nilgün marmara

Kimdir?

1958 yılında istanbul'da doğdu. ortaokul ve liseyi kadıköy maarif koleji ve anadolu lisesi'nde bitirip, yüksek öğrenimini boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümü'nde tamamladı.

sylvia plath üzerine incelemeler yaptı. çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı.

13 ekim 1987'de 29 yaşındayken intihar etti.


  1. kendisi için yapılacak en güzel tanım ""öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş."^:kuş koysunlar yoluna şiirinden^ olan kadın. yoksa ancak 29 yaşında intihar etmiş, şiir yazan bir kadından bahsedebilirsiniz.

    daktiloya çekilmiş şiirler, sylvia plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi, metinler kitaplarının baskısını bulmak mümkün. kırmızı kahverengi defter'i ise bulan beri gelsin.

    not: kırmızı kahverengi defter'in pdf'ine ulaşmak isteyen yazarlar bana mesaj ile ulaşabilirler.
  2. hayatını onunla beraber 2. bir kişilik olarak yaşamak istediğim insan. intihar olayı diğer tüm sanatçılarda olduğu gibi nilgün marmara'da da beni çok çekmiştir.
    saksıda gizlenen en sevdiğim şiiridir.


    "sen günün ilk saatlerinin kırılganlığında,
    şen bir yüzle doğmuştun, biliyorum, gün,
    güçlü soluğu duyduğunu yadsımadı.gökeller
    parmakların efsunla yunarak hayatın özsuyunu
    damlatacaktı dev sevgilerinin göz kapaklarına
    evrenin!
    fısıltı yüreğinde sürüklendi katmerlendi.

    o bir gece geçilmezi geçtiğinde
    sayrılığın kapısına
    nergisinin orta sarılığında ulaştı.
    sonra renk akşamdan geceye geceden sabaha
    varış anları olmuştu.
    kararlı ve yumuşak dokunuşlarla
    içeri süzülmek üzre çiçeğine sessizce yalvarıyordu-
    işık, ışık hangi titreşimde erermiş işitkenliğe?
    iç bahçelerini kurabilmiş kaç'a ağlasın yüreğim?
    sarı yanıtladı; çağrı sunusu en içten,
    bir aralıktan,
    inince incecikti...

    ar ovanın bitimsiz doğusunda kaynağa kavuştu,
    orada, kendi pak görünümüyle kucaklaştılar."
  3. "bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. hep böyle mi bu? bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum,
    kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.'.. kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
    aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir. niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına? öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna"
  4. 29 yıl önce bugün, başka bir hayata doğru yol almak üzere bekleme salonundan çıkıp gitmiş yazar.
  5. gitmeden collons de deu düşürdü gitti aklımıza:
    "aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum. sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? bu kutlu tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını. kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik... her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim." - canım sıkıntı sınırı
  6. "çok yalnızım, mutsuzum
    göründüğüm gibi değilim aslında
    karanlıklarda kaybolmuşum
    bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
    aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
    kimse duymuyor çığlıklarımı
    duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
    bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
    ümidimi yitirmişim
    biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
    arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
    veda edeceğim."

    dedi, ve ona ümidini kaybettiren ilgisizliklerin, karanlıkların içinde kayboluşunun izinden giderek bırakıverdi kendini dünya boşluğuna. kalsa mıydı sahi bu tamamı düzenbazlıklarla cirit atan dünyanın kokuşmuş vakitlerinde?
  7. "dünyayla yaralı"

    önce bir minik biyografi ile başlayayım. 13 şubat 1958 yılında, moda'da, bulgaristan göçmeni bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. kadıköy maarif kolejinden mezun olduktan sonra önce istanbul üniversitesi türk dili ve edebiyatı bölümünde okudu. daha sonra okuldan ayrıldı ve tekrar sınava girip boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümüne geçip buradan mezun oldu. bitirme tezini de herkes bilir: "sylvia plath'in şairliğinin intiharı bağlamında analizi"

    arada aklıma gelmiyor değil, sylvia plath'i düşünürken acaba "sonum onun gibi mi olacak?" diye düşünüyor muydu? ya da korkuyor muydu o sondan. kendini öldürürken hiç çığlık atmamış. belki de emindi sonundan. bilmiyorum.

    boğaziçi, umutsuzlar merdiveni ve nilgün hakkında bir şeyler ekleyeyim biraz. zaten biliyorsunuz ki nilgün marmara'yı umutsuzlar merdiveninden bağımsız düşünmek çok zor. buyurun ece ayhan ne demiş;

