1. gelmiş geçmiş en iyi müzik grubu. şahsen bir teorim var. pink floyd teorisi adını verdim (çok yaratıcıyım) şimdi bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır denilebilir ancak ben daha bunun yanlış çıktığına denk gelmedim. eğer yeni tanıştığınız birisi, pink floyd seviyorum diyorsa ondan zarar gelmez. korkmayınız.
  2. bundan seneler önce sevdiğim bir arkadaşımın telefonuna zorla şarkılarını indirdiğim, "dinleyeceksin" diye baskı yaptığım grup. dogs, comfortably numb, another brick on the wall,... ne varsa yükledim telefona. dinlemeden önce "bak bunları sessiz sakin ve karanlık bir ortamda dinle." diye de tavsiyelerde bulunmuştum.

    beğenmemişti, "eehh..." gibi bir ses çıkardı utanmaz. neyse, ileride biri pink floyd lafı açtığında "aa ben dinliyorum...." diye hava atarsın artık, dedim. içimden.
  3. Yanlış anımsamıyorsam 2010 yılıydı. Öyle olmalı; zira o yılın sonlarına doğru neredeyse benimle yaşıt olan o devasa, tüplü televizyon pes etmişti artık; ve ondan öncesinde evde neredeyse hiç televizyon izlenmezdi. Lakin o yıl ne olduysa, durduk yere hiç olmayan bir televizyon izleme alışkanlığı ortaya çıkıverdi. Soğuk olduğu ve herkes odasına çekilmeyi tercih ettiği için pek rağbet görmeyen salonun hep kapalı olan kapısı, o külüstür televizyon yeniden izlenmeye başladığı gün, uzunca bir süre kapanmamak üzere açıldı. Çoğunlukla kim milyoner olmak ister izliyor, yeni bölümlerini yakalarsak da o yıl yayınlanmaya başlanan kanıt dizisini takip ediyorduk. Ya da uyku tutmayan gecelerde, berbat dublajlarla yayınlanan belli başlı filmleri. Bir defasında ise, daha önce hiç görmediğimiz bir yarışmaya denk geldik, (adını tam anımsayamadığım için kontrol ettim, bir milyon canlı para’ymış), yapacak daha iyi bir işimiz yoktu herhalde, annemle karşılıklı bordo koltuklara kurulup izledik sonuna dek.


    Ben müzik tarihinde Pink Floyd diye bir oluşumun var olduğunu o akşam, o yarışmada öğrendim. Soruyu anımsamıyorum bile; ama şıklardan birinde Pink Floyd vardı. Doğru cevabın o olduğunu da bilmiyordum tabi. Onun da bilemeyeceğini düşündüğüm için, annemden tarafa hiç bakmadım, ama esnemesinin arasında “Pink Floyd bu, Pink Floyd” dedi. Nedense cevabın o olduğunu düşünmüyordum, biraz da annemin yabancı bir müzik grubunu tanıyor olmasına ihtimal vermiyordum (Modern Talking aşkını bundan yıllar sonra öğrenmiştim), bu yüzden emin olup olmadığını sordum. Bana şöyle dedi; “Lady Gaga’nın kim olduğunu bilecek kadar genç olmamamın en iyi tarafı, Pink Floyd’u tanıyacak kadar yaşlı olmam; yani evet, eminim.” Şüphelerim gitti o zaman, yarışmacıların Pink Floyd demesini beklemeye koyuldum. Dediler mi demediler mi, onu da hatırlamıyorum. Ama o akşam Pink Floyd ismi zihnime kazındı.


