1. tanrının var olmadığı ve hayatlarımızın sürekli bir şeyler için çabalayıp acı çekmeye bizi ister istemez teşvik eden ama nihayetinde tüm bunları karşılıksız bırakan mana yoksunu bir süreç olduğu konusunda schopenhauer ile mutabık olan nietzsche, hemfikirliği bir yerde kesti. zira schopenhauer ampirik dünyanın bir hiçlik olduğu inancına başka bir inanç daha eklemişti; ona göre çırpınmamızın anlamsız olduğu bu döngü sahnesine sırt çevirmeli, tuzaklarına düşmemeli ve onu reddetmeliydik. çünkü dünya aslında öznenin bilincine içkindi; ama insan doğamız bizi, hayatlarımız boyunca inandığımız sözde realitenin kendi kafamızda yarattığımız bir illüzyon olduğu gerçeğiyle, hatta bunun ihtimaliyle bile yüzleşmekten kaçınmaya sevk ediyordu. lakin schopenhauer bununla yüzleşmiș ve bir nevi dünyayı reddetmiști. oysa nietzsche, dünyanın anlamsızlığından intikam almak istercesine hayatı dolu dolu yaşamak, ve ondan koparıp alınabilecek her şeyi teklifsizce uzanıp almak gerektiğine inanıyordu. nietzsche felsefesinin bel kemiği sanıldığının aksine "tanrı öldü"lerden," aslında hiçbir şey yok"lardan ibaret değildir- bunlar sadece daha kapsamlı ve mühim bir sorgulamanın çıkış noktalarındaki beyanatlardır-, temel sorgulaması ise "tanrısız ve anlamsız bir dünyada en iyi şekilde, doya doya yaşamanın yolu nedir?" dir.


    ilk hamle, var olan ahlaki değerlere, ve bunlara duyduğumuz bağımlılığa saldırmaktı. ki bağımlılığa savaş açmak ve bundan galip çıkmak, dışarıda bir yerlerde ortaya atılmış değerleri yok etmekten çok daha zordur. bir uyuşturucu bağımlısının bir anda temizlenmeye karar vererek elindeki malı klozete döküp sifonu çekmesi, ama aslında bağımlılığı yok edememesi gibi bir durum bu. ahlakı ve ona dair değerleri yıkmak bir sifon çekişi kadar kolaydır aslında. zor olan, tarih boyunca tüm bu ahlaki ilkeleri kutsallaștıran ve kendisine dayatılan bu katı kurallara uymayı reddeden bireyleri dışlayan toplumsal sistem içerisinde uyuşmuş ve bu sistemin düzenine bağımlı olmuş insanın bu bağımlılığını yok etmektir. daha da kötüsü, aslında inandığımıza kendimizi inandırdığımız toplumsal ve dini sistemlere içten bir şekilde inanmıyoruzdur bile. kalıpların içerisinde bilinçli ve hakiki bir şekilde rızamız olarak duruyor değiliz; yalnızca bu kalıpları yıkacak cesarete sahip değiliz. işte nietzsche, bunun savunulabilecek hiçbir makul noktası olmadığını savunuyordu. hayatımızı, temellerini inkar ettiğimiz -en azından kabul edemediğimiz- bir değerler sistemine dayandıramayız. benliğimizi ve yaşadığımız hayatı sahte yapar bu. ya değerlerimizle hakiki anlamda çatışmaya girmeyen, hatta onlara destek olan bir temel bulacağız; ya da bize diretilen değerleri bir bir yıkıp dürüstçe benimseyebileceğimiz ve bu kapsam alanında yaptığımız, söylediğimiz ve düşündüğümüz her şeyin arkasında durabileceğimiz değerler bulacağız. öbür türlü bu köle ahlakı haricinde yaşayacak hiçbir şeyimiz olmaz ki bu da "dolu dolu yaşamak" olgusunu pek de desteklemiyor.


