1. yataktan kalkalı 14 dakika oluyor.
    cevapsız aramalar, cevapsız mesajlar ve asla cevaplanmayacak istekler var. dünkü ben'in bugüne bıraktığı notlara bakıyorum. tek kelime yazıyor: uyu.
    reddediyorum, kahve demleyip perdeleri çekiyorum. sarı toptan çıkan ışınlar bu anı bekliyormuş gibi odaya hücum ediyorlar. sıcakla beraber. 25 derece dışarısı. 36.5ta yaşayan insan bedeni için fazla sayılmaz. her gün denize bakmak gibi saçma bir alışkanlığım var, hala orda mı diye kontrol ediyorum. her şey yolunda. hiçbir şeyse yolunda değil.
    ev yalan kokuyor. yalanlardan oluşan diyaloglar, gülüşmeler.. tek gerçek olan şey uyuyor. uyandığında yapmamız gereken şeyi biliyoruz elbette. görmezden geleceğiz. gelemediğimiz zamanlardaysa kimsenin görmediği yerlerde 'biz'e döneceğiz. kimse aslında içten sevdiklerinin sandığı kadar mutlu değil.

    yatağa döneli 3 dakika oluyor. haklıymışım, uyumalıyım bugün. gece, her şeye sahip. gündüzlere bile.
  2. sevgili günlük,

    sıçtık.
  3. evet günlük, bu gün benim için çok önemli. belkide iki üç yıldır böylesine önemli bir gün olmamıştı hayatımda.
    beklediğim bilgi/haber hayatımı tamamen etkileyecek. belki kendini yarım hisseden biri olarak devam edeceğim hayatıma, belki de yeni zorluklarla uğraşmak zorunda kalacağım. her durumda beni zorlukların beklediğini biliyorum.
    yaşamım boyunca karşılaştığım zorlukları, diz çöküşleri, yıkılışları düşününce aslında garip bir şekilde hiç korku, endişe duymuyorum. öyle çok yıkılış ve yeniden ayağa kalkış yaşadım ki sanki bende alışkanlık haline geldi bu çöküş ve yeniden ayağa kalkışlar.
    evet günlük, ilk defa günlük başlığı altına bu dizeleri yazarken sezen aksu'nun senfonisi yankılanıyor zihnimde.

    "yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
    acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
    bekliyorum bekliyorum bekliyorum
    hadi gelin üstüme korkmuyorum"



    "hadi gelin üstüme, korkmuyorum."
  4. insanları hala anlayamadım. kabul, ben de çok anlaşılır bir tip değilim gerçi. ama bu had safhadaki tutarsızlıklarını napıcaz.

    selam dünyalı, ben dost.
  5. evde ağır kokan bir sessizlik. sessizliğin ağır kokusundan uzaklaşmak için kaç gündür geç saatlere kadar yürüyorum. dört odalı bir evde yalnızca iki kişiyiz. annem sürekli televizyon karşısında donuk. bazense namazlığın altında kıvrılmış uyuyor. insan, içini dökmeyi bıraktığında gider. içini dökmeyi bıraktığındadır ayrılık. leyla gitti. annemse kelimesiz. aynı göğ altında ölüyoruz kelimesizlikten.

    yaşam ile ne organik bağ kurabildiğim ne de büsbütün kopabildiğim serin olduğu bugün de yürürken, önümdeki küçük bir karartı mendili uzatıp “ister misin abla?” deyince dalgınlığımdan gerek irkildim. duraksayıp yüzüne baktım. önce “fotoğrafını çekebilir miyim?” dedim. gözlerini kırpıştırmadan elindeki mendili biraz daha bana doğru uzatınca üstelemeyi bırakıp, “nasılsın?” dedim. sesimin bir başka canlı sese çarpmasına ihtiyacım vardı. “iyiyim abla.” soruyu bana yinelemesini bekledimse de tekrar başka bir soruya geçmiştim.
    “adın ne?”
    “polat.”
    “kaç yaşındasın?”
    “yedi.”
    “bir tane alıyorum,” deyip tuttuğu mendili aldım. polat’ın isli yüzü daha serindi. daha yeryüzü. yürümeye devam edeceğim sıra montumun ucundan yakalayıp çekiştirdi beni. biraz daha serin bakan yüzünü, biriktirdim bakışlarıma. “abla, pembe renk var. onu vereyim,” deyip elimdeki mendili kaptığı gibi yerine pembe bir mendil bıraktı. sonra gitti. polat’tan bana serin bir yüz, pembe bir mendil kaldı.

