1. geçicilik^:on transience^ makalesinde freud şair rilke ile olan bir konuşmasını yazıyor: şahane bir bahçede yürüyorlar ve birden rilke ağlamaklı oluyor, ama çok boğuk bir ifadeyle. freud soruyor, ''derdin nedir? mis gibi bir hava, fevkalade bitkiler, derdin ne oğlum?'' rilke cevaplıyor, ''iyi hoş ama bir gün hepsi bitecek.''

    tüm bitkiler, ağaçlar, canlı olanın canlılığı ve tabi hayat bir gün çürüyecek, çürüyerek yok olacak. geçiciliğin var olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimizde, her şey kuytu bir anlamsızlıkta çözünecek. belki de varoluşun en büyük sancısı, kendi kendini imhası, entropidir.

    belki de bu yüzden aşık olmakla mutsuzluk aynı hazzı verir; ya da coşkuda bir üzüntü vardır. güzel olanın insanı hüzünlendirdiği olur bazen; çünkü güzel olan aslında bir yanılsamadır, işaret ettiği şey istisnadır, daha fazla olanın tasavvurudur, gizli bir kapı imgelemidir, içine düşülecek bir tavşan deliğidir. ama her ne ise, her seferinde geçicidir ve sanıyorum ki bu bir çeşit trajedidir; ölümün ve varoluşun aksinin olduğu her şey trajedidir, yaşam da kendini doğal düzende buna dahil eder. belki de bu yüzden melankoli, sevginin peşi sıra gelir.

    bu yüzden henüz kaybetmediğimiz bir şeye nostaljik yaklaşırız, çünkü geçici olduğunu biliriz. bu sancının üstesinden gelmenin yolu var mıdır? daha mı çok sevmeliyiz? daha mı sıkı tutmalıyız? ya da tüm bağları kopararak budist bir yaşama mı taşınmalıyız? bildiğimiz, sahip olduğumuz her şeyin bir gün elimizden alınacağı gerçeğini görmezden mi gelmeliyiz? bunu kabullenemeyeceğim aşikar.

    geçiciliğe ve entropiye kafa tutmanın yolu nedir? filmler, müzik ve şiirlerdir. birbirimize daha içten tutunup, ''bırakmayacağım, çürüyene kadar çürümene izin vermeyeceğim. içinde bulunulan anın süreksiz doğasını kabul etmeyeceğim. varlığı, varoluşu sınırlarından öteye taşıyacağım, hiçbir şey değilse deneyeceğim.''demeli. dylan thomas'ı okumalı:

    do not go gentle into that good night,
    old age should burn and rave at close of day;
    rage, rage against the dying of the light.

    though wise men at their end know dark is right,
    because their words had forked no lightning they
    do not go gentle into that good night.

    good men, the last wave by, crying how bright
    their frail deeds might have danced in a green bay,
    rage, rage against the dying of the light.

    wild men who caught and sang the sun in flight,
    and learn, too late, they grieved it on its way,
    do not go gentle into that good night.

    grave men, near death, who see with blinding sight
    blind eyes could blaze like meteors and be gay,
    rage, rage against the dying of the light.

    and you, my father, there on the sad height,
    curse, bless, me now with your fierce tears, i pray.
    do not go gentle into that good night.
    rage, rage against the dying of the light.
  2. kainat üzerinde kendi varoluşunun farkında olup bundan dolayı izdirap duyan tek organizma insandır.

    öyle bir bilinç duzeyine erişmiştir ki surekli kendi varoluşunu sorgular. neden var olmuştur? kim tarafindan var edilmiştir? yoksa ilahi bir güç mü kendisini var etmiştir? tesadüfen mi varolmustur? yaşama amacı nedir?

