (richard p. feynman tarafından uyarlaması doktora tezinde verilmiştir.) inanılmaz kuramları ortaya atsada, insan zihnini kurcalamasının zorluğu ve objelerin davranışlarının göz önüne alınması yüzünden bir müddet sonra kalıplaşmasına ve dayatılma sıkıcılığının yansımasına yol açtı. keza 2008’de odtü ve gazi işbirliğinde geliştirilen lise fizik eğitim müfredatına konulana dek, üniversite’de ikinci sınıf derslerini alana kadar insanların pek haberi olmadığı bir alandı. (aslında yaptıkları müfredat ne kadar sorunluda olsa, modern fiziğin ve rölativite gibi konuların lisede gençlere öğretilip ileriye yönelik düşüncelerinin değiştirilmesini hep takdir etmişimdir)

    buraya parantez açmak isterim, klasik fizik bildiğimiz newton, hamilton ve lagrange’ın kuramlarını donattığı fizik, aslında kuantum mekaniği kadar zor ve karmaşık olsada, hem 1800 yıl boyunca elde edilen bilgi ve kültür birikimi hem de bu insanların üstün başarıları sayesinde 12 yaşında ki bir çocuğun evrenin içgüdüsel davranışlarını anlamasını sağlayabilecek kadar kolay öğrenilebilen bir dal. işte sıkıntı burada, 1920’de heisenberg ve bohr atom’un asıl modelini keşfedip, kimyayı yeniden diriltip, evrenin küçüldükçe bilindik ve görüldük boyuttaki mekaniğini kaybettiğini söylediğinde, daha önce hiç kimse böyle bir şey yapmamıştı. kuantum mekaniği, klasik mekanik gibi arkasında yığınlarca deney, tez ve matematik bulunan ve üzerine konulacak temel doğrulara sahip olan bir alan değildi. sıfır noktasından başlanmıştı ve bilinenlerin aksine her şey farklıydı. bu yüzden hem anlatması hem de anlaması çok zordur. çünkü kuantum mekaniği yeni yaratılan bir dil gibidir.

    temel ortaya çıkışına geleyim, çoğu kişi paralel evrenler, belirsizlik ilkesi, ışığın dalga-parçacık doğası, tanrı parçacığı gibi kuantum mekaniği ile alakasız şeylerle başlasada iş böyle değildir. kuantum teorisi (aslen kuantum mekaniğin başlangıcı da denebilir) ve ludwing boltzman’ın enerjinin moneküler düzey de sadece kuantize (sadece kesin ve belirli olan sayılar gibi düşünün) olması gerektiğini bulmasıyla başlamıştır.( ultraviolet catastrophe yasasının bir sonucu) bunun anlamı şu moneküler düzeyde her şeyin belirli kalıpları var, bir elektron, en alt düzeyde (ground state) sadece 13,6mev olabilir. aynı seviye de başka bir elektron bulamazsınız. bu mantıklı gelebilir ama biraz düşündüğünüzde birden şunu farkedersiniz, e bu seviye dışında gezenler? evet, bu seviye dışında ki elektronlar da belirli seviyelere ait, belirli kuantize enerjilere sahiptirler ve bu seviyelerin arasında başka bir enerji yok. normal hayatta bu mümkün değil! zaten fizik dünyası ilk şoku burada yaşadı ve açıklayamadı, ta ki max planck’ın varsayımlardan yürüye yürüye kendini tarihe yazdırana kadar.
    max planck (-ki kendisi komiktir, dahi bir öğrenci olmasına rağmen hem kariyerinde büyük sorunlar yaşamış, hem de fizikte keşfedilecek bişey kalmadığını düşünüp matematiksel ve deneysel fiziğe yönelmiş bir adamdır) kuantize enerji fikrini bir harmonik yay ( harmonic oscillator olarak geçen temel bir düzenek) gurubunu kullanarak buldu. yaptığı temel varsayım, boltzman’ın bulduğu belirli seviyeler olayından yola çıkarak eğer sistem titreşim yapıyorsa maksimum enerjisi en uzak iki uçta olacak ve frekansı kadar bir enerjiye sahip olmak zorunda. planck bu enerjilerin eğer belirli seviyelerde ise h’ın (planck sabiti) katları şeklinde ilerlemesi gerektiğini düşünmüş.(hv, 2hv, 3hv....) ve kendisinden önce boltzman’ın bulduğu durumu bu titreşimin frekansıne bir üst limit koyarak, enerjiyi de sınırlandırmış oldu. bunu yaparken de tüm sistemi tek bir harmonik yay gibi düşünerek toplam enerjinin hv kadar olabileceğini düşündü. eğer bir harmonik yay 2hv kadar enerji yayıyorsa, bu sefer de frekansının e/2h kadar olması gerekiyordu. biliyorum okunduğunda yavan geliyor ama planck’ın bu varsayımı kendisi tarafında matematiksel olarak müthiş bir şekilde ispatlanmakla kalmadı, boltzman’ın deneyinden bulduğu yasayla örtüşüp, o yasanın da eksiklerini giderdi ve 1905 yılında (einstein’ın altın çağı) albert einstein tarafından fotoelektrik efekt için kullanılarak bir kez daha ispatlandı.(planck’da iki sene sonra nobel aldı.) ama büyük bir soruna yol açtı, mikroevren’de istediğiniz gibi hareket edemiyordunuz.