    yol üzerindeki parka yönelip orada yanı boş olan bir amcanın yamacına oturdum. oturmak için izin de istememiştim. telefona baktım. ekranda bildirim yoktu. kitaplar geldi, aklıma. masanın kenarında okunmayı, yazılmayı bekleyen bir sürü kitap. birikiyordu. o sıra bir e-posta düştü telefonuma. leyla’ya yazdığım üç mektubu göndermiştim bir dergiye. kabul edersem bu üç mektubu bir kitap olarak ayrıca yayımlamak istedikleri, yazılıydı. en kısa zamanda dönüş yapmamı istedikleri de. desenli mektuplar… leyla’nın desenleriyle örülmüş bu mektuplar kitaplaşsa ne fark ederdi. insan bilmediği şeyler hakkında çok abartılı davranabiliyor. hâlbuki her şey çok basitti.

    amcaya bakmadan kalktım. parkın içinden geçerek yürümeye devam ettim. parkın çıkışında banka uzanmış yaşlı bir amcayı görünce durdum. ayağındaki yarasından tanıdım. hasan amca. alnına vuran soluk güneşin önüne geçip sertçe dürtme arzusuyla serpildim. tereddütsüz mutlu olmuştum onu gördüğüme. bekleyemedim. omzuna hafifçe dokunarak bağırdım. “hasan amca! hasan amca!” yeterince bağırmayınca duymuyordu. gözünü açtı. “kimsin sen?” dedi kuru sesiyle. “benim hasan amca, tanımadın mı? hani istanbul’da iken gelirdin benim yanıma. necla ben necla. tanımadın mı?”
    “necla mı?”
    “evet, necla ben.”
    bir lokomotif ağırlığınca yerinden doğrulup bir kez daha baktı bana. yüzü sırıtıyordu. gözlerindeki pis rengi canlanmış, temizlenmişti. “necla!” diye bağırıp bir iki kahkaha savurdu suratıma. hasan amca’nın karşısında nasıl görünüyordum bilmiyorum ama sırıttığım apaçık belliydi.
    “senin ne işin var burada hasan amca?” dedim. güldü.
    “ gencim, dolaşıyorum.”
    “ne zamandır buradasın peki?”
    “epeydir buradayım,” dedi. hasan amca’yı görmeyeli saçları biraz daha uzamış. ceketi biraz daha yıpranmış. sakalları biraz daha açılmış. hasan amca’yı görmeyeli biraz daha yaşlı kokuyordu. gülüyordu. dişsiz ağzı, dünyanın en gerçekçi penceresiydi. durmadan pencereye bakıyordum.
    “atanamadın mı daha sen?”
    “yok, daha atanamadım. dolaşıyorum öyle avare.” tümüyle hapşırır gibi güldü. hangi sözcüğün neyine gülmüştü, gülünecek ne vardı bilmiyorum ama ben de gülmüştüm, onun gülüşüne bakıp.
    “bu ülkenin insanları çok namussuz necla. çok şerefsiz dolu sokaklarda. sen fazla namuslusun, devletin sıcak elinin sırtını sıvazlamasını bekleme. istanbul’dayken, çok geldim dükkâna. her sabah seni sordum. sen gidince çok kovdular beni kapıdan. can yaktılar. sen gidince oradakiler kötüleşti. bir daha da uğramadım dükkâna. sen ne zaman geldin buraya?”
    “çok oldu hasan amca. işsiz kalıp tekrar iş bulamayınca dönmek zorunda kaldım. şehirden taşınana kadar çok baktım sana ama seni hiç göremedim,” dedim.

    kırıntılı nefesi dudaklarına çarparken gözlerini ayağındaki yaraya dikiyordu durmadan. sonra kafasını kaldırıp, ülkenin gündeminden, 15 temmuz darbesinden, yaşanılan sokak kavgalarından, öğretmenlik mesleğinin icra edilemeyişinden, devlet kurumlarından, bir sürü kamu konularına girip çıkıp anlattı. söylediği hiçbir şey kulağıma yer etmiyordu. sadece pencereye bakıyor, kollarımdaki sarılma isteğini zapt ediyordum. içimde çalkalanıp duran o soruyu sormak istiyordum. soluklandığı bir cümlenin arasında, soruyu uzattım.
    “hasan amca, sen hiçbir şeyleri özlemiyor musun?” dedim. yine ani gelen kahkahasını savurdu rüzgârın serinliğine. yüzümü yalayıp geçti. o kadar. kalkarken “gidiyor musun yine necla?” dedi. gözlerindeki temiz rengi, eski pis haline bürünmüştü. kabuklu elini tutup “görüşürüz hasan amca,” deyip uzaklaştım. hüzünle karışık bir sevinç. tanıdık bir dostu görmenin. yürüdüm, rastgele.

