• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (7.25)
uykuların doğusu - hasan ali toptaş
sonra, biliyor musun, aslında zihin denen fahişe de bir hikâye anlatıcısıdır, derdi. sonra, görünmeyeni anlatmak hüner değildir, tam tersine bir çeşit kabalıktır ve ayıptır, görünmeyeni sadece görünür kılacaksın hasanım ali, derdi. sonra, akıl insanın en büyük yarasıdır, kalemi eline aldığında aman ha ondan uzak dur, fazla sokulma, derdi. sonra, haydar'ın nasıl büyük bir iştahla başını salladığına bakarak, hikâye anlatırken kelimeleri habire kusmayacaksın hasanım ali, birçoğunu yutacak ve kâğıdın üzerine de yuttuğun kelimelerin boşluğunu bırakacaksın, derdi. (kitap bilgileri idefix'den alınmıştır.)


  1. uykuların doğusu’ nu, belediye otobüslerinin o bildik uğultusunu( öksürenleri, gülüşenleri, konuşanları, tartışanları) işiterek okumaya başladım ve bitirdim. ve bu işittiklerim elimde ki kitaba daha çok odaklanmamı sağladı, sanırım. çünkü roman da anlatılanlar yaşadığım şehrin uğultusuna benzer uğultulara sahip bir şehirde geçiyor. bazı sayfalarda; uğradığı haksızlık sonucu yollara düşen, kuyruğu uzadıkça uzayan bir adamın, bazı sayfalarda evliya çelebi’ nin seyahatname’ sinde ismi geçen ‘horoz dede’ adında bir ihtiyarın mezarını arayan başka bir adamın, bazı sayfalarda; bir tas su taşıyan oğluyla beraber kimsenin görmediği bir kuşu arayan bir başka adamın ve bazı sayfalarda; hikâyenin anlatıcısının kelimelerinin peşinde takılıp, çok da yabancı olmayan bu şehrin caddelerini, sokaklarını, viranelerini, harabelerini dolaştım:

    “bir zaman, gar binasının önünden geçerek balık pazarına doğru uzanıp giden caddeyle bu caddenin kenarındaki apartmanların içler acısı yoksulluğuna baktım sözgelim; bir zaman kubbelerin, vinçlerin ve gökdelenlerin heybetine, bir zaman şehrin tepesine çakılıp kalan dumanların ağırlığına, bir zaman da ufuk çizgisine gömülmüş gibi gözüken soluk renkli suların ıssızlığına baktım. o sırada hâlâ sana anlatacağım hikâyenin nereden başlayacağını bilemediğim için, tuttum, bıkkın bir ifadeyle caddedeki sokak köşelerine de baktım hatta; köşelerden fışkıran bulanık gürültülere, gürültülerin içinden gelip geçen beli bükülmüş kamyonetlere, kamyonetlerin taşıdığı yüklere ve bu yüklerden koparak boşlukta incecik titreşimler halinde uçuşan çeşitli renklere de baktım. sonra, belki caddeyi dolduran o başsız kıçsız kalabalığın yoğun ter kokuları eşliğinde sağa sola nasıl koşturup durduğuna da bakacaktım ama, fırsatım olmadı.”

    sonra, efendime söyleyeyim, kitapta anlatılan bu şehrin sokaklarını gezerken zaman zaman üzerime dikilmiş bir çift göz hissediyordum. bu hissin sebebi, otobüste yanımda oturanın gözlerini okuduğum sayfaya dikmesinden dolayı değildi. bizzat kitabın kendinden kaynaklanıyordu. böyle hissettiğim zamanlar; maurice blanchot’un karanlık thomas romanını hatırlıyordum. maurice blanchot’un bu romanında thomas’ın kitap okurken, baktığı sayfalarda ki kelimeler tarafından izlendiğini anlattığı bir bölüm vardır. bende uykuların doğusu’ nu okurken kimi zaman kelimeler tarafından izleniyor olma durumunu düşünüyordum. yine böyle düşünürken anlatıcının şu satırlarıyla karşılaştım:

    “bakarken, bir an için önümdeki kâğıtların beyazlığı da yansıdı hatta bakışlarımın içine. sonra, hep birlikte canlanıp birdenbire kâğıtların üstündeki harflerin duruşları da yansıdı ve bunlar neredeyse ormanlara özgü derin bir uğultuyla, boşlukta, benim kirpiklerime ve göz kapaklarıma çarpa çarpa acayip bir şekilde uçuşmaya başladılar. tabii, o sırada haydar bana demir parmaklıkların gerisinden değil de, sürüler halinde uçuşan bu mürekkep kokulu harflerin arasından bakıyormuş gibi de oldu. harflerin hızından ve özünden bakıyormuş gibi de oldu sonra. hatta yeşile çalan o kocaman gözleriyle harflerin yüzünden bakıyormuş gibi de oldu.”

    hasan ali toptaş’ ın uykuların doğusu romanı dediğim bu romanı okurken, günün yorgunluğundan mıdır, otobüsün sarsıntısından mıdır? göz kapaklarımın ağırlaştığı oluyordu. uyumamak için kendimi toparlıyor, okuduklarımın uyku ve uyanıklık aralığında ki bilincimin kurgusu mu, yoksa baktığım sayfa da yazılanlar mı, olduğunu anlamak için aynı sayfayı tekrar okuyordum. okudukça, hasan ali toptaş’ın da yazdığı gibi parça parça uyanıyordum:

    “insan herhâlde uykudan kalkınca hemen uyanmıyor da, bir şeyleri gördükçe, o gördüğü şeyler kadar parça parça uyanıyor, diye düşünüyordum. masayı görmüşse masa, kitapları görmüşse kitaplar, giysileri görmüşse giysiler, duvarları görmüşse duvarlar kadar uyanıyor, diyordum sözgelimi. bir bakıma, insan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykuda oluyor, diyordum.”

    böyle böyle bitirdim kitabı. ya da bitirdiğimi sandım çünkü son sayfa, okuyanı tekrar ilk sayfaya götürüyor ve sonsuz bir hikâyenin içine çekiyor.