    bunu 1910’larda niels bohr’un(einstein ile atışmalarını kesin okuyun, bohr farklı bir zihin yapısına sahip ve inanılmaz dehalar arasında çok flaş buluşları olmasa da, bu gelişmelere kendi enstitüsünde hem imkan hem de müthiş bir rehberlik sağlayan kişi) hidrojen atomunda ki elektronları tam da planck’ın söylediği enerji seviyelerinde gözlemlemesi takip etti. fakat asıl olay, 1920lerin ortasında niels bohr’un atom modeliyle(bohr atom modeli) patlak verdi. bohr hidrojen atomunu hem matematiksel hem de fiziksel olarak incelediğinde atom sahip olduğu toplam momentumun, takip ettiği patikaya (yani aldığı yola) eşit olamacayacağını söyledi. (aslında müthiş şeyler keşfettiler ama bu bir eksik gibi kaldı) bu şu demek tamamen sallıyorum elektron birinci yörünge için 1m lik bir çember etrafında dolanmalı, fakat toplam momentumu atomun o enerjide 1.2m lik çembersel bir tur atması gerektiğini söylüyor. yani elektron kendi hareketine uygun bir enerjiye sahip olamıyor. bu sadece ilk adım asıl görünen yüzü, arka planda işi tamamen değiştiren ve göz ardı edilen bir denek ve çalışma da var, bir şeyler kesin seviyelere sahip olmak zorundayken, parçacık kendi verilerine uygun hareket edemiyordu. zaten kuantum mekaniği terimini bir parça da bu şekilde elde ettiler, parçacıkların mekaniği, teoriyle örtüşmüyordu bu yüzden bu soru 1925’e kadar ortada kaldı, hatta einstein tarafında bi çok kez tanrıya bağlandı vs vs.

    çözümü bulan altın üçlü ilk başta bahsettiğim born, heisenberg ve jordan üçlüsünün en yaşlısı heisenberg tarafından geldi. kendisi bir tür matris mekaniği (kompleks işlemler ve çevirilen için ideal teknik) geliştirdi ve bunu klasik fiziğin artık işlememeye başladığı alanlar için kullandı. heisenberg zaten elektronların kesin yörüngelerde olmadığını hidrojen atomunu belirli seviyelerde uyayarak farketmişti, kesin çizgilerin yerine hep belirli alanlarda elektron hareketi gözlemledi. bunun üzerine zaten uyguladığı matris’e zaman değişkenini ekledi (fourier transformasyonu diye’de geçer, üniversitede öğrencilerin en çok kaçırdığı konu) ve bunun sonucunda hem pozisyonun hemde momentumun aralığının çarpımının planck sabitinin iki pi kadarından büyük olması gerektiğini buldu. (uncertainity principle) bunu ilk başta anlamlandıramasa da o sene içerisinde ki gözlemlerinde bunu doğruladı, daha sonra bunu matematiksel olarak ispatlayabildi.(bu bi kaç defa soruldu ölçmeyi nası matematiksel ispatlıyoruz diye, ingilizce’de cannonical commutation olarak geçen bir prensip sayesinde ispatlayabiliyoruz, aynı zaman da bu bir parçacığın kuantum mekaniğinde var olduğunu anlamak içinde kullanılabiliyor.) heisenberg’in bulduğu şeyin anlamı tam olarak şudur, her hangi bir mikro parçacığın momentumu sadece belirli bir aralıkta ölçebilirsiniz. yani bir parçacık için asla burada diyemezsiniz, sadece bu arada bir yerde diyebilirsiniz. keza enerji için de geçerli (heisenberg tarafından değil max born tarafından geliştirilen denklemi), her hangi kesin bir zamanda parçacık belirli bir enerji aralığına sahiptir.

    artık alfabe hazırdı, sıra kelimeleri oluşturmaya gelmişti.

    hemen toparlayayım biraz fazla uzatmışım, bundan sonra herşey çorap söküğüne döndü. önce bu üçlü jordan’ın müthiş matematiği ve max born’un deliliği sayesinde bu matris mekaniğini alıp kuantum mekaniği olarak gelişmiş formatta yayımladı. artık kelimeler de hazırdı, bundan sonrası sanattı.