    hasan amca! hasan amca! hasan amca! adını sayıklaya sayıklaya bir kafenin yol kenarındaki masasına oturdum. ne zaman yürüyüşü bırakıp boşluğa çömelsem, yüreğimin ağzındaki özlem daha da kavruluyordu. uzak özlemler düşünürken, kadıköy’deki evin rutubetli kokusunu özlediğimi hissettim. elimin altındaki duvarın katı ıslaklığını da. oturduğum şu masada, ahşap bir evden boyalı mezarlıklara taşındım yeniden. çok uzun bir gün boyunca, hayatın kısa tuttuğu sevgi, şişlik yapıyordu böğrümde. böğrümdeki şişlik, uyanınca geçecekti elbet. ama uyandığımda, yaşamadan eskittiğimiz şeylerin kederi, bir pire ısırığı gibi kalacaktı da. sevmekten çürüğe çıktığım şu günde de anlamadığım şakalar yapıyor bana hayat. kötü şakalar.

    öldüresiye kuvvetli bir ağ örüyor içim. leyla, sustuğundan beri. mavi damarların güzelliği silindikçe kayboluyor, o mahcup bakışma anları. onun gidişinden kalan âh, bir porselen bebeği gibi parçalanıyor, defalarca. bu gidişin fazlalığı, az buçuk yanımla yakaladığım, dikkatle, sarsmadan tuttuğum sevgiyi, korku çiçeğine dönüştürüyor. korku çiçeği… yeryüzünü soğutacak. yoktan var ettiğim güç, tamamen yitecek. kaburgası kırılmış bir dünya içim şimdi. leyla’nın gidişi giyotin bıçağı gibiydi, şansa hiç yer bırakmadı.

    olur da bir gün sana gene yollarda rastlasam. dopdolu bir gökle taşınsam gülüşüne. hafifçe aralık bıraksan kapıyı. süzülsem. biraz daha, otursak. biraz daha, dudaklarım omuzlarındaki bir ormana gizlense…
  6. sevgili günlük, hayatımda ikinci kez günlük yazıyorum, birincisi ilkokuldaydı. aslı'yı ne kadar çok sevdiğimi yazmıştım. annemle, ablam kesin okudu yazdıklarımı, şimdi de eşimin okuma ihtimali var. neyse çok içi dolu dedikodu yapma niyetinde değilim.
    hayatlar ilkokuldan daha çok tedbir almaya itiyor insanı.
    risk almayı sevmediğimden, yapılacaklar listesi minvalinde bir şeyler karalayım.
    önümüzde euro 2016 futbol şampiyonası var gönlümden bir kasa bira almak geçiyor. bomonti'ye karşı sempati beslemeye başladım. bir de futbol dergisi alıp takımları tanımak lazım. favorim ise almanya.

    ne diyordum; düşündüm de o eski günlüğüm yarım kalmıştı; bir parça o yoldan devam edeyim.
    sevgili günlük, bugün burkay aslı'yı sevdiğini söyledi.
    ben aslı'yı seviyorken burkay'ın da aslı'yı sevmesi feci canımı sıktı. adam zaten sürekli rekabet halinde, sınıf birincisi olmamı ve sınıf başkanı olmamı kıskanıyor. işin kötüsü aslı bana da bakmıyor. anaokulunda onun koruyucu melekliğini yapıyordum. sınıflar ayrılınca selamı sabahı kesti. ben de çekingenim gidemiyorum yanına. şu tolga'nın cahil cesaretinden bir kuple genlerime işleseydi böyle mi olurdu? "bak kızım sana iki çift lafım var" diyebilirdim belki. öncelikle burkay'ı aradan çıkarmam lazım. ama nasıl yapıcam? dövsem mi? durduk yere de kavga çıkartamam. aslı'yı sevmesi belki onun da hakkı ama sırf ben aslı'yı seviyorum diye aslı'yı sevmeye başlaması onu haksız yapmaz mı?
    bunu ispatlayamam tabiki. adam belki senden daha önce aslı'yı seviyordum diyecek.
    sınıfta oylamaya sunsak kazanırım, zaten sınıf benim tarafımda.
    burkay geçimsizliğinden biraz yalnız kalıyor, oyunlarımıza da almıyoruz.
    kendi ipimi kendim kesmeliyim. ama nasıl?
  7. naber günlük?

