-
şıraya bir şiir bırakalım
belki her sabah bir şiir yazan bir şiir bırakan olur...
güzel
güzel
ölüm daha kolaydır sevmekten
der ya aragon
anla ki ölüme benzer seni sevmek
sözcükler ki alevdir
ve karadır şairlerin hayatları
hem nice şiirlerde nice aşklarda
tarar saçımızı ölüm.
aşk ki bazan solgun bir ilçedir
sürdürür derinliğini
neden "en çok" acı ustası şairlerdir
en çok taşırlar çünkü aşkları.
ben ki yatağımdan tedirgin bir suyum
besbelli ki aşka ve ölüme çalışıyorum.
ilhan berk -
ben acıyım. yani senin hazan düşen yüzün. umarsız
boyun bazan. bazan ağzın, gölgeli gözlerin
yani çocukluğun. bursa'da bir sokak yani
(bursa'yı hiç görmemişim gibi gelir bana)
bir akşam yaktığın mum sonra bir kilisede
daha hiç bilmediği bir yüz için ölümün
zaman ki senden başka nedir
ve hep bir yüz dönüşür bende
bir yüze
hem geceyi, hem tanyerlerini taşır kendinde
ben ki bir yıkıntınım senin, senin büyüttüğün
acının el yazısında
ilhan berk -
sabah şiirleri olması hasebiyle vera'ya da günaydın diyerek:
vera'nın uyanışı
iskemleler ayakta uyuyor
masa da öyle
serilmiş yatıyor sırtüstü kilim
yummuş nakışlarını
ayna uyuyor
pencerelerin sımsıkı kapalı gözleri
uyuyor sarkıtmış boşluğa bacaklarını balkon
karşı damda bacalar uyuyor
kaldırımda akasyalar da öyle
bulut uyuyor
göğsünde yıldızıyla
evin içinde dışında uykuda aydınlık
uyandın gülüm
iskemleler uyandı
köşeden köşeye koşuştular
masa da öyle
doğrulup oturdu kilim
nakışları açıldı katmer katmer
ayna seher vakti gölü gibi uyandı
açtı kocaman mavi gözlerini pencereler
uyandı balkon
toparladı bacaklarını boşluktan
tüttü karşı damda bacalar
kaldırımlar akasyalar ötüştü
bulut uyandı
attı göğsündeki yıldızı odamıza
evin içinde dışında uyandı aydınlık
doldu saçlarına senin
dolandı çıplak beline ak ayaklarına senin.
nazım hikmet ran -
bu sabahki şiirimiz sedat umrandan gelsin...
sedat ümran
leke
takılıp kalmış bir noktada
gölgesini içine düşürerek;
leke sabrın gücüyle büyür
tek başına
uzanır güneşe dek,
arınır kirinden;
yürüyen ak lekeleri olur göğün,
mavi gök-uykusunun düş lekeleri.
leke aşmaz sınırını,
kendini bilir,
durur bütün oturmuşluğuyla;
dağıtmaz, yaymaz gücünü
siz dokunmayınca.
leke lekelenmekten korkmaz,
kurtulmuş geleceğin ürküntüsünden,
alabildiğine özgür;
sevincimin kumaşında parlayan
üzüntü lekeleridir,
silip de bir türlü çıkaramadığım
içimin dökülen mürekkebidir. -
orhan veli'den gün olur:
gün olur alır başımı giderim,
denizden yeni çıkmış ağların kokusunda
şu ada senin, bu ada benim,
yelkovan kuşlarının peşi sıra.
dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
çiçekler gürültüyle açar;
gürültüyle çıkar duman topraktan.
hele martılar, hele martılar,
her bir tüylerinde ayrı telaş!..
gün olur, başıma kadar mavi;
gün olur, başıma kadar güneş
gün olur, deli gibi...
şarkısı da var,
(bkz: gün olur - zülfü livaneli) -
“beni güzel hatırla, bunlar son satırlar…”
farzet ki bir rüzgardım
esip geçtim hayatından
ya da bir yağmur
sel oldum sokağında
sonra toprak çekti suyu…
kaybolup gittim
belki de bir rüyaydım senin için
uyandın ve ben bittim..
“beni güzel hatırla, çünkü sevdim seni ben…”
her şeyini…
sana sırdaş oldum
dost oldum koynumda ağladın
yüzüne vurmadım hiç bir eksikliğini
beni üzdün kınamadım
alışıktım vefasızlığa
el oldun aldırmadım…
“beni güzel hatırla, sayfalarca mektup ayırdım sana…”
şiirler yazdım her gece
çoğunu okutmadım
sakladım günahını sevabını içimde
sessizce gittim…
senden öncekiler gibi sen de
anlamadın…
“beni güzel hatırla, sana unutulmaz geceler bıraktım…”
sana en yorgun sabahlar…
gülüşümü..
gözlerimi..
sonra sesimi bıraktım
en güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka…
söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
vedalar bıraktım duraklarda…
ne ararsan bir sevdanın içinde
fazlasıyla bıraktım ardımda…
“beni güzel hatırla, dizlerimde uyuduğunu düşün…”
saçını okşadığımı
üşüyen ellerini ısıttığımı
mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
alnından öptüğüm dakikaları…
birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
şaşırtmayı severim biliyorsun?
bu da sana son sürprizim olsun
şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
beni güzel hatırla
gidiyorum… -
bu günün şiiri sabahattin ali'den gelsin...
kara yazı
geçmedi yare sözümüz
yollarda kaldı gözümüz
yere sürüldü yüzümüz
böyleymiş karayazımız.
