1. sıdıka kitabında yer alan bir atilla atalay öyküsü.

    !---- spoiler ----!

    onun hakkında rivayet muhtelifti.. “kore harbi’nde kafayı yemiş… gençliğinde müzeyyen senar’a tutulmuş, kadın tersleyince hayata küsmüş… atom mühendisliği son sınıfı fazla zekâdan terk etmiş…” neydi, nasıldı, bilemiyorum ama, herkes gibi ben de onu tuhaf bir saygıyla karışık, içten içe seviyordum…
    yaşar baba insanlarla pek konuşmuyordu… ama diğer “şeylerle” inanılmaz muhabbeti vardı… onu ilk kez bir kediyle konuşurken gördüm… “boku pek kıymetli namussuzun, mücevher mi sıçıyosun lan sen?” diye bağırıyordu… “bi daha bu çiçeklerin üstüne etmiyceksin, yakışıyo mu senin gibi efendi bi kediye… yazık, kalıbına yazık”… kediyi “psikolojikman yıkmıştı” resmen…
    sonraları sürekli tamir halindeki yaşlı arabasıyla konuşurken gördüm onu…arabasına “kızım, kart kızım benim” diye sesleniyor, saatlerce sitem ediyordu… allahım, o ne muhabbet… sanki arabası gerçekten kart bir kızdı ve onu dinliyordu.
    ara sıra benim de arabayla konuştuğum olmuştur… kimbilir belki de bir kediye de iki çift laf etmişimdir… ama yaşar baba’nın ki bir başkaydı. nezih yeminler ediyordu: “vallahi lan, gördüm oğlum, herif ütüyle konuşuyo… bizim dükkâna tamir için bi ütü getirdi… kavga etmişler, ütü küsmüş, çalışmıyomuş… biraz sizde kalsın beni özlesin eşşoğleşek, sonra gelir alırım dedi… hatta giderken ütüye şööle bi bakıp, ‘yanlış yapıyosun oğlum, yanlış’ diye homurdandı.”
    aklıma, sınavlara girerken kullandığım “uğurlu kalem” geldi… sıradan bir hb… ama asla yanımdan ayırmaz, bana uğur getirdiğine inanırdım… sonra, çelik inşaat dersinden sıfır alınca, o kalemi belediye otobüsünün camından tarlalara savurdum… doğru… o kalemle aramda manevi bir bağ vardı… hatta onu cezalandırmış bile olabilirim, ama asla o kalemle konuşmadım…
    dedim ya, yaşar baba başkaydı… gece yarıları deli danalar gibi böğüren oto alarmlarını balkona çıkıp tek bir sözüyle durdurabildiğini görenler, istanbul’a hitaben
    “siz çok zarif bir hanımefendisiniz” dediğini duyanlar vardı… doğrudur, birçok ozan istanbul’u kadına, kısrağa, bişeye benzetip onunla konuşmuştur… ama bir ütüyü, bir canavar düdüğünü?.. bilmiyorum…
    gece… sarhoş… üzerine diz çöktüğü kaldırımla konuşuyor… “bi kere istanbul’un kaldırımısın… görmüş geçirmişsin… kaç ihanet gördün, kaç kalleş çiğnedi seni… bişeycikler olmaz, hayat beni ezer de, seni anca çiğnediğini zanneder… otur oturduğun yerde… kıymetini bil… asaletin yeter…”
    yanına çöküp bir sigara verdim, yaktı… “baba, ilerletmişiniz muhabbeti, ne diyo kaldırım?” dedim… sustu… “sen canlı cansız her şeye muhabbeti koyuyorsun, oh ne güzel” dedim…
    “gayet tabi… bazen odunla bile konuşurum ben… odun gelir,
    karşıma oturur, konuşurum dinler” deyiverdi…
    güldüm… “ağzına sağlık baba, bizi de odun yaptın ya”… o da güldü… “onlarla konuşmak lazım” dedi… “ağaçla, kaldırımla, tankla, tüfekle… bakalım bu kadar puştluğu istiyo mu onlar! inan bana, onlar da senle konuşuyor… ben hepsiyle konuşurum… bi tek saatle konuşulmaz… çünkü o durup seni dinlemez… çok meşguldür… tik tak… zamanın burnu büyüktür… saatlerin hepsi kibirlidir.” sonra sallanarak saatine bakıp “eşşoğleşşek” dedi… güldüm… vedalaştık…
    öldü sonra… kalp filan gibi bir şey işte… cenazenin kalktığı gün, çok sevdiği arabasının başına gittim, kaputuna doğru eğilip usulca “başın sağolsun kızım” dedim… birlikte üzerine oturduğumuz kaldırıma göz kırptım… saatime belli etmeden ağladım…

    !---- spoiler ----!