    "boğaziçi ünivesitesi'nde (ve daha önce robert college'de, 'yukarıda') okuyanlar iyi bilirler; orada, spor salonu ile kantinin bulunduğu yapıda bahçeye bakan ünlü bir 'umutsuzlar merdiveni' vardır; demirdendir. kimbilir belki de bırakılmış bir yangın merdiveni! okul arkadaşları anlatırlar: nilgün marmara, boğaziçi üniversitesi ingiliz filoloji'sinde öğrenciyken derslere pek girmez ve garip bir 'kuş' olarak basamaklara tünermiş. acaba büyük kanatları yüzünden uçamayan 'o' (ya da 'bir') albatros mu? denizler kuşu. gözleri denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki maviliktedir işte. benim öyle 'umran' görmüşlerin boş vakitlerinde can sıkıntılarından uğraştığı ruh çağırmaları ya da parapsikolojiyle filan herhangi bir ilişim yok, olsaydı belki eskiden nilgün marmara'nın oturduğu basamakta şimdi geceleri bir hayaletin (yine çığlık atmadan) görüldüğünü söyleyebilirdim."

    mezun olduktan sonra ilk önce marmaris'te bir tatil köyünde sonra çeşitli yerlerde çalıştı. zaten ne iş hayatı ne hayatı çok uzun sürdü canım şairin.

    1982 yılı, yabancıların en yakını olarak gördüğü eşi kağan önal ile evleniyor. ben bunu sorgulayacak veya yorumlayacak doğru kişi değilim ama hakkında bir şey yazmam gerekirse, ona çok doğru gelen, ama belki 29 yıllık yaşamı boyunca yaptığı en yanlış tercihlerden biri. hiçbir şey değil ama kağan önal'ın bir dediği çok canımı sıkmıştı bir ara, belki bu ara. "nilgün'ün şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı."

    13 ekim 1987, daha 29 yaşında ve evinin balkonundan atlayarak hayatına son veriyor. daha sonra nilgün'ün intihar etmediği, eşi kağan önal tarafından öldürüldüğü söyleniyor. kağan önal şu açıklamaları yapıyor:

    "oysa nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o doktordan kaçıyordu. doktor, geldiğinde evde olması gerekirken evde değildi. doktor beklemişti. gelince de konuştular... doktor bana “işiniz çok zor, tedavi olması lazım ama çok zeki ve kültürlü. yani en zor vakalardan” demişti. çünkü iyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu. ilacı dayayacaklar ve uyuşacaktı. orta kültür ve zekalı durumlarda bu hastalık genelde 20’li yaşlarda ortaya çıkarmış, lityum tedavisi ile başarılı olunurmuş. ancak nilgün bu tipte değildi. tedavi olması, buna ikna olması, tedaviden memnun kalması hepsi ayrı bir dertti. dolayısıyla tedavi olmadı. öldüğü gün bana tedaviye tekrar başlayacağına dair söz vermişti."

    ölümünden sonra ece ayhan pek çok şey demiş, meçhul öğrenci anıtı demiş. cenazede nilgün'ün annesine sormuş okul numarasını. oradan geliyor 128.

    cemal süreya, "nilgün ölmüş. beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış, ece ayhan söyledi. çok değişik bir insandı zelda. akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. çok da gençti. sanırım otuzuna değmemişti daha.. bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. dönüp baktığımda bir acı da buluyorum nilgün’ün yüzünde. o zamanlar görememişim. bugün ortaya çıkıyor." demiş.

    bir de gülseli inal'ın dedikleri var, pek ölümüyle alakalı değil. ece ayhan'ı suçlar gibi. belki biraz haklı, bence haksız:

