• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.83)
persona - ingmar bergman
dönemin en gözde tiyatro oyuncusu, güzeller güzeli elisabeth vogler, önemli bir piyes sırasında aniden susar. şaşkına dönen insanlar ne olup bittiğini anlayabilmek için ellerinden geleni yapsalar da vogler konuşmamaya devam eder. son çare olarak bir kliniğe yatırılan kadın burada da dilsizliğine devam eder. bedeninde tıbbi olarak hiçbir problem bulunamayan kadın, doktorun tavsiyesiyle gözden uzak bir yazlığa gönderilir. bu esnada yanında gönderilen kişi genç hemşire alma'dır. yazlıkta da vogler'in ağzını bıçak açmaz. vogler sustukça alma konuşur. alma saatlerce, günlerce kendi hikayesini anlatır. sonunda meydana gelen şey ise psikoloji biliminin en ilginç vakalarından birini oluşturur.


  1. öncelikle görüntü yönetmeni sven nkvist muazzam iş çıkarmış.
    elisabeth oyuncu olduğu için bu sessizliğe kimse inanmıyor doktor ve alma bunun bir tür rol olduğunu düşünüyor, filmin başında doktorun elisabeth'e yaptığı konuşma bunun üzerine.
    bergman sessizlik sayesinde insanın özüne dönmesini, gerçek anlamda arınmasını gösterirken aynı zamanda sessizliğin hangi hallerde bozulabileceğini anlatmış filmde elisabeth iki sahnede sessizliğini bozuyor birincisi korkunun en son noktaya geldiği an, ikincisi uyuşuk olduğu tamamen kontrolünü kaybetmiş olduğu an.
    filmin son sahnelerinde görüntü yönetmenin ustalığı ile yapılmış olan o yarı aydınlık, yarı karanlık yüz çekimleri ve sonunda elisabeth ve alma'nın bir bütün olması filmin finali ve hikayenin bütünlüğü açısından harika olmuş.
    bu filmi izleyin ve düşünün.
  2. "sen, birbirimizi arzu dolu ve iyi niyetli iki endişeli çocuk gibi görmemiz gerektiğini öğrettin bana. ama tam olarak kontrol edemediğimiz güçler tarafından yönetilen iki çocuk."
  3. (…)
    bütün dünya bir sahnedir,
    ve bütün erkekler ve kadınlar yalnızca birer oyuncu,
    çıkışları ve girişleri vardır;
    ve bir insan hayatı boyunca birçok rolde oynar,
    (…)

    william shakespeare


    bugün de oyuna hazırız, her gün hazır olduğumuz gibi. personalarımızı taktık, başroldeyiz; kendi kurgumuzda. ‘’oyunu çocuklar oynar’’ deriz hani, asıl oyunu en ustaca biz ‘’yetişkin’’ler oynuyoruz. oyunlarımız kesişiyor, birleşiyor, ayrışıyor… her gün terk ediyoruz kendimizi ya da bırakıyoruz ruhumuzu geride, oyunda elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. yalanlar söylüyoruz, kandırıyoruz karşımızdakini, inandırıyoruz bu sahteciliğe onları ve en kötüsü de kendimizi. gerçekliğimizi her geçen gün yitiriyoruz. artık hükümdar personalarımız; tahayyül ettiğimiz yalancı gerçeklik. ele geçirildik. yitirdik ‘’ben’’liğimizi. karıştı bütün kişiliklerimiz, bulamıyoruz bu kişilikler arasında aslolan kendimizi.

    shakespeare ‘’oyun olarak’’, jung ise ‘’oyun içinde oyun’’ olarak görüyordu dünyayı. jung ‘’normal kişilikte bile karakter bölünmesi imkansız değildir’’ diyerek bizi tedirgin ediyordu. yaşadığımız bir toplum; onun da kendine has kuralları, kültürü vardır. iradeler terbiye edilmeli, yetiştirilmelidir insan. içinden geleni istediği gibi dışarı vuramaz, vurmamalıdır; vurur ise terbiyesiz, eğitimsiz görünür. doğal davranmak acizliğin göstergesidir. insan hep kendini frenlemektedir. dücane cündioğlu şöyle der: ‘’ne kadar kültürlü, ne kadar şehirli, ne kadar uygar ise, o kadar az doğal davranır insan! eğitilmiştir çünkü.’’ eğitilen insan bir taraftan kazanırken bir taraftan da kaybetmektedir; samimiyetini, doğallığını, duygusunu, içselliğini, içtenliğini… acaba gerçekten böyle midir? kim bilir? ya da kim bilebilir bunun cevabını?

