1. “beni güzel hatırla, bunlar son satırlar…”

    farzet ki bir rüzgardım
    esip geçtim hayatından
    ya da bir yağmur
    sel oldum sokağında
    sonra toprak çekti suyu…
    kaybolup gittim
    belki de bir rüyaydım senin için
    uyandın ve ben bittim..

    “beni güzel hatırla, çünkü sevdim seni ben…”

    her şeyini…
    sana sırdaş oldum
    dost oldum koynumda ağladın
    yüzüne vurmadım hiç bir eksikliğini
    beni üzdün kınamadım
    alışıktım vefasızlığa
    el oldun aldırmadım…

    “beni güzel hatırla, sayfalarca mektup ayırdım sana…”

    şiirler yazdım her gece
    çoğunu okutmadım
    sakladım günahını sevabını içimde
    sessizce gittim…
    senden öncekiler gibi sen de
    anlamadın…

    “beni güzel hatırla, sana unutulmaz geceler bıraktım…”

    sana en yorgun sabahlar…
    gülüşümü..
    gözlerimi..
    sonra sesimi bıraktım
    en güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka…
    söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
    vedalar bıraktım duraklarda…
    ne ararsan bir sevdanın içinde
    fazlasıyla bıraktım ardımda…

    “beni güzel hatırla, dizlerimde uyuduğunu düşün…”

    saçını okşadığımı
    üşüyen ellerini ısıttığımı
    mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
    alnından öptüğüm dakikaları…
    birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
    şaşırtmayı severim biliyorsun?
    bu da sana son sürprizim olsun
    şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
    beni güzel hatırla
    gidiyorum…
  2. "muhabbet kuşumuz öldü
    arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak
    biliyorsun ölüm mavi boş bir kafestir kimi zaman
    acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur pollyanna"

    *elimdeki kitabı açtım ve bu şiir denk geldi. bu kötü sabaha da ne yakıştı...
    (bkz: pollyanna'ya son mektup - didem madak)
  3. "dokunmanın doldurulmaz yeri
    sızlıyor şimdi aramızdaki boşlukta.
    sen yoksun, ben yokum
    koca bir geçmiş şimdi tek başına
    alçak sesle konuşmakta..."

    (bkz: timsah sokak şiirleri - murathan mungan)
  4. gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.


    şimdi biz neyiz biliyor musun?
    akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
    birbirine uzanamayan
    boşlukta iki yalnız yıldız gibi
    acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
    bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
    kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
    ne kalacak bizden?
    bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
    sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
    ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
    bizden diyorum, ikimizden
    ne kalacak?

    murathan mungan
    uzun bir şiir en sevdiğim bölümlerini uzun okumaları sevmeyenler için seçtim.
  5. canım birhan keskin'den gelsin bu sabah şiiri...

    bir masal
    bir taş ağırlığında olabilir mi?
    olurmuş meğer.

    birlikte bir masala inanmak istedim
    ben seninle, sadece bu.
    sen beni tek
    tek
    tek
    bıraktın.

    benim artık taş taşıyacak,
    taş kaldıracak, taş atacak
    halim mi var!
  6. ben acıyım. yani senin hazan düşen yüzün. umarsız
    boyun bazan. bazan ağzın, gölgeli gözlerin

    yani çocukluğun. bursa'da bir sokak yani
    (bursa'yı hiç görmemişim gibi gelir bana)

    bir akşam yaktığın mum sonra bir kilisede
    daha hiç bilmediği bir yüz için ölümün

    zaman ki senden başka nedir
    ve hep bir yüz dönüşür bende

    bir yüze
    hem geceyi, hem tanyerlerini taşır kendinde

    ben ki bir yıkıntınım senin, senin büyüttüğün
    acının el yazısında

    ilhan berk
  7. sabah şiirleri olması hasebiyle vera'ya da günaydın diyerek:

    vera'nın uyanışı

    iskemleler ayakta uyuyor
    masa da öyle
    serilmiş yatıyor sırtüstü kilim
    yummuş nakışlarını
    ayna uyuyor
    pencerelerin sımsıkı kapalı gözleri
    uyuyor sarkıtmış boşluğa bacaklarını balkon
    karşı damda bacalar uyuyor
    kaldırımda akasyalar da öyle
    bulut uyuyor
    göğsünde yıldızıyla
    evin içinde dışında uykuda aydınlık
    uyandın gülüm
    iskemleler uyandı
    köşeden köşeye koşuştular
    masa da öyle
    doğrulup oturdu kilim
    nakışları açıldı katmer katmer
    ayna seher vakti gölü gibi uyandı
    açtı kocaman mavi gözlerini pencereler
    uyandı balkon
    toparladı bacaklarını boşluktan
    tüttü karşı damda bacalar
    kaldırımlar akasyalar ötüştü
    bulut uyandı
    attı göğsündeki yıldızı odamıza
    evin içinde dışında uyandı aydınlık
    doldu saçlarına senin
    dolandı çıplak beline ak ayaklarına senin.