    tüm bu olan bitenin solvay kongrelerinde daha ilk kez tartışılmasının hemen ardından, hayatta en çok tanınan fizikçilerden erwin schrödinger ışığın dalga-parçacık davranışından, dalga kısmını ayırıp bunu parçacığa çevirdi ve parçacığın dalga denklemi gibi ilk duyduğunuzda ne alaka dedirdecek denklemiyle ortaya çıktı.( herkese tavsiyem schrödinger ve onun notları, dersleri gibi şeylerinden yüksek lisans düzeyine gelmediğiniz sürece uzak durun) schrödinger bu üçlünün çalışması yerine gözlemlere dayanarak parçacığın aslında dalga formatında (relativiteyi hesaba katmayan bir formatta bulması ilk başta sıkıntı yarattı aslında) hareket ettiğini ve bu hareketin içerinin nasıl olması gerektiğini bir satır ve 4 bileşene ayırdı. zaten bundan sonra yapılması gereken tek bir olay kaldı. parçacığın hareketinin relativiteye uyarlaması gerekiyordu ki bunuda 1920’lerin sonunda nobeli kucağına atacak şekilde paul dirac gibi deli-dahi arasında kalmış bir fizikçi yaptı.(schrödinger için ne dediysem dirac için tam tersi geçerlidir.) dirac 1926’da einstein’ın görecelik kanunlarını alıp yüksek hızlarda gerçekleşen tepkimeler ve hareketler için mikroevrene uyarladı ve schrödinger’in eksiği de çözülmüş oldu.

    aslında yazılması gereken 100 yıla yakın bir gelişme var ama 1930’a girildiğinde kuantum teorisi, kuantum mekaniği olarak değiştirilmiş ve şu an ki dilin temelleri çoktan atılmıştı. artık o dilin yarattığı sanatın şokunu atlatıp yeni çalışmalar üretmeye odaklanmış bir bilim dünyası var. ve kuantum mekaniğini temelde anlamak istiyorsanız şu güzel bir ip ucu verebilir. artık bişey aradığımızda onun ne olduğunu sormuyoruz, hangi enerjiye baktığımızı soruyoruz.
  2. fizik doğadan aldığımız ampirik bilgiler üzerine kurulu matematiksel bir yapıdır. bu ampirik bilgiler bizim postülatlarımızı (temel varsayımlar) oluşturmamıza yardımcı olur. doğru postülatların neler olduğunu hiçbir zaman bilemeyebiliriz ancak ne olmadıklarını deney yardımıyla gösterebiliriz. newton'ın postülatlarından biri, üzerine kuvvet etki etmeyen bir cisim duruyorsa durmaya, hareket ediyorsa aynı çizgi üzerinde sabit hızla hareket etmeye devam eder der. bu bilgi bize ilköğretim, lise çağlarında verildiğinde pek sorgulamayız çünkü o zamana kadar etrafımızdaki cisimler gerçekten de buna uygun şekilde hareket etmiştir. benzeri şekilde ivmenin kuvvetle doğru, kütleyle ters orantılı olduğu (f=ma) aklımıza yatar çünkü yaşamımız boyunca ağır cisimleri daha zor hızlandırmışızdır. ancak einstein bunun doğru olmadığını; kuvvet, momentum, enerji gibi kavramların arasındaki ilişkilerin sandığımızdan daha karmaşık olduğunu göstermiştir. postülatlar evreni matematiksel olarak modellememizi sağlayan ampirik çıkış noktalarıdır ve değişime tabidir.

    pek çoğumuzun thomas young'ın çift yarık deneyi üzerinden tanıdığı kauntum mekaniği ise newton mekaniğinin aksine sezgilerimize aykırıdır, çünkü sezgilerimiz çevremiz tarafından şekillenmiştir ve kuantum mekaniğinin etkileri bizim makro dünyamızda gözlenemez. ancak evrende klasik mekaniğin postülatları ve deterministik yapısı ile açıklanamayan fiziksel fenomenler mevcuttur (ışığın dalga davranışı vb.), kuantum mekaniği de bunları açıklar. açıklar burada doğru bir kelime değil aslında. nasıl klasik mekanik iki kütlenin birbirini neden çektiğini açıklamıyor hangi kurallar altında çektiğini ifade etmeye çalışıyorsa kuantum mekaniği de benzer şekilde olayların neden olduğunu açıklamaz onları matematiksel bir modele oturtmaya uğraşır. nasıl newton'ın postülatlarının bize anlatılması üzerine, neden ivme kuvvet ile doğru orantılı diye sormadıysak aynı şekilde birazdan bahsedeceğim kuantum mekaniği postülatlarına da sormamalıyız. burada neden sorusunu değersizleştirmiyor ya da anlamsız olduğunu iddia etmiyorum, aksine çok önemli buluyorum. ancak bugün itibariyle bu sorular fiziğin değil felsefenin, metafiziğin sorularıdır.

