• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.67)
the zero theorem - terry gilliam
12 maymun ve brazil’in yönetmeni terry gilliam’dan görsel bir şölen!usta yönetmen terry gilliam’ın son filmi “the zero theorem / sifir teorisi”, 1985’te brazil’le başlayıp 1995’te 12 monkeys / 12 maymun’la devam eden distopya üçlemesinin son halkası. 1984vari distopik bir gelecekte geçen filmde, insanlarla iletişim kurmayı pek sevmeyen bilgisayar dehası olan qohen’in hikayesi hayatın anlamını aradığı bir maceraya dönüşüyor. qohen, her şeyin aslında hiçbir şeye eşit olduğunu ispatlanmaya çalıştığı gizli bir projeye bulaşır. ancak toplumu kontrol eden yönetim onu bu projeden uzaklaştırmak için ona aşık olabileceği bir hayat tasarlamak dahil her şeyi yapacaktır. terry gilliam’ın geleceğe dair karanlık bir portre sunduğu film kapitalizm ve inanç sistemlerine dair çarpıcı eleştiriler içeren bir taşlama.


  1. terry gilliam^:terry gilliam^ ustanın 2013 yılında çektiği film.

    anlaşılması zor, elinde kalemle film izleme, sinemada sembolizm meraklılarının ağzından salyalar akıtarak izleyeceği, ancak gene de zor anlaşılacak, benim de hayatımda izlediğim en zor, lakin en iyi filmlerden birisi.

    çok yüzeysel bir şekilde konusunun üstünden geçmek gerekirse, qohen leth ( bundan sonra q olarak geçecektir ), evindeki telefona kimden olduğunu bilmediği ve kendisine hayatın anlamını söyleyeceğine inandığı bir telefon çağrısı beklemektedir. ancak, iş yerinde geçirdiği zamanlarda gelecek çağrıyı kaçıracak olmaktan duyduğu korku ve hasta olduğuna - öldüğüne - inandığı için, kendisine verilen işleri evden yapmak istemektedir. zamanla şirket, bu isteğini kabul eder. ancak, " her şeyin hiç bir şeye eşit olduğu " sıfır teorisini kanıtlayacak bir görev karşılığında. film boyunca q 'nun bu hikaye etrafında şekillenen yolculuğunu izliyoruz. bir çağrının yaşamına anlam vereceğine inat etmiş ve çağrıyı bekleyip durmuş, bunun sonucunda da anlamsız bir hayat sürmüş q 'nun hikayesi...

    konu hayatın anlamı / amacı doğrultusunda gelişince, derin bir felsefe, filmin semboller etrafında şekilleniyor olması, hele ki gilliam gibi bir yönetmen söz konusuysa, yukarıda ki basit giriş, giriş olarak kalıyor.

    film, derin bir varoluş sorgulaması, din (inanç), tüketim toplumu ve kapitalizm eleştirisi.

    gilliam 'ın sembolleri, her ne kadar kendi düşüncelerini ifade etme yolu olarak görülebilecek ise de, amaç olarak seyircinin doldurabileceği boşluklar amaçlanmış gibi duruyor. yada bolca eleştirildiği yönü gibi, gilliam 'ın daha önceki işlerine nazaran daha özensiz ve düşük profilli bir film. ben genede, bu aksaklıkların, seyircinin doldurması amaçlanarak bu kadar ucu açık bırakıldığına inanmak istiyorum.

    gilliam 'ın yarattığı dünya, ne kadar distopik görünse de, bolca bu günün temelleri üzerine kurulduğundan dolayı hiç de yabancı gelmiyor ve açıkçası çokça etkileyici de görünmüyor.

    bugünden tek farkı, kavramların da, görselliği gibi bugünün abartılmış bir yansıması olması.

