1. Modernizm, genel ve toplumsal düzeyde alınacak olursa, “aydınlanma ilkeleri”ni temel alan toplumsal projenin adıdır. Aydınlanma ise, inanca karşı bilgiyi, tanrısal akla karşı insan aklını, teolojiye karşı bilimi ön plana çıkaran daha doğru bir deyişle merkeze koyan bir düşünce sistemidir. Kant’ın ifadesiyle Aydınlanma, insanın kendi aklını kullanması anlamında ergenliğidir. Aklın kullanımı bilimle ve bilimsel metodolojiyle bir anlamda kesinlik kazanır. Modernizm, kabaca bu bağlamda aydınlanma düşüncesini temel alan bir toplumsal proje olarak ortaya çıkar.Aklın merkeziliğinin yanı sıra ilk elden göze çarpacak kavramlardan bir diğeri de İlerleme kavramı olacaktır. İlerleme fikri, bu düşüncenin ve toplumsal projenin temel ilkelerindendir. Buna göre, tarih ve düşünce, daha geri olandan daha ileri olana doğru düz bir çizgide lineer olarak ilerlemektedir.

    Nihayetinde aklın yolu birdir denilir ve bu yol da aydınlanmanın yolu olarak belirlenir. Tüm bunlardan açık olsa gerek, söz konusu kavramlar ve ilkeler onları bir araya getiren düşünüş biçimi ve yöntemsel yaklaşım bir tür epistemolojik sisteme bağlıdır. Foucault’nun episteme kavramlaştırması ideolojik boyutu da içerecek şekilde sanıyorum bu sistemi ifadelendirmek için daha doğru bir tercih olacaktır. Nesnel, evrensel ve nihai anlamda genel geçer bilginin akıl ve deney yoluyla edinilebilir olduğuna yönelik bir tür episteme‘dir söz konusu olan. Doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü, ileri olanla geri olanı, aydınlıkla karanlığı, normal olan sapkın olanı normatif olarak kodlayan bir yapı olarak işlev görür bu epistemik sistem. Bütün bu kavram ve ilkeler açık ki, modern düşüncenin kuramsal anlamda sabitlikleridir. Aydınlanmacılık dediğimiz şey de bu sabitlikler üzerinden aydınlanmanın evrensel bir tarih ideası olarak formüle edilmesi anlamında aydınlanmanın ideolojik biçimidir. Aydınlanmacılık bu durumda kabaca, her türden modern toplumsal öğretiye dayanak olacak olan bir epistemolojik ve tarihsel bilinç zemini olarak tariflenebilir.

    Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazi gerçekten bu ilkeleri gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle insanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağı düşünülüyordu. “Kendinin farkındalığı” ya da Hegelci anlamda öz-bilinç olarak özne’nin, bu ilerleme ve özgürleşmede tarihsel bilginin ve tarih yasalarının bilgisinin sahibi olarak yer alacağı da sabit bir veriydi. Modernizme ilk eleştirileri getiren Romantiklerden, yine aynı teorik zeminde modernizmin hedeflerine ulaşmaktaki başarısızlığının teorik eleştirisini oldukça derinlikli yapan Marksizme kadar her öğreti ya da felsefe dahil olmak üzere, sonradan postmodern felsefenin yoğun saldırılarına hedef olacak olan bu türden konumlara bağlıdır ve hedeflere sahiptir.

    İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, “Batı dünyası”nın ahlaki değerlerini altüst eden bir yıkım olarak gerçekleşir. Bu moral yıkım aynı zamanda bir kaç yüzyıldır süren aydınlanma sürecinin epistemolojik yapısına yönelik olarak da yıkıcı bir süreçtir. Akla yönelik sorgulamalar, bilimin statüsüne yönelik kuşkucu yaklaşımlar, ilerleme gibi aydınlanmacı kavramların geçerliliğine yönelik itirazlar ve bir anlamda modernliğe yönelik huyursuzluklar böylece bellirginleşmeye başlar. Yirminci yüzılın başlangıcı, bir anlamda Ekim Devrimi’nin de etkisiyle coşkuyla açılmış, hem devrimin başarısızlığı hem de Nazizim gibi insani felaketlerin engellenememiş oluşunun sonuçları nedeniyle hayal kırıklığıyla kapanmıştır.