    yukarıdaki iki paragrafın olgulardan oluşuyormuş gibi yazılmış olmasına bakmayın, birtakım olgular içerdiği gibi bir kısmı da şahsi kanaatimdir ve tartışmaya son derece açıktır. yazının buradan sonrası için ise giriş seviyesi lineer cebir bilgisi gerekmektedir ve bilgilerin büyük kısmı tekin dereli'nin kuantum mekaniği kitabına dayanmaktadır. en azından vektör uzayı, lineer işlemci, özdurum (eigenstate), özdeğer (eigenvalue), baz (basis) kavramlarının bilinmesi yazının kalanının anlaşılması açısından önemli. istek olursa bu giriyi düzenleyerek bunları da elimden geldiğince açıklayabilirim.

    kuantum mekaniğinin bazı postülatları şu şekildedir:

    -iyi tanımlanmış (well-defined) her fiziksel gözlemlenebilire karşılık gelen bir lineer hermite-sel (hermitian) işlemci vardır.

    -bir gözlemlenebilirin kesin ölçümünün sonucu, o gözlemlenebilire karşılık gelen işlemcinin özdeğerlerinden biri olabilir.

    yani mesela bir kuantum sistemin enerjisini ölçmek istiyorsunuz. enerji fiziksel bir gözlemlenebilir olduğundan ona karşılık gelen bir işlemci vardır, enerji işlemcisinin özel adı hamilton işlemcisidir. sisteminizin durumu bir durum vektörü (state vector) ile tarif edilir. eğer bu durum vektörü bir özdurumsa, kesin bir ölçüm yaptığınızda ölçeceğiniz değer kesinlikle hamilton işlemcisinin bu özduruma karşılık gelen özdeğeridir. fakat sisteminizin durum vektörü bir özdurum vektörü olmak zorunda değildir. işte kuantumun çok bilinen olasılıksal, indeterministik yapısı da burada ortaya çıkıyor. sisteminiz bir özdurumda olmasa bile, işlemciniz lineer hermite-sel bir işlemci olduğundan özdurum vektörleri ortonormaldir (orthonormal) ve herhangi bir durum vektörünüz de bu özdurum vektörlerinin gerdiği (span) vektör uzayının bir elemanıdır. bu yüzden her durum vektörü özdurum vektörlerinin bir lineer kombinasyonu olarak ifade edilebilir. işte böyle bir durum için kesin bir ölçüm yapıldığında elde edilecek değer yine ancak işlemcinin özdeğerlerinden birine eşit olabilir. fakat bir özdeğerin ölçülme ihtimali, ona karşılık gelen özdurumun lineer kombinasyon katsayısının mutlak değerinin karesine eşittir.
  3. bu teoriye göre madde yani atom aslında gözlemciye göre şekillenir..maddenin yapı taşı atom bir eğilimdir..aslında bilinçli bir gözlemci yoksa evren yoktur..hızını bildiğin bir elektronun konumunu, konumunu bildiğin bir elektronun hızını bilmen mümkün değildir..gözlem yapmadan önce elektron bütün olasılıkları barındıran süper pozisyondadır..gözlemlediğin anda tek bir pozisyona alır ve diğer dalga boylarını çökertirsin..
  4. fizik bilgisi mühendislik 1. sınıfta gösterilen temel fizik derslerinden ibaret olan bir insanın kendisini anlamaya ve üzerinde çalışmaya nereden başlayabileceğini merak ettiğim fizik dalı.
  5. kuantum ile göreliliği birleştirme çabaları şu ana kadar fazla başarılı olamadı. bunun sebebi iki teorinin yaklaşımının uzak uçlarda yer almasıdır. görelilik büyüğe büyükten yaklaşarak kesin sonuçlara odaklanır. kuantum ise küçüğe büyükten yaklaşır ve atom altı parçacıkların genel istatistiki özelliklerine göre maddenin genel karakterini tahmin eder.
    benim aklıma bir fikir geldi birleştirme konusunda. şöyle açıklayım. büyüğün büyüğü olan galaksilerden büyük dediğimimiz kendi ölçeklerimize aynı yöntemle inebiliriz. yani mega büyükten normal büyüğe aynen kuantumda küçüğe büyükten iner gibi inip istatistiksel formüller çıkarabiliriz gibi geliyor. ama bunu birileri muhakkak düşünmüştür.
  6. başlığını yeni fark ettiğim fizik dalı. bu konuda bir rehber hazırlanabilir.
  7. açıklayamadığı şeyleri "şimdilik açıklayamıyoruz, ama gün gelecek zekamız, teknolojimiz gelişecek ve bulacağız" der. şu vakte kadar aynen böyle oldu ve bundan sonra da böyle olacak diyerek desteklerim.
  8. yasal uyarı: bu yorum bu konuda çok çok az okumuş, alanı da fizik olmayan biri olarak sadece yazmanın beni okumaya teşvik ettiğini fark etmiş olduğum için yazılmıştır.