    !---- spoiler ----!

    q yangından sonra terk edilmiş bir kilisede yaşıyor. inançla bu kadar derdi olan bir adam ( ve film ) için oldukça uygun bir seçim. tanrının varlığının yansıtıldığı bir vasıta olarak kilise, içinde şirket tarafından q 'yu izlemek için döşenmiş kameraların yarattığı “ big brother is watching you “ etkisiyle, aslında finale kadar gidecek din – kapitalizm ilişkisini de destekliyor. her ne kadar bu referans, uhrevi etkisini kimse üzerinde göstermese ve sadece bir mekan olarak kalsa da...

    film dinle ilgili yargısı konusunda ilk golünü, q ‘yu kiliseden ilk dışarı çıktığında atıyor. “ everything under control , corporation is watching “ ve “ the church of batman the redeemer needs you! “ slogan ve reklamları arasında kalıyoruz. dark knight temel alındığında, batman bu noktada yanlış seçilmiş bir referans olarak görülebilir aslında. ortada kendisini bir süper kahraman olarak görmeyen, sadece insanların kendi özgürlükleri için mücadele edebilecek yetkinlik ve aydınlanmaya kavuşana kadar şehrine sahip çıkan bir bekçi olarak nitelendiren bir karakter olsa da, marvel ve dc gibi yaşamaya çalışmak için satmaya, bu nedenle de insanların süper kahramanlara ihtiyaç duymasına gerek duyan şirketler üzerinden dinin gerekliliğine ve geleceğine yapılan bir eleştiri olarak okunabilir sanırım yapılan. kapitalizm satmaya ihtiyaç duyuyor, insanlarsa inanmaya. süper kahraman olsa bile... bu noktada filmin günümüze yakın bir gelecekte geçtiğini de söyleyebilirim.

    popüler kültüre yapılan göndermelerin sınırı yok aslında filmde. batman bu konuda girişi yaparken, “ q ‘ya söylenen “ you are the choosen one “ cümlesi, aslında kendini özel sanıp, zorunlulukları aynı olan, kovanda ki diğer işçi arılardan birisi olduğunu fark etmeyen q üzerinden, zamanla bireyin yalnızlaşması ve kendini farklı görme ihtiyacının dile getirilişi. belki de q ‘nun problemi de bu. q ‘nun arayışı temelde hayatın anlamı, varlık sebebi. derinde ise, seçeneğin bol, zamanın az olduğu kaos dolu bir dünyada neye ihtiyacı olduğunu anlama, mutlu olmak için neye ihtiyacı olduğunu bulma arayışı. hayatını, gizemli bir sesin hayatta ne yapacağını söyleyeceğini bekleyerek geçiriyor. gelecek çağrının ise telefon hattından değilde, ruhundan geldiğini, onunla bağlantı kurması gerektiğini anlayamıyor. aynı batman dini gibi, ihtiyaç duyulmaya ihtiyaç duyuyor aslında. hayatına bir anlam katabilmek... bu gerçeği kavradıkça, sevgiye kavuştukça, acı çekiyor ama özgürleşiyor. etrafında ki duvarları kırıyor, önce kilise duvarlarında ki kameraları kırıyor, sonra isa heykeline bağlanmış kameraların sonuncusunu indirmek için isa heykelini...

    filmin yıldızlarından birisi de, q ‘nun çalıştığı şirketi ( mancom ) temsil eden matt damon. filmde “ management “ olarak vücut buluyor. her ne kadar madden görünse de, benim yorumum aslında q ‘nun yarattığı bir yansıma olduğu. mancom ‘un sloganı “ mancom hayatta ki güzel şeyleri anlamlı kılar “. din – kapitalizm, hangisi olursa olsun, dayatılan ihtiyaçların bireyi sürüklediği yalnızlığı aslında mancom referansıyla daha iyi görüyoruz. internetin bütün evlere girmediği ve kafelerde insanların yan yana oturup, icq – irc üzerinden chat yaptığı günlerde ki gibi, yapılan en akılda kalıcı eleştiri “ adam yanındakiyle konuşmuyor da, internetten yazışıyor “ tarzı, tüketim çılgınlığının sembolü cep telefonları ile, partide bile kulaklıkla müzik dinleyen insanlara, ölmek üzere olan birisini kurtarmak yerine cep telefonu ile fotoğrafını çekenlere, birbiriyle dans ederken bile elinde ki tableti kurcalayanlar ile dolu film. kaldı ki, q işini mancom 'da yaparken de görüyoruz ki, insanlar birbiriyle etkileşime girmeden, sadece bir koltuk ve bilgisayar karşısında, " işini " yapıyor. q 'nun evde çalışmak istemesini desteklemek için sürekli " iyi değiliz, ölüyoruz " yakınması bile karşılığını bulmuyor ve bireyin sömürüsü devam ediyor, q iş yerinde çalışmaya devam ediyor. ta ki, q 'ya sıfır teorisini kanıtlayacağı görev verilene kadar. bundan sonrası q 'nun yaşadığı kilisede geçiyor. şirket tüm kiliseyi kameralarla dolduruyor ( big brother ), bilgisayar sistemini yeniliyor, hatta management 'in oğlu, bob dahi ona yardımcı olmak için görevlendiriliyor. bu arada, q ne kadar inanç dünyasında yaşıyorsa, bob 'da o kadar ateizmi temsil ediyor.