    jean-jacques rousseau, bilimler ve sanatlar üzerine söylev’de ‘’hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içindeyiz; hep adetlere, kurallara uymaktayız. hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş. bu yüzden karşımızdakinin nasıl bir adam olduğunu hiç bilemeyeceğiz; bu yüzden dostumuzu tanıyabilmek için büyük olayları bekleyeceğiz; o zaman da iş işten geçmiş olacak; çünkü onu tanımak zaten bu olaylar için gerekliydi’’ der, ahlak anlayışımızdaki bu ‘’gelişme’’yi yüzyılımızın bilim ve anlayışına borçlu olduğumuzu hatırlatır.

    insan için asıl değerli olan kavramlar önemini yitirmekte değerlerin içi boşaltılmaktadır. insan yanılgıya düşmüştür. farkına varması da zordur. davranışlarını neye göre sergilediğini kestiremez. zaman, insanın kendini düşünmesine fırsat vermeden içeri sızıp çekmektedir girdabına; o etkileyici, süslü, çekici sahteciliğiyle.

    ingmar bergman’ın persona’sı filminde elisabeth karakteri elektra adlı oyunu sahnelerken aniden susar. çünkü gerçekliğinden koptuğunu fark etmiş, bu sahtecilikten kurtulmanın yolunu artık ağzını açmamak olarak görür; bilinçli bir tercihtir. doktoru onunla ilgilenmesi için hemşire alma’yı görevlendirir. izole bir yerde ikisi zaman geçirmeye başlar. elizabeth’in kışkırtıcı sessizliği karşısında alma’nın çocuksu heyecanı, her şeyi açığa vuran tavrı vardır. zamanla da alma da kendi benliğini yitirme korkusuna kapılmaktadır. alma’nın personası elisabeth’dir. elisabeth alma’ya ayna tutmakta aynı zamanda alma da elisabeth’e ayna tutmaktadır. elisabeth susarak rol yapmayı bırakacağını, sahteciliğinden kurtulacağını düşünse de eski rolünden vazgeçememektedir. narsist kişiliği kendini göstermektedir. alma elisabeth’i çözer ve onun iç dünyasını deşifre eder. elisabeth anne olmak için çocuk sahibi değil, ünlü bir kadın olarak tek eksiğinin çocuk sahibi olmak olduğu için çocuk sahibi olmuştur. çocuğuna karşı nefret eder ondan kurtulmak ister. burada dikkat edilmesi gereken yitirilen gerçekliktir. artık gerçek, elisabeth’i rahatsız etmektir. gerçekle yüzleşememektedir. kaçış olarak susmayı seçmiştir ama personasından vazgeçememiştir. o artık personasıdır.

    modern insan ‘’bakan’’, izleyen bir varlıktan ziyade; ‘’bakılan’’, izlenen bir varlık anlayışla davranışlarını sergilemektedir. tasavvur etme, tasavvura bürünme. açılan cansız, sahte ‘’profil’’in ruhunu satın almasına izin verme. somutlaşma, katılaşma. tinsel derinliği kaybederek basitleşme. metalaşma. metada kendini bulma.

    ‘’sisteme uymalısın!’’ dışarıda kalmamak için. toplum bize bunu hatırlatır. evet. ve sana bir rol biçer ya da biçmiştir. farkına vardığında oyun çoktan başlamıştır ve ‘’pause’’ tuşu yoktur.

    verilen rolü oynamalı mı? yoksa reddetmeli mi? reddedilen yazgılar. o zaman aykırı mı durmalı? ’’aykırı durma’’yı düşünmeden aykırı durmayı başarabilir mi? aykırı yaftasını yemesi bir şeyi değiştirir mi? sadece yürümek için yürüyebilir mi insan? nereye gittiğini bilmeden, nereye varacağını düşünmeden. sadece o anı düşünebilir mi? tüm benliğiyle. hiçliğini hissederek hiç olabilir mi insan? hiçliğinde kendini bulabilir mi? arafta kalabilir mi? ölüm ile doğuşu harmanlayan zaman buna izin verir mi? kalabalıkların bilinçlerini yok saymak. kendini eritmek sonra kendini üretmek, türetmek. yalnız olabilir mi insan sokaklarda? gerçekliğini bulabilir mi? ya da aramalı mı gerçekliğini?

    düşünmek, düşünmeyi düşünmek; düşünmek kendini, kendiliğini…