    işte şu meşhur "tanrı öldü" olayına tam da burada geliyoruz. tanrı yoksa ve bundan başka bir dünya da yoksa, tüm bu değerler, kurallar, etik ve niceleri, aşkın olamaz. bu dünyanın dışından bir yerden gelmiş olamazlar, çünkü dışarıda bir yerlerde başka bir dünya ya da evren yok. demek ki tüm bunları biz yaratıyoruz. tanrısal bir kaynak ise safsata. elbette burada tanrı olmaklığın bir başka boyutu var; "tüm bunları biz yaratıyoruz" ifadesi, bu normları her birimizin fiilen yaratmış olduğunu söylemiyor. sadece bunları yaratan ve yayan kesimlerin bir nevi tanrılığa soyunduğunu ama nihayetinde insan olduğunu ve bu ürünlerin beşeri olduğunu vurguluyor. biz de, aslında bizim gibi insan olanların buyrukları önünde, yüzyıllar sonra bile bu köle ahlakıyla alçalıyoruz. uyanmamız gereken bir gerçek var. kendi -bireysel- değerlerimizin yaratıcısı olabileceğimizi bir kez, ama tam anlamıyla kavrarsak, hemen ardından çıkarlarımıza ve arzularımıza en uygun değerleri seçmekte özgür olduğumuzun ayırdına nihayet varırız. hayal gücü kuvvetli, güvenlik hissinden sıyrılıp kendini tehlikeye atan - çünkü nietzsche'ye göre yaşanmaya değen tek hayat, tehlikeli bir hayattır- meraklı, sorgulayan, doyasıya yaşayan birey, kendi kendini gerçekleştirmekte özgürleșmiș olduğu için tüm bunları yapabiliyordur. işte bu davranışların ardındaki güdüye de "güç istemi" der. buna karşı koymak ya da bunu kullanmaktan çekinmek yerine dürüstçe yaşayan ve içini dışına çıkarabilen insan da yine o meşhur "üst insan"dır. kendisini olduğu gibi gösterme cüretine sahiptir çünkü. toplumsal bir birliktelik fikrinden sıyrılmıştır, yine bu topluma yöneltilmiș ortak bir erek olmadığının da farkındadır. dolayısıyla onun için "olması gereken" diye bir şey yoktur, kendisini gerçekleștirdiği koşulda "oldurabilecek"leri vardır. ve bireyin kendisini gerçekleștirme yolunda düşünebileceği ya da yapabileceği her şey mübahtır; zira hiçbir mutlak doğru yoktur. işte bu fikrin çıkış noktası budur. doğru yokluğu bize limitsizlik tanır, varlığını kabul ettiğimiz takdirde her şeye bulaşabilecek bir mümkünatla çevrilmiș vaziyetteyizdir. bunu kabullenmek zordur, çünkü zihnimiz doğruluk ve gerçekliğin ayırdını kolay kolay yapamaz. gerçeklik, öznenin dışındaki varlığı sorgulanan ve yapılacak önermenin konusu olandır. doğruluk ise zihinde bulunan ya da zihinde üretilen önermenin kendisidir. örneğin, güneşin var olup olmadığı, bir gerçeklik konusudur. havanın sıcak ya da soğuk olduğuna dair beyanımız ise -ki bu bir önermedir- doğruluk ürünüdür. yani doğrular dışımızda ve mutlak değil, içimizdedir. hiçbir "şey" doğru değildir (çünkü șeyler olsa olsa "gerçek" olabilir, ya da olmayabilir; "gerçeklik" haricinde kendilerine içkin olan başka bir nitelikleri yoktur), ve hiçbir şeyin doğru olmadığı bir bağlamda imkansızlık ortadan kalkar; dolayısıyla her şeyin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
  2. hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, hayatta hiçbir gerçek doğrunun bulunmadığını anlatan söz öbeği.

    bir miktar doğruluk payı olsa da; ahlak felsefesi değil doğa felsefesi yönüyle, medeniyeti bu noktaya taşıyan bilimsel düşünce, insanlığın yegane yol göstericisidir.

    konu ile ilgili daha güzel bir söylem:

    "dünyada herşey için; medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir" mustafa kemal atatürk