    q bir süre sonra yaşadığı dünyadaki bu kapitalist ideolojinin antitezini buluyor. bainsley çıkıyor karşısına, kendisine ihtiyaç duyabilecek, ihtiyaç duyabileceği bainsley. bainsley bir nevi eskort kız. q sperme benzeyen komik bir kıyafetle bilgisayar üzerinden bainsley ile hayal dünyasında yolculuklara çıkıyor, ihtiyaçlarını keşfediyor, gerçek dünyaya dönmeye başlıyor ve yavaş yavaş telefonu beklemekten vaz geçiyor, belki unutuyor, yada öncelikleri değişiyor, sevmeye başlıyor. giydiği kıyafet gerçekten komik geldi bana ve gerçekten de sperme benziyor. belki de kendini yeniden yaratma sürecinde olduğunu düşünürsek, bu; mantıklı bir benzetmedir.

    !---- spoiler ----!

    filmin başrolü son zamanlarda oscarla bolca haşır neşir olan christoph waltz. mimikleri ve özellikle bakışları o kadar kusursuz ki, o olmasaydı film çok daha fazla puan kaybederdi gibime geliyor.

    anlaşılması zor bir film. amaçlanan kesin yargılara varılmasından ziyade, izleyenin kendine göre sonuçlar çıkartması gibi geldi bana. ucu açık bir çok nokta var, semboller ve referanslar nedeniyle kesin sonuç budur diyemeyeceğiniz bir film. temelde üzerine kurulduğu söylem son derece vurucu aslında. bunlar filmi çekici kılıyor, ancak kesinlikle, üzerine kafa yorulmadan izlendiğinde de keyif verecek bir film değil. gilliam ‘ın benzer diğer filmlerinden ( 12 maymun ve brazil ) bu noktada ayrılıyor. o nedenle, izlemek isteyenin iki kere düşünmesini öneririm, çünkü ilk izlendiğinde çok da bir anlam ifade etmeyecek bir çok noktaya sahip ve ikinci kez izlemeyi gerektirebilecek bir film.

    ha bir de; peter stormare var, daha ne olsun işte.

    “ insanoğlunun en hüzünlü tarafı bir tanrıya inanmış olması. veya başka bir deyişle bu hayattan daha büyük bir amaca inandığı için sürdüğü hayatı anlamsız kılması.
  2. terry gilliam'ın brazil ve twelve monkeys filmlerinin ardından yine fütüristik bir dokunuşla ve distopik bir kurguyla karşımıza çıktığı mind fucking sinema yapıtı.

    !---- spoiler ----!

    filmin içeriği (görsel sunumu, replikleri, kurgusundaki çeşitli ironik bileşenleri, vesair) o kadar çok sembolik gönderme ile dolu ki, kısa bir süre sonra sahnelerde sübliminal mesajlar ve alt metinler aramaktan filmin ana kahramanı qohen'in kafasına ulaşıyorsunuz. aynı şekilde, filmin sonunda da kafa karışıklığı hissine kapılıyor, sanki giriş ve gelişme bölümlerinde bir şeyler kaçırmış olduğunuzu düşünüyorsunuz. filme yönelik eleştiriler genel olarak giderek biraz düşen temposu ve çok fazla simgesel anlatıda bulunma gayreti üzerine yoğunlaşmış. fakat, filmin sonuyla birlikte izleyicide yarattığı kafa karışıklığı, tıpkı hayatın belirli noktalarında durup duruken ardına bakma, geçmişte yaşadıklarına dair muhakeme yapma ihtiyacına kapılan insanın istençsizce kendini içinde bulduğu kafa karışıklığı gibi. benim açımdan sırf bu yünüyle bile kült yapıt olma özelliği taşıyor. ingmar bergman'ın kış ışığı (nattvardsgasterna) ve yedinci mühür (det sjunde inseglet) yapıtlarında olduğu gibi, filmin sorusu ve sorunu başından bellidir, kendini gizlemez, ama filmin sonunda da soruların cevabı bulunamaz. çünkü, nesnel yargılarla cevaplanamayacak soru ve sorunlar için en makul olan, öznel yargılar için spekülatif ortamı sağlamaktır.