    öncelikle kuantum teorisinin hatalı olduğunu söyleyecek kadar salak veya ukala olmadığımı belirteyim. ama bu teorinin sonuçlarını yorumlarken yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu düşünüyorum. öyle düşünmek zorundayım çünkü teori tamamen bilimin temeli olan
    nedensellik ilkesine aykırı görünüyor bana. bilim doğal dillerle yapılmaz, bilim deney gözlemle yapılır. matematikle ifade edilir. ama doğal dillerle anlaşılır. fizikçi olmayan bir meraklı olarak benim üzerinde durmak istediğim de bu. teoriyi anlamak. denklemleri çok iyi bilmek mutlaka yardımcı olacaktır ama bana göre kuantum denklerimini tamamen anlamış bir insanın kuantum teorisini anlamış olduğu söylenemez. bunu söyleyen tabii ki sadece ben değilim. inanılmaz bir adam olduğunu düşündüğüm ve daha çok araştırmaya can attığım, teorinin de kurucularından olan niels bohr bu doğrultuda birçok şey söylemiş aslında. türkçe'ye çevirmeyeceğim.ingilizce öğrenin.^:swh^

    "there is no quantum world. there is only an abstract quantum physical description.
    it is wrong to think that the task of physics is to find out how nature is.
    physics concerns what we can say about nature."

    "when it comes to atoms, language can be used only as in poetry.
    the poet, too, is not nearly so concerned with describing facts as with creating images."

    "if quantum mechanics hasn't profoundly shocked you, you haven't understood it yet."

    "what is that we human beings ultimately depend on? we depend on our words. we are suspended in language. our task is to communicate experience and ideas to others. "

    ve tabii konu determinizme gelince:"einstein, stop telling the god to do!"

    şöyle bir beş dakika bakınca karşıma ilk çıkan sözler. inanılmaz bir adam.
  9. fizik tarihinin en basarili teorilerinden biri, belki de en basarili olanidir.
  10. bilinen evren ile ilgili oluşturduğumuz kurallar, insanoğlunun gördüğü sistem hakkında konuşabilmek, anlatmak ve bu gözlemlediğimiz sistem içinde onu anlayarak ilerleyebilmek için insan tarafından geliştirilen prensiplerdir. ifade etmek istediğim, aslında vardır ya da yoktur böyle şeyler demek değil. bildiğini idrak edebilmek farklı bir şeydir. dolayısıyla bilmek farklı, idrak etmek farklıdır... ve fizik kuralları bir sistemi algılayabilmek içindir. bir dildir. bir anlama şeklidir.

    şart şu ki; bir şey hakkında kurallarınız olacaksa, o şeyi önce yaşamalısınız. yani onun farkında olmalısınız. beyninizin size öğrettiği yada beyninizin bir şekilde öğrendiği varlık anlayışı ile kabul etmelisiniz. bu ve benzeri şartların sağlanması ile onu idrak etmek adına bir sistem oluşturabilmeniz kaçınılmazdır. fizik kuralları da, bu prensiplerin toparlanması ile uzun uzun yıllar içinde geliştirilmiştir.

    peki ya, bilmediğimiz, tecrübe etmediğimiz şeyleri tarifleyebilir miyiz? bu sorunun cevabından önce şu soruya bir cevap bulmak gerekecek sanırım: bilmediğimiz tecrübe etmediğimiz şeyin var olup olmadığını nasıl bileceğiz? öyle ya, var olduğunu anladığımız an aslında tecrübe etmeye başlamış olacağız? (bknz: yaratıcı. onunla ilgili hiç bir şeyi tecrübe etmedik ya da çok farklı bir bilinçle ediyoruz ama farkındalığımız çok zayıf olmalı ki fark edemiyoruz. bu yüzden var ya da yok demenin anlamsızlığını yaşamak yerine bu konuya bilimsel olmayan bir nitelikle yaklaşıyoruz.)

    beş duyu ile fark edilen şeylerin duyularımızdaki etkisi 'farkındalık' olarak tariflenir. varlığımızın farkında olmak da bunlardan biridir. tüm duyu organlarımızın çalışması ile bizde yarattığı farkındalık da bir histir. ama bu his ölçülebilir, yani hesaplanabilir bir değer olması sebebiyle tanımlama noktasında dikkate alınır. bir şeyi tanımlayabilmek ve varlığını kabul etmek bir yana, onun hakkında bazı şeyler söyleyebilmek için duyu organlarımız ile varlığını tecrübe etmek, insanoğlunun doğduğu andan itibaren en temel ve sürekli gelişen bir sistemidir.