    "1986'nın sonbaharı, nilgün ve ben boğaziçi üniversitesi dış taşlığının umutsuzlar merdivenlerinde oturuyoruz. nilgün'e “haydi" diyorum "yaprak'a -kız kardeşim- çaya gidelim evi buraya çok yakın.” konuşa konuşa üniversiteyi geride bırakıyoruz. yaprak, bizi harika bir coşkuyla karşılıyor. çaylar, sohbetler, duygu paylaşımları. sonra evlere dönmek için bir taksiye atlıyoruz. tam benim semtime geldiğimizde nilgün bana dönüp; "biliyor musun” diyor, “ben şiir yazıyorum ve yazılmış çok şiirim var.”
    şaşkınlıktan donup kalıyorum.
    "bundan hiç söz etmedin."
    "hiç kimseye söz etmedim, yalnız sana öylüyorum."
    "ece ya da ilhan berk de mi bilmiyor?"
    "hiçbiri. ama şiirlerimi sana göstereceğim."
    "peki neden göstermedin şiirlerini?"
    "hiç sormadılar ki. işte öyle. önümüzdeki hafta buluşalım. okumanı istiyorum. belki iki yüz elli sayfalık şiirim var."
    nilgün'le tanışalı neredeyse bir buçuk yıl olmuş, ece ise onu tanıyalı dört yıl... bir gariplik var. iki yüz elli rakamı kafamı kurcalıyor. hiçbir zaman, evet hiçbir zaman, onun evinde, orada burada, pera'daki buluşmalarda şiir üzerine konuşmalar, özellikle boğaz'daki kaptan'da yemekli buluşmalarımızda, tüm gün konuştuğumuz şiir dolu saatlerde nilgün'ün şiir yazdığına dair en ufak bir işaret yoktu ve hiç olmamıştı. kaptan'daki yemekte, ece'nin bana sorduğu soruya nilgün'ün çok gülmesi; "o şiirinde gözlerini balıkların yediği delikanlıyla gerçekten tanıştın mı?" yine aynı gün şiirin yoğun konuşulduğu, nilgün'ün şiir konusunda hiçbir konuşmaya katılmayıp sadece herkesi dinlediğini anımsıyorum. birkaç gün sonra nilgün'le yine kızıltoprak'taki evinde buluşuyoruz; salonun ortasındaki cam masanın üzerinde sayısız şiir tomarı içinden, birini bana uzatıyor okumam için.
    "ece bunları görmedi mi?"
    "o ilgilenmez."
    ece ayhan; yakın çevresinde olup biteni pek sezmeden karşısında marjinal, sıradışı kadının şair olabileceği ihtimali üzerinde durmadan sadece kendinden söz ediyor. karşımızda bu kez; karşı taraftan beklediğini kendisi uygulamayan, "zihinle bakarak" görmeyen, görmek istemeyen, elinin tersiyle iten biri var; bir usta şair yine marjda, yine atak. ne olursa olsun kendi isyan iktidarını yaşayan ve sivil iktidarlar kuran biri. 13 ekim 1987'de, nilgün'ün cenazesinde, doğru nilgün'ün annesinin yanına gidip o yaslı kadına nilgün'ün okul numarasını sorma ve ardından yanıt olarak verilen sayının aslında nilgün'ün mezar numarasıyla aynı oluşu. 128 nilgün. insanın insana fütursuzca sadistçe 'acıtmak, canını yakmak' eylemine karşı çıkan kara şair, bu kez sırılsıklam aşık olduğu nilgün'ün canını yakıyor. garip kısırdöngü, içinden çıkılamayan çark, insanın kendini algılayamaması. 'zihinle bakmak'ın uğramadığı yer. bir etikçiye dönüşen şairin garip paradoksu. bir karşılaştırma yapıyorum ister istemez, ezra pound düşüyor aklıma; anglo-sakson edebiyatına inanılmaz katkılarda bulunan marjinallerin marjinali bir şair. karşımızda kara mı kara anarşist bir edebiyatçı var, ece'nin çağdaşı amerikalı asi adam ezra pound. pound, sadece dehamsı şiirleriyle, başkaldırılarıyla değil, 20, yüzyılın çok önemli ingiliz, irlandalı şairlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1913'te james joyce'u ilk keşfeden pound oldu. joyce'un ilk gençlik şiirleriyle, dev eseri ulyysess'in ilk yayımlanışı pound'un çabaları sayesinde gerçekleşti. pound; d.h. lawrence, wyndham lewis ve t. s. eliot içinde aynı şeyleri yaptı. henry miller'ın dönenceler'ini, kimsenin ilgilenmediği bir dönemde sonuna kadar savunmuştu. eliot'ın çorak ülke'si pound'un sayesinde tanındı ve onun çabalarıyla edebiyat tarihine böyle dahiyane bir şiir armağan edildi... robert frost, hemingway, dönemin anglo-sakson yazarlarının hepsi, pound'tan coşkulu destekler aldılar.
    nilgün'ün ani ölümünden sonra, ece ayhan, günah çıkartır gibi nilgün üzerine sayısız yazı kaleme aldı. bir gönül borcu olabilir mi! ya da yaşarken takındığı aldırmazlığın üstünü örtmek olabilir mi?! "aldırma nilgün marmara" adlı ilk yazısında ise, şaşırtmacalı bir dille gümüşlük'te nilgün'ün şiirlerini bildiğini yazar ki, bu baştan aşağıya koskoca bir aldatmacadır. 128 nilgün, artık toprak altındadır ve kimse onu yanıtlayamaz öyle değil mi? nilgün'ün ölümünün birinci yıl anma toplantısında ece ayhan, herkesin içinde nilgün için sadece bir anekdot anlatıp ortadan kayboluyor; nilgün'ün bir gece cemal süreya ve cihat burak'ın başlarından aşağıya toz şeker dökmesinin çok ilginç olduğunu söyleyerek... öncesi ve sonrasında ise dile gelen hepsi bu kadardır. .nilgün'ün intiharından sonra, bir günahın tilmizi gibi sayısız yazı yazar, ama nafile, olan olmuştur... belki derin bir pişmanlık, belki ona çarpıp geçen bir kuyrukluyıldızın şaşkınlığı. "nilgün marmara'nın başına da 1987'de bir scorpio olayı getirildi ama nilgün marmara bunu yazmaya 13 ekim 1987'deki ölümü yüzünden vakit bulamadı.” (sivil denemeler kara) diyecek denli her şeyi bilen! acaba scorpio kendisi olmasın, ya da ölüm meleği."