    yönetmenin daha önceki çalışmalarından (monty python's) the meaning of life filmine baktığımızda, orada insanın varoluş gayesinden ziyade yer yer insanı bilinçsiz tüketime yönelten düzene dair eleştirilere değindiğini görüyoruz. terry gilliam'ın insanın varoluş sorgusuna değinen bu filmindeki eleştirilerinin yönü de yine aynı. peki, burada insanın varoluş gayesine değinirken bilinçsiz tüketim olgusuna dair eleştirilere neden bu kadar vurgu yapılıyor? cevabı basit: çünkü insanın ömrü de tüketim unsurunun, tüketim etkinliğinin bir parçası. üretici olun ya da tüketici olun, sıradan olun ya da yaratıcı olun, hayatınız boyu varoluşunuza dair bir takım soruların peşinde olun ya da hayatınızı sizi tatmin edebilecek cevaplara hâlihazırda sahip olarak yaşadığınızı farz edin, hiç fark etmez, hayatınız öyle ya da böyle eninde sonunda tükenecek olan bir kaynak!

    filmde tüketim toplumuna karşı ağır bir eleştiri söz konusu. insanın tüketim ihtiyacı, kişisel bir eğilim olmaktan çıkıp tamamen toplumsal bir norm hâlini almıştır. çünkü, insanların sosyal hayattaki varoluşları, toplumsal aktivite ve bütünleşme biçimleri başlı başına bir tüketim etkinliğidir ve bu yönüyle tüketim, bireyin özgür etkinliklerinden biri olmaktan uzaktır. fakat, tüketime yoğunlaş(tırıl)mış bir toplumda çevresindeki insanlar bu düzenin bir parçası iken ana kahramanımız qohen'i ise tüketim furyasının dışında kalan bir birey olarak görüyoruz. onu sıradışı kılan şey, tüketim toplumunun bir bug'ı olması ya da bir başka ifadeyle, bir nevi içinde bulunduğu sistemin antitezini teşkil etmesi. filmin bir repliğinde geçen "minimalist görüntüde maksimum zekâ oranına sahip olma" sanırım qohen'i tanımlayan en iyi ifade.