    öyle geliyor ki, en temel prensip tecrübe etmek üzerinedir. varlığından haberdar olmak için onu tecrübe etmelisiniz. tecrübe de, az önce ifade ettiğim gibi tanımlamak ve varlığını anlamaktan geçiyor. peki atom altı?

    kendimize bir soralım... atom altını tecrübe edebildiniz mi hiç? ona dokundunuz mu? ya da kokladınız mı? cevabınız pek tabi hayır olacaktır. peki, atom altı hakkında kitap yazanlar, araştıranlar, kozmologlar ya da einstein!? bu insanlar tecrübe etti mi? bir mikroskop altında gözlemlediler belki ama asla dokunamadılar. işte bu, atom altını tanımlamamızın süresini uzatmaktadır.

    evrende geçerli bir kural vardır. eşboyutluluk.
    yani bir şeyi anlayabilmek için onunla yakın ebatlarda olmalısınız. şunu demek istiyorum. evrende hiç bir yer yok ki; sizinle birlikte anlam kazanan kurallar, bir otomobile, hatta bir uzay gemisine farklı davransın. sizin bir şeyi idrak etmeniz, referanslarınızın sayısı, gücü, yeterliliği ve çeşitliliği ile ilgilidir. tabi bunu alabilen beyninizle.
    şöyle ki; alan olarak, istanbul ili' nin yüz ölçümü 1539 km²' dir. bunu kavrayabilirsiniz... türkiye' nin yüzölçümü; 783.562 km².. eh gerçekten iyi bir sayı. amerika kıtası' nın yüz ölçümü; 42.550.000 km² ... o ne ya?
    peki dostlar şuna da bir göz atalım... dünya' nın yüz ölçümü; 510.100.000 km²
    farkında mısınız, idrak etmekte zorlanıyoruz...
    peki idrak edebildiğimiz şeylerde ne yapıyoruz? küçük alanları gözümüzde canlandırıyoruz. örneğin oturduğumuz evin bahçesini algılamak için görmemiz yeterli. ya da tuttuğumuz bir takımın maçını izlemek için gittiğimiz stadın büyüklüğünü izleyerek algılarız. peki ya dünyanın yüz ölçümünün 510.100.000 km² olması ne demek? ya da güneşin?

    şimdi bir değişiklik yaparak dünyanın alanından çok daha büyük olan güneşin yüz ölçümünün alanı yerine dünyanın alanının yaklaşık olarak 12.000 katı olduğunu söyleyeceğim. çok bir şey değişmedi değil mi? çünkü dünya' nın büyüklüğü de tanımlanmadı zihnimizde. tanımladığınız bir futbol sahasının (atıyorum) 500 milyon katı olmasını? yine işe yaramadı. tümden de gelsek, tüme varsak da, netice çok değişmiyor.

    *

    atom altına gelelim,
    yukarıda da dediğim gibi, tecrübe etmek ilişki kurmaktır. bu ilişki; insan beyninin direkt olarak tanımladığı beş duyu ile olmadığı sürece, yeni referanslarla yorumlama yollarının arayışına götürür.

    kuantum fiziğinde meşhur bir deney vardır. kuantuma ilgi duyan birinin bir deneydir. aslında bu deney klasik fizik adına yapılmış olsa da, işığın dalga teorisine göre mi yoksa parçacık teorisine göre mi var olduğunu ya da yoluna devam ettiğini anlama konusunda ilginç fikirler vermiştir.
    şöyle ki; çift yarık deneyinde, ışığın karşı düzlemdeki desenine dair, fotonları gözlediğiniz zaman farklı, gözlemediğiniz zaman farklı davrandığının fark edilmesi bazı çılgın bilim adamlarının şu soruyu sormasına sebep olmuştur: ışık, bilinci olan bir şey mi?

    pek tabi hayır.