    Sonra bir üç yıl daha geçti. Aklıma düştü. Günlerden neydi, ne oldu, neden elektrik çarpması gibi birden geldi bilmiyorum ama, “Ben Pink Floyd dinlemek istiyorum” dedim. Temeli ergenlik hevesi katalizörlüğünde Beatles’larla, Rolling Stones’larla, Led Zeppelin’lerle, Nirvana’larla atılmış müzik zevkimi derinleştirecek detaylar arıyordum. Bahsi geçen grupların yeri bende halen daha asla yüzeysel diyemeyeceğim bir noktadadır; ama bu, onların benim için yalnızca daha da derine inmeme zemin hazırlayan kanallar oldukları gerçeğini örtemiyor. Onların müzikleri beni her zaman duygulandırır, dinlendirir, şarkılarının sözlerini defterime yazacak ya da elimde sözlükle kendi kendime çevirmeye çalışacak kadar kendilerini sevdirirdi; bunlar azımsanmayacak nitelikler elbette. Oysa ben daha fazlasını istiyordum. Sarsılmak istiyordum. Mind blown istiyordum. Hüznün de ötesinde acı çektirecek, halihazırda kendi çapımda çektiğim acıları dindirecek, uykularımı kaçıracak, tüylerimi diken diken edecek, hem tutsak olduğum noktaları ispatlayacak hem de özgür olduğum zamanları hatırlatacak, ağlatacak, ağlamamı durduracak, düşündürecek, sorgulatacak, yeri gelince delirtecek, yer gelince sakinleştirecek, bazen omuzlarımdan sarsacak bazen de bana omuz olacak, benim kendisini dinlediğim kadar beni de dinleyebilecek, beni odamın dışındaki kaosa karga tulumba atacak ama hırpalandığımda bana kalkan olacak, bazen sadece duvarları izletirken bazen de eylemsizliğe düşman kesilmemi ve hareket etmemi sağlayacak, bazen kafamı yastığa gömüp çığlık atmama sebep olurken bazen de bizzat çığlığımın kendisi olacak, dünya dışı olabilecek kadar muazzam ama tam da dünyanın içinden, insan üstü denilecek kadar aşmış ama olabildiğince insani müzikler istiyordum. Çok istiyordum. Ingmar Bergman’ın dediği gibi dindar olacak kadar yaşlanmayı ya da sevdiğim bir insanla sevişmeden ölmeyi ne kadar istemiyorsam; böyle bir müzikle karşılaşmayı ve bütünleşmeyi o kadar çok istiyordum. Doğru zamanda doğru yerlerde bulunmayı mı becermiştim, yoksa sadece şanslı mıydım bilmiyorum; karşılaştım, bütünleştim. Keyif aldığım ve benimsediğim ne kadar çok müzik varsa, böylesine iç içe geçtiklerim o kadar azdı. Birkaç taneyi geçemeyecek kadar az. Başlığına yazmamdan tahmin edileceği üzere; Pink Floyd bu azınlıkta. Hem de ne tuhaf bir formda. Tam bir hayalet. Bir hayaletle sevişiyorum. Maybeshewill’in “How To Sex With a Ghost” sorusuna cevabım Pink Floyd. Nedenini nasılını ise bilmiyorum; bir şekilde yapıyor. Hissettirdikleri kanlı canlı, kendisi görünür değil. Ben yaklaştıkça o uzaklaşıyor, hemen ertesinde tam arkamda buluyorum. Bazı zamanlarda hiç göremiyorum, sonra onca zamandır kendi içime saklanmış olduğunu anlıyorum. Yoğunluğunu, ağırlığını, etkisini ölçemiyorum; ölçüm yöntemlerim yanında ilkel kalıyor. Bazen günlerce dinlemediğimde ellerim sızlıyor, fiziksel bir sızlama. Bazen bir dakikada canıma okuyor, dayanamıyorum, sesi kısıyorum. Garip ikilemlere itiyor, itildiğim karmaşalardan çekip çıkarıyor. Çünkü Pink Floyd böyledir. Pink Floyd, dengesizliğinizle yüz yüze geldiğiniz anda sizi ipin üstünde tutan muazzam bir dengedir. Bir şarkılık süreçte kendisine ya da hayata yönelttiğiniz her duyguyu bambaşka formlarda size yeniden yansıtan bir transformatördür. Sizi kendinize, kendinizi hissettiğiniz gibi gösteren kırık bir aynadır yeri geldiğinde. Yeteri kadar dikkatinizi verdiyseniz, size büyük resmi çekincesizce sunan, tamamlanmış bir yapbozdur. Uyuyamadığınız gecelerde battaniyenin altında size eşlik eden görünmez bir partnerdir; en başta uyuyamamanızın sebebinin o olduğunu ancak gün doğumunda anlarsınız. Pek çok şeydir Pink Floyd; daha fazlası da olabilir. Zaman geçtikçe daha çok dikkatimi veriyor, daha iyi kavrıyorum. Henüz başlardayken tüm bunlardan bihaberdim. O bahar bir Dark Side of The Moon tişörtü almıştım –hala giyiyorum-, belirli birkaç şarkılarını özgürlük parkı çimlerine uzanıp dinliyordum. Başımı bazen kollarım, bazen de içi tıka basa dolu sırt çantam destekliyordu. Bileklerimin üzerinden karıncalar geçiyordu. Telefonum, şarjının bitmekte olduğunu belirten tehditkar uyarılar veriyordu, bazen midem açlıktan gurulduyordu, bazen de yağmur yağıyordu ama ben o çimlerde uzandığım ve Pink Floyd dinlediğim süreçlerde, şarjımın bitmediği, asla acıkmadığım ve yağmurun ıslatmadığı farklı bir boyutta özgür hissediyordum. Benim için ifade ettiği bir takım şeyler vardı, ve içimdeydiler. Sokakta yanından geçtiğim insanların tişörtüme bakıp her iki adımlarından birinde Dark Side of The Moon tişörtlü birilerini görmelerinin verdiği bıkkınlıkla göz devirmeleri ve beni bu klişe kervanına katılmış bir yeni yetme olarak görmeleri umurumda değildi. Çünkü Pink Floyd’un bir kabiliyeti de insanlara nasıl göründüğünüzün, içinizde nasıl hissettiğiniz üzerinde hakimiyet kuramayacak kadar tesirsiz olduğunu size gösterebilmesidir. Bunun farkına vardığımda, dinlediğim şarkılarının sayısı bir elin parmaklarını ya geçerdi ya geçmezdi. Annemle yaşıt olan bir tarihe sahip olduklarını düşündükçe mest oluyordum; birkaç şarkıyla bana bunları yapan, onlarca albümle neler yapmazdı? Yavaş yavaş ilerledim; albümlerini delik deşik vaziyette bıraktım, her şarkılarını dinlemek istemiyordum. Dokunulmamış olarak bıraktıklarım da olmalıydı ki, bundan yıllar sonra bile benim için yeni olan Pink Floyd şarkıları dinleyebileyim. En bilinenleri pas geçip, en tozlu raflardakine uzandım. Bulduğum her şey benim de bir parçam oldu.