çiçekler açılmaz oldu
pınarlar içilmez oldu
yar bize gülmez oldu
böyleymiş kara yazımız.
yalnız ona yar demiştik
onda bir şey var demiştik
o bizi anlar demiştik
böyleymiş kara yazımız.
hey gönül gene bu gece
kederim geceden yüce
gel susalım beraberce
böyleymiş kara yazımız -
kuzgun/ edgar allan poe
ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
o acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
başka kim gelir bu zaman?"
ah, hatırlıyorum şimdi, bir aralık gecesiydi,
örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
işısın istedim şafak çaresini arayarak
bana kalan o acının kaybolup gitmiş lenore'dan,
meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili lenore'dan,
adı artık anılmayan.
ipekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
"bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
başka kim olur bu zaman?"
kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
"özür diliyorum" dedim, "kimseniz, bay ya da bayan
dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
kapıyı açtığım zaman.
gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
fısıltıyla bir kelime, "lenore" geldi uzaklardan,
sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
yalnız bu sözdü duyulan.
duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
içimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
irkilip dedim: "muhakkak pancurda bir şey olacak;
gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
başkası değil rüzgârdan..."
çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
bugüne kalmış bir kuzgun pancuru açtığım zaman.
bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
kondu pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
kaldı orda oynamadan.
gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
"gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
gelmekten, kocamış kuzgun, gecelerin kıyısından;
söyle, nasıl çağırırlar seni ölüm kıyısından?"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
ilgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
adı "hiçbir zaman" olan.
durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
o kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
sustu, sonra ben konuştum: "dostlarım kaçtı yanımdan
umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
"anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
insaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
hiç -ama hiç- hiçbir zaman."
çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
sonra kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
çatlak çatlak: "hiçbir zaman."
oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
durup o kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
elleri lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
değmeyecek hiçbir zaman!
sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
"aptal," dedim, "dön hayata; tanrın sana acımış da
meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
iç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
"geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
"şu yukarda dönen gökle tanrı'yı seversen söyle;
ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
buluşacak o lenore'la, adı meleklerce konan,
o sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
kalkıp haykırdım: "getirsin ayrılışı bu sözlerin!
rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
dağıtma yalnızlığımı! bırak beni, git kapımdan!
yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
oda kapımın üstünde, pallas'ın solgun büstünde
oturmakta, oturmakta kuzgun hiç kıpırdamadan;
hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
o gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
kalkmayacak - hiçbir zaman!
çev.:ülkü tamer -
gerçi öğlen oldu ama bu gün hüseyin atlansoy 'dan bir şiir bırakalım . kime ?
sebepsiz yere hüzünlenenlere...
sebepsiz hüzünler sultanlığı
burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
kül burada her şey; aşk,bilgi ve keşif
zaman şu an ve mekan şu nokta
gelir geçer sultanlık hafif ve gözyaşlarıyla
burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
yok burada gözlem,deney ortamları ve varsayım
hipotezler,büyük teoriler,hatta bilimsel yasa
ülkem; laboratuarda sıkıştırılmış kahkaha
burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
yolunu yitirenlerin kıyısında armasız,tuğsuz
nedimeleri de olmayacak bu aşkın ancak garipler
aşikar kılınacak kirpiklerinin ucunda incinmişlik
burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
bir çingen gülümseyişinin ısıttığı otağ!
attık her şeyi ateşe keskinliğiyle bakışımızın
elbet beylik kılıcı şiir kızının kalbinde ışıyacak!
burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
gözyaşlarıyla ağlanmayacak çünkü şehzademiz yok
ancak gözlerimizi biriktirebiliriz içimizde
kırdık kafasını zekanın ölümden öte ölüm-çok! -
sabah şiirlerini öğlenleyin yazar olduk ama neyse işte yeni bir şiir...
sezai karakoç der ki...
ben kandan elbiseler giydim hiç değiştirsinler istemedim...
kendinden bir şeyler kattın
güzelleştirdin ölümü de
ellerinin içiyle aydınlattın
ölüm ne demektir anladım
yer değiştiren ben değildim
farklılaşan sendin
sendin bana gelen aynalarla
sendin bana gelen sendin
artık ölebilirdim
bütün istanbul şahidim
ben kandan elbiseler giydim
bundan senin haberin var mı
sezai karakoç