    *

    m.ö. 400 lü yıllarda demokritos atomun ne demek olduğunu şu şekilde kavramıştır.
    'elimdeki taşı, ikiye bölsem, sonra kalanı tekrar ikiye bölsem, bunu sonsuza kadar yapabilir miyim? sonunda elimde ne kalır? elbette ki, en küçük bölünemez bir parçası kalır'
    ve bölünemez anlamındaki atomus kelimesi ile tarihteki tanımını almıştır. ama burada demokritos' un, en küçük yapının bölünebilirliğine dair bir referansı olmadığı için ve bölünebilirliğini tasavvur edemediği için o tarife atomus (bölünemez) denmiştir. demokritos' un yaptığı tek şey (aslında yapamadığı tek şey) tasavvur edemediği noktadan ileriye gidemeyen beyninin ona "artık noktayı koy ve gidip yatalım demo" demesiydi.

    demem o ki, bilincimizin çalışmadığı bir ortam sanırım atom altı. mikroskoplarla görüyoruz belki (ki buna aslında çeşitli fiziksel etkinliklerle varlıklarını algılıyoruz diyen bilim adamları da var) ama aslında varlıklarını göremiyoruz. ama deneylerle var olduklarına eminiz. bu yüzden bize şaşırtıcı ve anlaşılmaz geliyor. halbuki, onların arasın karışabilsek (eşboyutluluk) eminim ki bize anlatabilecekleri çok şeyleri olacaktır. pek tabi bu şeyler, bizim de anlayabileceğimiz şeyler haline gelecektir.

    *

    çift yarık deneyine gelelim;
    deney sırasında bir elektron parçacık tespit cihazı ile gözlemlediğiniz zaman, karşıdaki girişim perdesinde hiç de daha önceki gibi bir desen oluşturmuyordu. bizimle oyun mu oynuyordu? neden gözlemlediğimde tek çizgi oluşturuyor da, gözlemlemediğimde çift çizgi oluyor?

    buna dair ilginç bir tespit yapıladursun, durumu şöyle özetleyebiliriz artık.
    sanırım tüm bunlar, atom altına dair referansları bilmediğimiz için oluyor!!! bu kadar.
    ve ışık, yani fotonlar, bilincimizin tanımlayamadığı şeyi bize göstermiyor. iki yarıktan verdiğimiz fotonları, bilincimiz yine perdeye aynı şekilde düşmesi gerektiğini söylüyor ve gözlemlerken fotonlar bu işlemi bilincimize uygun belirliyor. (matrix filmindeki çocuğun, neo' ya kaşık aslında yok demesini neo' nun idrak edebilmesi ile aynı durum)
    işık bize oyun oynamıyor. bilincimiz, fotonların davranışını belirliyor. çünkü bilincim biliyor ki, bir foton iki yarıktan aynı anda geçemez. gözlemediğim zaman perdede oluşan desen ise bunun tam tersini söylüyor olsa da bilincimiz bunu bir şekilde ikna edici bir sebeple anlamasa da 'o anda bir şey olmuştur mutlaka' diyecektir. ama gözlemlemesiyle gerçeği anlayacağını düşünen bilinç, aslında anlamak istemediğini, daha doğrusu anlamaya hazır olmadığını bir türlü kabul edemediği için evrende olan bu olayı kendi prensipleri ile sonuçlandıracaktır. bu da sanki ışığın farklı şekilde davrandığını düşündürecektir.

    biraz felsefi gibi gelebilir ama bir dönem youreads' te popüler bir girdi vardı. "kimsenin olmadığı yerde devrilen ağaç ses çıkarır mı" diye.
    işte kuantumla birlikte gelişen ve değişen sorulardan biri de budur. maalesef bir şeyi çözemedikçe kendi varlıksal sorularımıza farklı derinlikler katabiliyoruz. (ben buna, algı değiştirme çabasının bilinçsiz dışavurumu diyorum.) bu güzel bir soruydu ve tam da atom altını ve bilinmezliği, bilinç harici bir sistemin işleyişini anlamaya yönelik (lakayt görünen ama öyle olmayan) ciddi bir sorudur.

    bu soru, aynı zamanda basit de bir soru. yani bilmediğin yerde ne olup bittiğini bilemezsin. bilen biri illa ki vardır. ama olmaması durumu? kim kanıtlayacak olan biteni? ya da bir yerde kimsenin olmaması, orada devam eden bir şeylerin olmadığı anlamına mı geliyor?

    peki genişletelim.
    evrenin herhangi bir yerinde, gezegenlerin patlaması, karadeliklerin oluşması, orada bir bilinç olmadığı halde gerçekleşmiyor mu? yoksa, evrenin herhangi bir yerinde o bilince sahip olan birinin olması yetiyor mu? görmese de bilmese de, o bilincin var olması buna yetiyor mu?

    peki o zaman, şuna ne dersiniz?
    insanlık tarihi, evrenin yaşı dikkate alındığında ne kadar önemli ki? yani insanlar var olmadan önce hangi bilinç ya da hangi farkındalık bir şeylerin var olmasına, devam etmesine şahitlik etti de bu sistem oluştu. hatta big bang dediğimiz şeyin oluşması, eğer bir bilince bağlı ise, o bilinç kime aitti?