    O günden bugüne beş yıllık bir süreç geçti, iyi ve kötü günler yaşadım. Bazen Final Cut’taki kabullenişe sarılarak ağladım, bazen High Hopes solosuyla onu neredeyse dünyanın en harika solosu ilan edecek kadar kendimden geçtim, bazen Is There Anybody Out There’i çaresizliğimin fon müziği yaptım, bazen de Your Possible Pasts ile kime olduğunu bilmediğim isyanlarda bulundum. Dinlediğim her şarkılarına bir hikaye, bir hatıra, bir his ve koku yükledim. Bağlanmama rağmen asla bağımlı olmadım, hatta aylar boyu koptuğum oldu, neredeyse aramayacağım kadar yoğun dönemler gelip geçti. Belki de içten içe ağırlığını kaldıramayacağımı ve onun da beni hafifletecek zamanında olmadığını biliyordum, bilmiyorum. Adı sanı olmayan bir ilişkide düşüp kalktık. Benim için ifade ettiklerinden hiç kimseye hiç bu kadar, hiç bu şekilde bahsetmemiştim. Neden bilmiyorum, bu gece bahsetmek istedim.

    Sözün özü, hiçbir şeye benzemeyen, kısıtlanamayan, kıyaslanamayan, kendi içinde kocaman bir dünya olan bir oluşumdur Pink Floyd. Kendisini, kendine özgü yollarla seven biri tarafından sevilmek ve onu sevmek de tarifsizdir hem.

