1. ses denen o uğursuz sıvıyı yutup kendine döndü. ev sahibi fonunda bir dram dedi gülümseyerek. "böyle olmamalıydı" diye tısladı içinden. sürekli geç kalmasının sebebini didikleyen patronu onu insan kaynaklarına sürükleyip birçok psikolojik testte tabi tutup aşırı kanamalı bir yalnız olduğunu sanmalıydı. yaptığı ek işleri hesaba katmamalıydı.
  2. ...sonra düşündü kimse. başkalarının hayatını yaşıyordu hayır hayır “hayatların hayatını”. bunun için mi çıkmıştı yola… kimseliğini aradığı yolda kimsesizce terk etmeli miydi kendini? yalnızlığı düşündü sonra. en çok da yalnız değilsin diyenlerin inşa ettiği yalnızlığını. düpedüz yalnızdı ve yalın ayak bir yolda koşup kaderine yakalanamayacak kadar kör. kimse kimse değildi gene unutmuştu. unutmanın unutulmaz yaralarıyla örtmüştü ruhunu ve uyumak istemiyordu. uykulu bir zihinle uyanık bir bedeni kirletmek niyeydi o zaman… değişimi omzuna saplanmış bir ok gibi taşımak ve asla ulaşamamak nedendi sanki… kimse aynaya baktı ve kimi gördü tahmin edin kendinden başka herkesi… herkesten bir parça taşırken nasıl kendi olabilirdi gölgesi bile yabancılık kusuyordu.
  3. üç numaralı kostümüydü yalnızlığı. ve her zaman yanıma alırdı işte bak onda bırakmıştı bir kez ve o günden sonra sevmenin huzursuzluğu bulaştı üstüne .onda zaman dışarıda geçirilen birkaç saatti yabancı alemlerde ama evde giydiği yamalı bir pijamaydı yalnızlık. sevmek paylaşmaktı karanlığı ve içi fazla aydınlıktı onu severken. fazla boştu onunlayken. ve fazlasıyla fazlaydı kendine, dünyaya. bir sakızdı dünya ağzında diline dişlerine mecburiyetten gelip dokunan. iş yalnızlığa gelince yalnızlığı sevmeye gerek yoktu "o benimdi salt benim ya da ben oydum evet evet bendim o." gelip teslim olunca ona arınmıştı kendinden. yokluğuna ışık tutan bir soyunma kabiniydi yalnızlık söküp attığı tüm ifadesizlikleriyle. o ise bir yüzüydü üstüne yapışan bir çift göz. kimsesizliğine göz diken ve hatta kimliğine.
  4. "eğer gideceğim hiçbir yer yoksa nasıl kaybolabilirim ki? "
    dudaklarını büzdü yüzündeki ifadenin burukluğunu görünce pencerede şaştı kim bilir kaç saattir oturuyordu pencerenin önünde en korktuğu şeyi başkaları üzerinde deneyerek: seyretmek… sadece on iki dakikaydı oysa sadece sınırlı bir süre ancak sınırsız bir acıyı içine alabilen, tüm doğruları silip götürebilen. kimseyi görmek istemiyordu aslında ne kısa bağırsaklıları ne uzun bağırsaklılları, sarı suskunları, yeşil neşelileri, gutları, güçlüleri, öfkeyi ve üzüntüyü de ama bakıyordu işte. aslında baktığı ufukta kaybolan şehir değil, kendi hayat çizgisiydi, yaşlılık çizgileri arttırırken zaman ömrün çizgilerini silikleştiriyordu ne tuhaf.
  5. şu son bir saatte içinden geçenler, içinden geçtikleri neydi neyin nesiydi sanki? yüzlerce metre yukarıda uçan şu kuş onun mu içinden geçiyordu yoksa o mu kuşun içinde süzülüyordu? bilmiyordu bilemedi de ve hatta bilmek istemedi de. işin aslı şuydu; canı sıkkındı morali bozuktu ve açıkçası işin aslı yoktu. iş içinden çıkılmaz bir hale gelmişti ve nedenini bilmiyordu. içinde bitmek bilmeyen bir konferans vardı ama ne soytarılık ne saçma söylemlerle. kendi bile inanmıyordu dediğine ve nasıl her seferinde aynı palavrayı yediğine şaşıyordu. neydi derdi neyle kavgası vardı çok mu acılıydı hayat hikayesi hayır hayır bilmiyordu, bilmeyecekti de. sormaya lüzum görmedi bu yüzden kayarken zaman kılıflarının