    bu soruların cevabını bulmak demek, atom altını anlayabileceğimize işarettir. ya da tersi, atom altını anlamak adına geliştirebileceğimiz bir algı sistemi, tüm zamanları veya zaman öncesini anlamak adına bir referans olabilir, kim bilir? (arrival filmini hatırlayalım.)

    anlamak demek, algılamaktır. bizler, mikro evrenle, makro evren arasında varlıklarız. en büyüğünü ve en küçüğünü anlayabilmemiz için aklın sınırlarını değiştirmek zorundayız. bilinci oluşturan şeylerin bilinçsizlik mi olduğunu, ya da anlamaya engel olan şeyin idrak şeklimiz mi? bunları bilmemiz gerek. bunun içinde lisan durumunu da irdelemeliyiz.

    *

    sanırım 'dil' veya 'lisan' dünyada gerçekleştirilen tüm hiyerarşinin ve dahası düşünce sisteminin en yalın hali.

    çok dikkate değer bir özellik!
    şu anda bulunduğumuz seviye, lisanın sınırı ile doğru orantılı. öyle değil mi?

    insan, fark ettiği şeyi anlamak ve sonrasında da kavramak için düşünür. lisana sahip olmayan bir varlık düşünür mü sormak gerek! bu soruyu sorarken elbette düşünmenin nasıl gerçekleştiği hakkında biraz fikir yürütmek gerekir.

    düşünmek.
    bu kelimeyi anlamak ve tanımlamak için bile kelimelere ihtiyacım var. ve sanırım bu kelimeleri bulabildiğim ölçüde buraya aktarabilirim. dahası, öncelikle bu kelimeleri bularak benim anlamam gerekecek.
    düşünmek için dile ihtiyacımız var diyebilirim sanırım.

    insanlar kuantum teorisini neden anlamakta zorluk çekerler?
    cevabını bulmaya çalışmadan önce şunu fark etmek gerek sanırım: insan kelime hazinesine bağlı olarak kavrıyor. lisan, dil iletişim konusunda gerekli bir araç ama iletişim için kelimeler gerekiyorsa kelimeleri kavramak için de düşünmek gerekiyor. ve en ilginci de düşünmek için kelimelerin gerekiyor olması.

    kuantum da dahil olmak üzere bütün yabancı olduğumuz fikirlerle karşılaştığımız zaman anlama konusunda güçlük çekmemizin nedeni, sanırım gerekli kavramlar için gerekli kelimelere sahip olmamamızdır.
    einstein' ın, izafiyet ile hep dediği gibi "tanımlamak için referans almak gerek" örneklemeler gerek. örnekleme için de anlamak. ve anlamak için beynimize kodlamak... kodlamaktan kastımı da söylemeye gerek yok sanırım.

    yani, düşünebildiğin kadar özgürsün... ama özgür olmak için de lisana ihtiyaç varsa, lisanı olmayan hayvanlar düşünemiyor mu? elbette düşünüyor....iletişim araçlarının kapsamına göre.

    evreni veya yaratılışı anlamamızın sınırı, düşünce gücümüzle ve düşünce gücümüz de dilimizin sınırlarıyla belirli ise o halde, daha iyi anlamak için tüm dünyadaki insanlardan farklı bir dile sahip olmamız gerekmez mi? yani elbette daha ileride çok farklı şeyler keşfedeceğiz... bu kesin. ama demek istediğim şey, çok daha gelişmiş bir dil ile binlerce yıl aldığımız yolu bir ayda almak!? mümkün olamaz mı?

    "bir lisan bir insan, iki lisan iki insan" sözü şimdi daha anlamlı.

    *

    velhasıl dostlar;

    hiç fikriniz olmayan bir sistem içine açılan bir pencere düşünün, beyninizin tüm yetisi pencerenin mandalını çevirip kendinize çekene kadar. sonrası hiç bir kuralın geçerli olmadığı bir alemse eğer, beyniniz orayı şekillendiremediğinde size hiçlik gösterecek olabilir. hiçliği bile tarif edemeyen zavallı algılarımız hepten çökmesine engel olacak bir şey olacak mı? elbette. ufak ufak, varlığı hakkında bilgi edinip, sanırım pencerenin arkasına bakabildiğimizde, gözlerimiz kendi şeklini kendi vereceği bir sistem görecektir. baktığınız zaman başka, bakmadığınız zaman başka dönen bir sistem... ve bu sistemin gerçek halini görme yetimiz de tıpkı interstaller filmindeki gibi bizi 5. boyuta taşıyacaktır.