    " come on you boy child, you winner and loser, come on you miner for truth and delusion, and shine."
  4. çok gizli bir kaynağa göre^:kaynak: götüm^ gelmiş geçmiş en iyi gruptur. zaman zaman populer olmanın büyüsüne kapılmış olsalar da, protest ve marjinal duruşlarını kaybetmemişlerdir. tınılarının net, sözlerinin anlaşılır olmasıyla kendine özgün bir tarzları vardır. ee zaten ingiliz grubu olmak da bunu gerektirir.
  5. askere zar zor telefon sokup 5 günde anca şarj edip hey you, high hopes ve özellikle wish you were here dinlediğinizde sizi bir süreliğine koğuştan dışarı çıkaran gruptur.

    soloları en acıklı sözlermiş gibi iç titretir.
  6. okuldan sıkılan genç yüreklerin "hey teacher leave them kids alone" çığlığıdır pink floyd. bir de sevgiye muhtaç kalplerin "open your heart i'm coming home" yakarışı. :) (bkz: lise yılları)
    gulce
  7. yaptıkları müziğin zamana bu denli hükmedeceğinin farkındalar mıydı bilmiyorum? belki roger waters farkındadır ama, syd barret kesinlikle farkında değildir bence. istanbul'un bağcılarında, sadece otomobil egzosu duyan bir caddeye bakan genç, olimpos'da pink floyd dinlemeden yatamayan eleman, melbourne'de memlketinden uzak olmanın verdiği acıyla biraya dayanan kız, keşke sen de burada olsaydın diye en yakın arkadaşına ağlayan endenozya'lı, ve niceleri. hepsi pink floyd'dan bir şeyler buldular.

    ben de kendimce bir şeyler buldum. şarkılarını dinlerken kendimden geçtim. ama en çok hikayelerini okumaktan ve o sırada albümlerini sıra ile dinlemekten zevk aldım. syd barret'ın zekası önünde diz çöken roger waters'ı okurken oha dedim, david gilmour'un roger waters ayrıldıktan sonra high hope gibi bir şaheser yaratmasına saygı duydum ve roger waters'a taptım resmen.

    roll dergisinin istanbul'da ki ilk roger waters konseri için düzenlemiş olduğu bir sayı vardı. konserden sonra. kapağında racır abimiz elini seyirciye uzatmış bağ kuruyor. bence o el tüm dünyayı kapsıyor. bu arada o roll sayısı çok ayrı bir hazinedir. elinde olan varsa saklamaya devam etsin. ben de racır abimiz en son geldiğinde en yakın arkadaşıma bileti doğum günü hediyesi olarak alıp, o dergiyi de biletle vermiştim, al, oku, öyle git konsere diye.

    racır abimiz çok ayrı bir şahsiyet. yaptıkları, denedikleri, şarkı sözleri, şairliği, ve duruşu ile. gezi'de bize yolladığı selamı ara ara açar okurum. ondan bu mesajı alabilmek, evet doğru yoldayız dediğim anlardan biridir. live 8 konserleri için yıllardır görüşmediği david gilmour'a haydi yapalım şu işi demesi takdire şayandır. o kafa çok başka bir şey. dünyanın en nev-i şahsına münhasır adamlarından biri kendisi.

    bir de syd barret var tabi. hastalığı sebebi ile dışarı bile çıkmayan adam, uyuşturucunun kıskıvrak yakaladığı adam, bir dahi, dark side of the moon kaydı yapılırken stüdyoya girip, "ee ne zaman başlıyoruz" dediği anda grup elemanlarının tanımadığı adam, grubun kurucusu, beyni. bir çok floydian gibi ben de hala merak ederim eğer syd hastalanmasa grup ne alemde olurdu, racır abimiz ne yapardı?

    pink floyd, sadece bir müzik grubu değil, bir daha gelmeyecek olan yılların soundtrack'i. her daim yol göstericimiz, el fenerimiz.
  8. bulutların üzerine çıkartan, fazlaca hayal dünyası ürünler ortaya koyan ve müzikaliyle üzerine söylenecek başka bir şey bırakmayan, aşmış demenin yetersiz kaldığı müzik güruhu. (bkz: lsd)