    Postmodernizm bir anlamda bir ruh hali olarak belkide bu hayal kırıklığının adıdır. Ya da başka bir açıdan, bu hayal kırıklığının ideolojik olarak burjuva toplumunun kendisini koruma adına geliştirdiği bir ruhsal sömürülme biçimidir söz konusu olan. Hayal kırıklığıyla karşılaşan bilincin kendi içine yöneldiğini, hem bir içe kapanma ve gerçeklerden kaçma eğilimi olarak hem de bir hesaplaşma ve gerçeklikle yüzleşme olarak çelişki eğilimleri içinde barındırdığını biliyoruz. Postmodern durum olarak adlandırılan spekülatif duruma bu cift yönlü mekanizmayi dikkate alarak yaklaşmamız gerektiğine inanıyorum. Yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren göze çarpacak şekilde teorik ve politik arayışların, tartışmaların bu tarihsel yıkımlara ve felaketlere sebep olan düşünsel temellerle hesaplaşmaya yönelmiş olmaları ve bunun “postmodern” başlığında bir kuramsal-politik çizgi olarak sürdürülmesinin altını çizmekte fayda var.

    Bunun önemi anlamak için, Postmodern başlığını bir bütün olarak ya da ideolojik bir savunu zemininde üstlenmek zorunlu ya da gerekli değildir. Friedrich jameson’un dediği gibi, postmodernizm bu felsefi hesaplaşmanın ve arayışı barındırmanın yanı sıra aynı zamanda ve daha çok ideolojik biçimi açısından, “geç kapitalizmin kültürel mantığı”dır. Modern düşüncenin kendisini temellendirdigi ilke ve argümanlara yönelik kökensel itirazlar bu yoldan kuramsal bir yönelim halinde ortaya çıkmaktadır. Ancak elbette biliniyor ki, modernizmin ve modernitenin icerden eleştirisi postmodernizmden cok daha önce, bizzat modernizmin kuruluş ve gelişme evrelerin de dahi görülen bir şeydir.

    Bu sorgulamalar postmodern konumlardaki gibi olmasa da önemli ölcüde modernizmi icerden zorlayan ve sınırlarına vardıran yönelimlerdir. Her şeyden önce iki tür aydınlanma ve modernite eğilimi olduğunu, burjuva ya da kapitalist modernleşmenin ikinci tür eğilimler tarafından başından itibaren sorgulandığını ve saldırılara maruz bırakıldığını teslim etmek gerekiyor bu noktada. Modernitenin bu verili haliyle hedeflerine ulaşamadığı ve ulaşılamayacağı eleştirisi bizzat modernliğin kendi egemenliği sürecinde ortaya çıkar. Bu açıdan özellikle Marx, Nietzsche ve Freud gibi isimler tarafından ortaya konulan düşüncelere ve problematiklere bakmak gerekir.

    mahşerin üç atlısı: marx, freud, nietzsche

    Marx, aydınlanmanın olumlu yanlarına (bilimin gelişmesi, inanç yerine bilgi, usa güven vb.) sahip çıkarken, aydınlanmanın sınırlarını ortaya koydu: ‘Özel mülkiyet; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ ilkeleri ile zıtlık içindedir. Bunu sinif temelli bir kuramla aciklamakta zorluk cekmedi. Burjuvazi yapabilecegi devrimci rolü yerine getirdikten sonra gericilesmistir ve görev artik prolteryanindir. Hümanizmi ve özgürlüğü getirecek sistem sosyalizmdir. Tarihin öznesi, işçi sınıfıdır ve gercek anlamda Aydınlma projesini gerçekleştirecek olan da bu öznedir. Tarih sahnesine proletarya insan kiliginda cikmis olan özne’dir. Çünkü, aydınlanma düşüncesinin kurucusu burjuva sınıfı ve dolayısıyla burjuva toplumu belli bir anda aydınlanmacı ideallerle çelişkiye düşmektedir. Marx bu çelişkinin maddi olarak toplumsal ekonomik ve ve siyasal yapısını göstermeye çalışmıştır yapıtlarında. Ancak Marx tüm bu köktenci eleştirilerinde yine de aydınlanmacı ilkelere (akıl, nesnellik,ilerleme, özgürlük vb.) bağlı kalır.Eleştirel çalışmasının bütünlügü, bir anlamda ve bir bakima onun kendi hedeflerinden ve niyetlerinden de bağımsız olarak aydınlanmanın sınırlarını göstermeye yönelik elestirel bir derinlik iceriyorsa da, bu sinirlarin ötesine gecme konusunda herhangi bir aciklik icermez. Tuzak bir yazar olarak Marks celiskileriyla birlikte modernite mahserinin ilk atlisidir.