    nazım hikmet ran
  8. kuzgun/ edgar allan poe

    ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
    o acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
    neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
    çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
    "bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
    başka kim gelir bu zaman?"

    ah, hatırlıyorum şimdi, bir aralık gecesiydi,
    örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
    işısın istedim şafak çaresini arayarak
    bana kalan o acının kaybolup gitmiş lenore'dan,
    meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili lenore'dan,
    adı artık anılmayan.

    ipekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
    korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
    yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
    "bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
    gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
    başka kim olur bu zaman?"

    kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
    "özür diliyorum" dedim, "kimseniz, bay ya da bayan
    dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
    öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
    yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
    kapıyı açtığım zaman.

    gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
    şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
    sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
    fısıltıyla bir kelime, "lenore" geldi uzaklardan,
    sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
    yalnız bu sözdü duyulan.

    duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
    içimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
    irkilip dedim: "muhakkak pancurda bir şey olacak;
    gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
    yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
    başkası değil rüzgârdan..."

    çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
    bugüne kalmış bir kuzgun pancuru açtığım zaman.
    bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
    süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
    kondu pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
    kaldı orda oynamadan.

    gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
    hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
    "gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
    gelmekten, kocamış kuzgun, gecelerin kıyısından;
    söyle, nasıl çağırırlar seni ölüm kıyısından?"
    dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

    sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
    hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
    ilgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
    kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
    böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
    adı "hiçbir zaman" olan.

    durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
    o kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
    sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
    sustu, sonra ben konuştum: "dostlarım kaçtı yanımdan
    umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
    dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

    birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
    "anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
    insaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
    sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
    umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
    hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

    çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
    bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
    sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
    sonra kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
    ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
    çatlak çatlak: "hiçbir zaman."

    oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
    ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
    durup o kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
    kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
    elleri lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
    değmeyecek hiçbir zaman!

    sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
    melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
    "aptal," dedim, "dön hayata; tanrın sana acımış da
    meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
    iç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
    dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

    "geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
    ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
    bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
    korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
    acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
    dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

    "şu yukarda dönen gökle tanrı'yı seversen söyle;
    ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
    azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
    buluşacak o lenore'la, adı meleklerce konan,
    o sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
    dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

    kalkıp haykırdım: "getirsin ayrılışı bu sözlerin!
    rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
    hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
    dağıtma yalnızlığımı! bırak beni, git kapımdan!
    yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
    dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

    oda kapımın üstünde, pallas'ın solgun büstünde
    oturmakta, oturmakta kuzgun hiç kıpırdamadan;
    hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
    bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
    o gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
    kalkmayacak - hiçbir zaman!

    çev.:ülkü tamer
  9. gerçi öğlen oldu ama bu gün hüseyin atlansoy 'dan bir şiir bırakalım . kime ?
    sebepsiz yere hüzünlenenlere...

    sebepsiz hüzünler sultanlığı

    burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
    kül burada her şey; aşk,bilgi ve keşif
    zaman şu an ve mekan şu nokta
    gelir geçer sultanlık hafif ve gözyaşlarıyla

    burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
    yok burada gözlem,deney ortamları ve varsayım
    hipotezler,büyük teoriler,hatta bilimsel yasa
    ülkem; laboratuarda sıkıştırılmış kahkaha

    burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
    yolunu yitirenlerin kıyısında armasız,tuğsuz
    nedimeleri de olmayacak bu aşkın ancak garipler
    aşikar kılınacak kirpiklerinin ucunda incinmişlik

    burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
    bir çingen gülümseyişinin ısıttığı otağ!
    attık her şeyi ateşe keskinliğiyle bakışımızın
    elbet beylik kılıcı şiir kızının kalbinde ışıyacak!

    burası sebepsiz hüzünler sultanlığı
    gözyaşlarıyla ağlanmayacak çünkü şehzademiz yok
    ancak gözlerimizi biriktirebiliriz içimizde
    kırdık kafasını zekanın ölümden öte ölüm-çok!