    bugün yine fazlasıyla umursamazım. sallamiyorum hiçbir şeyi, dünün acısını çıkarır gibi. bu kadar sivri olmak zorunda mı duygulanislarimin arasındaki fark? neden bugünüm beyazken siyah bir kural gibi kaplıyor yarınımı?
    hepsi birbirine girer de gülmekten ağlar miyim eskisi gibi? -mutluluktan da olsa fena olmaz-

    çok konuştum yine.
  8. yine allahın belası bursa’dayım. geceleri öfkeden uyuyamıyorum. özellikle geceleri tüm vücudumu bir öfke ateşi kaplıyor ve çılgına dönüyorum.

    bu hissi geçirmek için adeta içki içenler gibi davranıyorum. bir farkla; ben alkol bağımlısı değilim ama kendi kendimi internet bağımlısı hâline getirdim. sürekli internette bir şeyler okuyarak saatleri harcamak ve öfkemi dindirmek istiyorum. ama aksine katlanarak artıyor.

    hatta bu gece laptopa öyle sert vurdum ki, aniden kapandı. anakartı kırdım galiba diye korktum. neyse ki kısa süre sonra geri açıldı.

    world of warships oyun oynuyordum. hani birkaç el oynayayım da kafam dağılsın, sonra uyurum demiştim.. fakat üst üste 8-9 yenildi aldım. en sonunda sinirden vurdum. kafamı dağıtsın diye açtığım oyun bile bana yardımcı olmuyor.

    bursa’dayım demiştim. buraya gelirken safça bir duyguyla geldim. ama arkadaşım “ailenin seni yine kandırıp bursa’ya hapsetmelerinden korkuyorum. geçen dönem de böyle masumane şekilde çağırdılar seni. sonra olanları biliyorsun” dedi. ve içime kurt düştü tabii. yine bana zarar verirler mi diye korkarak geldim eve.

    şansılıyım, zarar vermediler bu sefer. ama yine de öfkeliyim be. insan ailesinden korkar mı lan? her gelişimde çabucak zaman geçsin de döneyim diye düşünüyorum ve böyle düşündüğünüm için de kendime öfkeleniyorum.

    niye sizden kaçmak, uzaklaşmak isteyecek kadar soğuttunuz beni kendinizden?

    bana yaşattığınız her şeye rağmen sizi özlemekten kendimi alamıyorum. ama yanına geldiğimde, bana yaptığınız şeyleri düşünüyorum. benden çaldığınız şeyleri, içimdeki bütün iyi duyguları nasıl sömürdüğünüzü düşünüyorum.

    duyguları da bir kenara bırakalım. parasal yönden bile beni umursamıyorlar. ağızlarına almışlar bi “yurt ücretini ödüyoruz” cümlesini... tek bildikleri bu. benim için yaptıkları yegane harcama işte bu. tebrik edilesi... diğer orta-üst gelirli aileler, çocuklarını pek çok farklı alanda yetiştiriyorken, siz bana ayda 200₺ falan gönderiyorsunuz. bu ilgisizlik,umursamazlık karşısında öfkeden deliriyorum.

    örneğin, diğer üniversitelerden yaşıtlarımla tanıştığım zaman, çoğunun en az 2-3 yabancı dil bildiğini görüyorum ve kendimi yetersiz hissediyorum. gelecekte, iş hayatında rekabet olacak, korkunç bir kapitalizm olacak. ve ben asla iyi bir iş bulamayacağımı düşünüyorum. ne yurt dışında iş bulabileceğim, ne de yurt içinde güzel bir işim olacak. işsiz kalacağım, şimdiden hissediyorum bunu.

    sadece ilgisiz değiller ama, aynı zamanda benciller. ben gelecek kaygısı içinde boğulurken, ailem yeni bir otomobil almayı düşünüyor. nasıl sakin kalabilirim?