    Hem sol hem de sağda taraftar bulan Nietzsche ise, ‘Der Fortschritt ist bloss eine moderne Idee, das heisst eine falsche Idee.’ (İlerleme yalnızca modern bir düşüncedir, fakat yanlış bir düşünce.) diyerek modernleşmenin temel ilkelerine karşı çıkmıştır. Nietzsche ilerleme, özgürlük ve hakikat kavramlari gibi temel aydınlanmacı kavramları sorunsallaştırmış ve çogu yerde yadsımıştır. O zamana kadar entelektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış (modern düşünce) geçerliliğini kaybetmeye başlamıştır. Daha iyi ve daha güzel bir dünyaya dair özlem ve hayaller artık sona ermişti. Bu özlem ve hayallerin kendilerinin sona ermesinden daha ziyade asıl olarak bunlara kaynaklık eden fikirlerin ve onların teorik dayanaklarının geçerliliklerinin sorgulanması ve yadsınması sözkonusu olmuştur.

    Modern düşüncenin sınırlarına varılmasında bir başka kaynak da Sigmund Freud olarak belirtilebilir. Psikanaliz kuramı ve özellikle de bilinçdışının keşfi aydınlanmacı ilkelerin temelindeki kavramları başka bir yönde sorunlu hale getirmiştir. Özne, öznellik, gerçeklik, benlik, bilgi, biliş vb. türde kavramlar, aklın niteligine ilişkin tartışmalar Freud’la birlikte ve Freud’dan sonra yeni bir yön kazanmıştır ve pek çok değişikliğin öncüsü olmuştur.Uygarlığın Huzursuzlukları ‘nda Freud, mevcut toplumsal sistemin ve onun dayandığı uygarlık modelinin, kültürün yapısına ilişkin açıklamalarda bulunur. Uygarlik gerceginin derin yapisina ayna tutar.

    modernizm eleştirisi

    İşte, postmodernizm terimi maddi-toplumsal kaynaklarının ötesinde bu düşünsel gelişmelerin belli bir birikiminin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda bir önceki dönemden kopuş anlamında modernizm sonrasını, ötesini belirtmektedir. Modernizmin içinde oluşmakta ancak modernizmin dayandığı öncülleri ve bunlar üzerinde geliştirdigi temel ilkeleri yadsımaktadır.

    2. Dünya Savaşı ertesinde sanat, edebiyat ve bilimsellik alanındaki inançların ve iyimserliğin kaybolmasını ifade eden bir düşünce biçimi olarak da tanımlanabilir. Postmodernizm , modernizmin kaybolmuş düşlerinin yerine yeni bir Ütopya koymak amacında değildi. Yeni bir lisan, yeni kavramlar getirerek modernist vizyonun gözden kaçırdığı açıları ve ufukları fark etmemizi amaçlamaktaydı. Bu yeni dil dinamik bir oyuna benzetilebilir, anlamlar sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Postmodernizmi anlamak demek aslında bu yeni dili okuyabilmek ve anlayabilmek demektir.

    Postmodernizm öncelikle dünyaya olagelen değişimlere yanıt olarak ortaya çıkmıştır, kuralsızlığın kural, ilkesizliğin ilke olduğu bir görüş açısı veya yaşam tarzını ifade eder.

    Postmodern düşünürlerin yazılarında daha çok iki önemli epistemolojik duruşu göz önünde bulundurduklarını görürüz. Bunlar çoğunlukla dilin felsefesinde ve anlam teorisinde takınılan pragmatik tavırlardır. Postmodernizm, bilime ve bilgiye yaklaşımın radikal bir eleştirisi ya da başka deyişle epistemolojinin sorgulanması olmuştur. Postmodern eleştiri ve sorgulamaların düğüm noktasını asıl bu olgu oluşturmaktadır.

    Modernistler topluma ait bilgiyi ve dili insanların bir araya toplanması olarak düşünürken postmodern düşüncede dilin ve topluluğun rolü arasında vazgeçilmez bir ilişki öne sürülür.

    Toplumun yapısal elementlerle düzenlendiğine inananlar postmodernistlerin bir düzen ihtiyacı içerisinde olmamalarından yakınırlar. Her ne kadar postmodernistler düzeni tümüyle reddetmeseler de düzenin soyut ifadelendirilmeleri postmodernizmin içerisinde ciddi biçimde sorgulanır. Toplum onlara göre dil oyunlarının esnek ağlarıyla örülüdür. Sonuçta postmodernist düşüncede insanlar farklı idealleri taşıdıkça uzlaşma (konsensus) temeline oturtulmaya çalışılmaz.

    Postmodernistlere göre gerçeklik yorumdan ayrılan bir şey değildir. Varolan bilginin tümü ancak insanlığın varlığı aracılığıyla anlaşılır. Düşünce ve gerçek birbirine karışmıştır; düşünceyi kısıtlayan, onu tıkayan ayrıca otonom bir gerçeklik yoktur. Düşünce gerçekligi kendi düşünselliğinin ötesinde düşünemez/bilemez. Bu düşünce son olarak Derrida tarafından, “Metnin dışarısı yoktur” şeklinde dile getirilmiştir.

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/