    ve fakat, sistemi yönetenler tarafından insanların bilinçsiz tüketiciler hâline getirilerek köleleştirildiği bir ortamda bu düzenin bir antitezini teşkil etmek, en nihayetinde qohen'i bir "bilinçsiz tüketici" olmaktan ve tıpkı diğerleri gibi sadece sistemi besleyen bir "vasıta" olarak kullanılmaktan kurtarmıyor. evvelce de belirttiğim üzere, insanın ömrü de başlı başına bir tüketim unsuru. daha fazla ihtiyaç tayin et, olabildiğince onları tatmin et ve bu şekilde kısacık ömrü daha anlamlı hâle getir eğiliminde yaşayan diğer insanların aksine, qohen, sahip olduğu o kısacık ömre bir yön vereceğini vadeden bir tebliğin beklentisine saplantılı hâlde kalmış tekdüze hayatını sadece yaşamsal gereksinimlerini karşılayarak sürdürüyor. filmde geçen bir diyalogda, "ben de tıpkı diğerleri (insanlık) gibi sadece kovanı (dünya ya da dünya düzeni) için çalışan arılardan biriyim" diyen qohen, bu sözünde belirttiği üzere, kendisini ontolojik bakımdan diğerlerinden farklı ya da özel kılacak bir cevap bulmanın beklentisinde değil. aslında bir hiç uğruna yaşadığının ve ömrünün gün be gün tükendiğinin farkında. hayatındaki bu hiçlik olgusunun yarattığı kaosu gidermek için kendisine yönergeler verileceği saplantısında. fakat, kendi içindeki "hiçliğin varlığını ortadan kaldıracak" bu yönergenin temini karşılığında, ironik bir biçimde, "hiçliğin varlığını ispatlayacağı" bir projenin inisiyatifini alıyor. zaten, onu sistemi yönetenlerin kendi çıkarları için kullandıkları bir vasıta kılan da bir bakıma tek lüksü diyebileceğimiz bu dışa bağımlı saplantısı. filmin tüketim sorununu ele alırken, ihtiyacın niteliksel ve/veya niceliksel bağlamdaki mevcudiyetinden ziyade teminindeki dışa bağımlılık üzerinde durduğunu söyleyebiliriz ki, zaten distopyalarda bireysel özgürlüğün olmadığı dünyalar kurgulanır. kapitalizm dediğimiz şey de kısaca "üretim gücüne sahip olup tüketim gücüne yön verme" olarak ifade edilebilir. filmde sadece patronun işin ve iş yerinin sahibi oluşu, işçilerin yaptıkları işe ve çalıştıkları yere olan bağlılıklarının yüzeysel kalması, hatta patron çocuğunun bile hayli ilgili tutumu ve verimliliğine rağmen babasının işinde sadece bir stajyer olarak çalışıyor olması gibi günümüz iktisadî hayatına dair (sadece varlığı ile kendi eleştirisini doğuran) gerçeklere de vurgu yapılmakta.

    filmin çokça vurgu yaptığı şeylerden biri de giderek tüketim unsurunun temel dinamiklerinden biri hâline gelen sanal gerçeklikler ve simülatif zeminler. qohen'in ikide bir "0=%100 olmalıdır" şeklinde gelen ikazlarla asabının alt-üst edildiği matematiksel yöntemli kuram çalışmasını yürüttüğü ortam simülatif zeminli mesela. yine, otoriteyle ilişkisinin sona erişinin akabinde ve kendi kaosuyla yüzleşmesinin ardında ulaştığı anti-kaotik yer de sanal bir gerçeklik, ki burada, insanın sahip olduğu hayâl gücünün bile - john locke'un tabula rasa (boş levha) önermesine gönderme yaparak - zihnimize sonradan yerleşen/yerleştirilen verilerin nitelik ve niceliklerine bağlı bulunduğu çıkarımı da yapılabilir.

    filmde bir bölümü sembolik olmak üzere pek çok ironik durum ve gönderme mevcut. bu yüzden filmin detayları üzerine daha çokça kafa yorulabilir. örneğin, ana kahramanımızın her şeyin hiçbir şeye eşit ve anlamsız olduğunu ispatlayacak bir kuram üzerinde çalıştığı mekânın, tam aksine her şeyin özünde tek bir amaca yönelik olduğu görüşünü savunmak üzere inşa edilen yarı harabe durumda bir kilise binası olması gibi. geçmişe baktığımızda, aydınlanma dönemiyle birlikte bilimsel ve düşünsel gelişmelerin ivme kazandığı süreçte, teist yahut ateist olsun, birçok bilim ve düşünce insanının ilk eğitimlerinin kilise öğretileri üzerine olduğunu görüyoruz ve bu insanlar aldıkları o kilise öğretilerini kısmen değiştirecek ya da bütünüyle ortadan kaldıracak çalışmalara imza atmışlardır...

    filmde inşa edilmeye çalışılan kuramın sürekli yüzde doksan küsürlü oranlarda dolaşan sebep-sonuç ilişkileri ortaya koyması, fakat kendi içinde bir bütün oluşturmayı, mutlak bir yargıya varmayı başaramaması, nihilizmin yahut ateizmin, varoluşun rastlantısal olduğu görüşünün kendi içindeki bir özeleştirisi gibi duruyor.

    başlığın bir önceki girdisinde filmin üzerinde durulması icap eden - ama benim bu yazımda üzerinde durmadığım - belli başlı göndermelerine gayet güzel değinilmiş. bu yüzden, filmin detayları üzerine daha fazlası için bir önceki gönderiyi referans gösterebilirim.

    !---- spoiler ----!