    hangisi daha önemli lan? benim eğitimim mi? sıfır el otomobil mi? zaten ekonomik kriz var, nasıl oluyor da borca girmeyi umursamıyorsunuz? niye bütün kararlarınız mantıksız?

    geçtiğimiz haftalarda kendi çabalarımla bir almanca kursu bulmuştum, ona bile parayı zamanında göndermedikleri için kayıt tarihi geçti.

    istanbul’a döndüğümde part time iş aramaya devam edeceğim. sizin umursamazlıktan geç gönderdiğiniz paranızı falan istemiyorum. hem daha fazla yoğun olacağım için, ikide bir eve çağırmamış olurlar.

    of. uyuyacağım. fakat sakinleştiğim için değil, yorulduğum için. beynim yoruldu.
  9. sabah alarmdan önce uyandım.
    uyanır uyanmaz diğer yarım kardeşim geldi aklıma.
    hemen aradım. onun da sesi çok canlı geliyordu. sabah sabah bi kaç küçük şaka goygoydan sonra en sevdiğim şarkıyı açtım. saçlarımı kuruturken duymuyorum ama olsun evden çıkana kadar kapatmıyorum.
    dolabın önünde dikildim bi kaç dakika. ne giyeceğime karar vermeye çalıştım. üşenmedim o elbiseyi ütüledim. o sırada kahvem hazırdı. alarmdan önce uyanmak ne güzelmiş...
    sonunda çıktım evden. hiç beklemeden taksi buldum. şirketin önündeki seyyar börekçi de hep biterdi peynirli kol böreği. bugün bitmemiş. böreğime de kavuştum. asansöre gmy ile birlikte bindik. aslında gerici bi durum ama severiz birbirimizi. bizim kata da hemen çıkılıyor zaten. günaydın nasılsın diyene kadar yukarıdaydık.
    sabah toplantısı... ufff her sabah... bu sabah iptal oldu. rahah rahat böreğimi yedim.
    seans başladı. bugün seans çok keyifliydi. müşteriler mutlu, biz mutlu... kazançlı bir gündü.
    akşam eve geldiğimde annemin pasaportuyla ilgili bi sorun yaşıyorduk. eve yürüyene kadar onunla uğraştım. telefon trafiği... onu da hallettik.
    ne tv ne de bilgisayara bulaşmadım bu gece. kitap da okumadım. kardeşim aradı. tavşan kardeşim benim. içim titriyor ondan bahsederken. yazarken... yine akşamımı güzelleştirdi. nasıl da eğlendik yarım saat içinde. sıpa :)
    ardından müzik dinlemeye başladım. çok sürmedi dans etmek için kalktım. bi şarkı daha. bi tane daha. bu güzelmiş bi daha... o kadar yoruldum ki salonun ortasına boylu boyunca uzandım. hayal bile kurmadım. gülümsedim. gülümsedim. sarhoş olmak gibiydi. kısa sürdü ama gerçekten küçük çaplı bi sarhoşluktu.
    bugün hiç olağarüstü şeyler olmadı aslında. sadece sabah koşturmadım. her şey o kadar dingin ve rayında ilerledi ki. sonrası da güzel geldi. yazmak istedim. uyuyorum
    parov
  10. o kadar sinirliyimki ne yapsam bilmiyorum

    avokado çekirdeğim vardı. aylarca gözüne baktım. suda beklettim. sonunda alttan kök verdi. kökü uzadıkça uzadı. sonunda kökü bir kavanoz boyunu geçti. ağaç olacak diye nasıl seviniyorum. ofiste güneş gören bi yere koydum. diğer tohum denemelerimde aynı yerde duruyor. dün gerizekalının teki benim kökü devirmiş. tekrar suya koymak yerine suyun üstüne ordaki kapaklardan birini örtmüş. kökü çıkan çekirdeğimide öyle yerde bırakmış. haliyle sudan çıkan kök kurumuş. aylardır büyütüyorum ağaç olacak diye, dangozun biri gelip devirip umursamadan gidiyor.

    ben onun canına okurum ama kimse ben yaptım demiyor. hemen kamera kayıtlarına bakayım dedim. kamera bozulmuş dünün kaydını göstermiyor. bozulacak günü buldu.

    ben bir çekirdeğe emek verdim diye üzülüyorum, koskoca zeytin ağaçlarına kıymak isteyenlere ne demeli hiç bilmiyorum.

    inşallah suya tekrar koyduğum avokadom kurumaz :(