    bu elem verici sorular arasında sıkışıp kalmıştır insanoğlu. sorularının tatmin edici cevabını bulamadığı için sürekli bir keder halindedir. ve de cevap bulamadan azot döngüsüne karışıp gidecektir.
  3. varoluşunun bir öz taşımadığını, ona dışarıdan verili bir buyruk, üst alemden pay alan bir ruh verilmediğini anladığında, özgürlüğü yüzüne çarpar insanın. kimsesizdir o. arzularıyla, toplumun yarattığı kimliğiyle, kendinden ve tüm insanlardan sorumlu olduğu gerçeği arasındaki ikilemden dolayı ızdıraba mahkum olur. tanrı yoktur ve o her şeyden sorumludur. çalacak mıdır, tecavüz mü edecektir yoksa sorumluluğunun bilincinde olarak mı eyleyecektir? işte bunun getirdiği acı, kimsesizliğinden duyduğu çaresizliğe eklendiğinde ortaya çıkandır varoluş sıkıntısı, elemi.
  4. bence varoluşumuzla beraber hepimize otomatik olarak yüklenen acı. zannımca tüm acıların anası. insanların bir kısmı bu acıyı adlandıramaz, gündelik sorunların ardına gizler, "düşünmemek mutluluktur" der; diğer bir kısımsa farkında olmadan bu sancı tarafından yutulanlardır, düşünmek istemese bile her yol bu sancılı hisse çıkar. çünkü gerçek budur. bu belirsizlik, bu "herkes işini gücünü bırakıp şu an burada ne yaptığımızı ve tam olarak ne olduğumuzu düşünebilir mi?" sorusudur.
    bazen fiziksel bazen psikolojik kramplarına saplanılan bu farkındalık hepimizin bu dünyaya gelir gelmez peşinden koşmamız gereken histir bence. başını ve sonunu bilmediğimiz bir labirente bırakıldığımızın farkına neden varmak istemiyoruz? gündelik saçmalıklarla geçen zamanlar, aslında hiçbir anlamı olmayan hedeflerin peşinde koşarak yorulan bedenler... peki neden aslında en önemli sorumuzu sormuyoruz? biz sanırım gerçekten geri zekalıyız. ve hak ettiğimiz işkence de bu belirsizlik.
    inanın ki bazı zamanlar sokaktan birilerini çevirip ne yapmam lazım diye sormak istiyorum. ama her sorunun cevabı olmak zorunda değil ya da cevabın yoldan geçen ellili yaşlardaki bir adamda olduğuna inanmak istemiyorum.
    inanılmaz sıkıldım, artık bir şeyler olsun. bu terk edilmişlik hissi ve bu anlamsız, sürüklenerek giden yaşam içimi çürütüyor. en çok da bunları her konuştuğumda "ay yeter içim sıkıldı, saçma sapan şeyler söyleme, sus!" diyen insanların zihinlerini kaplayan küçük baloncuğa baktıkça çürüyorum. kafatasım yeterince koruyucu değil sanırım benim ya, her düşünce aklıma girip çıkabiliyor. tüm hücrelerim seçici geçirgen bir zara sahipse niye beni bunca aptallıktan korumuyorlar ki? çok kırgınım. sanırım gidip biraz kafamı duvara vuracağım.
    jole
  5. aslında hayatının bir anlamı olmadığını fark eden insanın düştüğü sıkıntı demek daha doğru olur bence. korkunç bir kandırılmışlık hissi... içine girince çıkılamaz ve dönüşü olmayan lanet...
    kahve
  6. antonie roquentine'in dibine kadar yaşadığı acı. her insan farkında olmasa da bir gün yaşayacaktır veya yaşamıştır.
  7. bilinç bir kez bu sıkıntının farkına vardığında, sonu gelmez bir düşünce mekanizmasının tetiği çekilmiş olur. aslında her şeyin, insanoğlunun varlığına anlam katmak için oluşturduğunu anlamak kişiyi korkunç bir boşluğa sürükleyecektir.

    tedavisi yoktur, psikolojik durumunuza göre şiddeti artıp azalabilir.

    philip k. dick'in do androids dream of electric sheep kitabında şöyle der;

    ancak bir insan, başka bir insanın duygularını anlayıp, sempati duyabilirdi. empati belli ki sadece insan topluluklarına özgüydü. oysa pek çok canlı zekâya sahipti. karşındakinin hislerine empati duyma kabiliyeti, aynı zamanda zarar görmemiş içgüdüsel bir grup psikolojisini gerektiriyordu. doğada yalnız yaşayan örümcek gibi canlılar için bu duygu tamamen gereksizdi, hatta bu his örümceğin şuurlu bir şekilde avının yaşama isteğini fark etmesine neden olup, onun içgüdüsel yaşama yeteneğini tamamen yok ederdi. bunun sonucunda hemen hemen tüm yırtıcı hayvanlar, hatta kedi gibi gelişmiş memeliler bile açlıktan ölmüş olurlardı.

    bu duyumsama yeteneğine sahip olanlar otobur olanlar veya et yemeyen otoburlarla sınırlı olmalıydı. çünkü eninde sonunda bu yetenek avcıyla avlananın, yenenle yenilenin arasındaki farkın kaybolmasına neden oluyordu.
  8. bu sancı varoluşta değildir.
    varolmanın bilincinde olmakla beraber varolduğunu bilmenin bilincinde olmaktadır. çünkü aynı varolan aynı zamanda yok olacağının da bilincindedir.

    tam da bu noktada varolmak yok olmaklığı öncelediği için yani varolmanın sonucu olarak yok olunacağı hissine neden olduğu için zul olur.

    burada var ile yok birbirine geçer.

    hegelien düşünerek özetlersek; var olmakla yok olmak bir ve aynı şeydir.