    bilemiyorum, ece ayhan'ı bu derece suçlamak çok yanlış. suçlanamaz gibime geliyor. belki de açık olması lazımdı. açık olmak elinde miydi peki? sanmıyorum.

    nilgün, beni çok korkutuyor, feci korkutuyor. hakkında öğrendiğim her yeni şeyi kendimde bulmam çok korkutuyor. değişik bir insan. ece de öyle. bu dünyaya ait olmadığı için farklı dünyalar aramaya yola çıktı. umarım bulmuştur.

    bilmiyorum bu uzun, belki de yazdığım en uzun yazıyı buraya kadar okuyan var mıdır, ama varsa bir şiirle bitireceğim. çünkü madem buraya kadar okudunuz, güzel bir şiir okumayı da hak ediyorsunuz bence. vaktinizi aldığım için bir özür olarak kabul edebilirsiniz.

    !---- spoiler ----!

    ancak yazgıdır bu sen ne getirdin bana çocukluğundan? şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı? üzüncün senin hangi çağrışımlara uzandı benim eskil saatlerimde? geçmişsiz ve geleceksiz suç sevinçleri, deniz kıpırtılarınca yürek dalgalanmaları? titreyerek uçurulan köpükten balonlar, anlık aşkın tasarımlar mı? nasıl bir ak konutun isteklendiricisi oldun anılarıma düz baktıran ah, ben pembe fistanımla kuşanırdım dantelalı tafta yumuşaklıkla savaşırdım kovmaya, çifte yetkeyi hiçlemeye annemi ve uykuyu öğle sonlarında ürkünç odaların! diledin mi yanında tümden varolmayı an için ve bir kaç sonrasında hiç yokmuşçasına beklememeyi bir şey çevremdekilerin uyumundan başkaca? yok böyle bir şey yok! sunduğun sağaltımı kaçkın bir geçmiş, sayrılık tutsağı bir gelecek duyumu bulanık, sisi varlığının üzünç kanıtı bir vaktin şimd'i_ beni bağışlayan sarsan aşan bizleri mor birliktelik..

    !---- spoiler ----!
  8. “maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
    hepiniz mezarısınız kendinizin”
  9. zelda, acısı bal rengi kadın.

    ''kapı kimin üzerine kapatılıyorsa, o, dışarıda kalanın değildir.''

    ''bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok. dilsiz şarkıcıları düşünüyorum da öylesine kendilerini kendi yağlarında kavuran varlıklar! bıçaksız bıçaklıları, çölsüz çöllüleri, kumsuz kumluları... çocuğun ilk hecesi: acı, sonraki çift hece: doyum. yanılsama. yanılsama!?! bir de körler var kuşkusuz, kuşsuz. hep karanlıkta düşünürler.''
  10. "gerçekliğin benim düşlerimden bir ayrımı yok. öylesine ince delikli bir ağ ki bu üzerimize kapanan, kapanan, kapanan. bu kapan!

    gömütün kapağı hep açık, ölünceye dek. yaşadıkça uçuşan anları, düşünceyi ve duyumları birbir atıyoruz içeri, sonra hiçbir şey biriktirilemez, üretilemez duruma geldiğinde kendimiz giriyoruz ve örtüyoruz kapağı üzerimize.

    (...)

    yaşamlarımız kısa mesafelerde bir kuş uçuşu kadar (göçebilen kuşların yolları ve kargalara verilen yaşam payı dışında) gençyaz ve yaşlıbahar arasında ufalanan bir yaprağınki denli rüzgarlara açık. bu bilgi bizi inlerimizden çıkararak (kimi zaman da tam tersi) altruizm adlı meydana gönderiyor. belki meydan bir pazar yeridir, belki de yetişkin maskelerini sorumluluk duygusuyla yüzlerimize yerleştirdiğimiz bir çocuk bahçesi...

    doğmuş olmak bir referans mektubunu nereye ve kime götüreceğimizi bilememektir. ve her insan bir odalık ve bir, yalnızca bir aynalıktır."