1. /r/showerthoughts mantığı güzel.

    girişiyorum o zaman

    mesela çocuk yetiştirirken ebeveynlerin yaptığı şu hareket beni düşündürdü dün sabah.
    çocuk kahvaltı etmek istemiyor ve balı yemiyordu. ebeveyni ve yanındakiler "aa bak ben yerim yoksa" şeklinde başlayıp bala bir talep yarattılar. yok birisi diyor ki "mm çok güzel", "bak bitiyor hadi kalmayacak sana", "oh oh oh" şeklinde girdiler çocuğun aklına. tamam bu güzel bir kullanım ama şimdi şöyle düşünün

    6 7 yaşına kadar bir çocuk sürekli bunları duyarsa daha sonra herkesin istediği şeyi istemesi normal değil midir?
    kendi fikri olamaz mesela bir şeyler üzerinde?
    ahmet yapıyor diye onun da yapması çok normal olmaz mı bu durumda?

    düşündürmüştü beni.
    she
  2. maşallah sübhanallah bu sitedekilerin saçmalaması bile elinde kimyasalla dolu beherglas tutan çatlak profesör tadında.

    takipte kalacağım başlık.
  3. bebek bekleyen bir çiftin tebrik edilmesini saçma buluyorum, başarı barındıran bir eylem yok ortada.

    -tebrikler.......seviştiniz galiba?
  4. ilkokulda 4. ya da 5. sınıftayken ingilizce dersindeydim. bir gün ne olduysa en ön sıradayken (normalde en arkada otururdum) "öğretmeniim 1997 diyebilir misiniz??" demiştim. ama nasıl heyecanlıyım. ingilizcede 100'den sonrasını bilmiyorum. acaba nasıl bir şey diye 1 hafta bu soru kafamın etini yemişti. hatta sırf bu soruyu sormak için oraya oturmuş olabilirim hatırlamıyorum o kadarını.

    öğretmen beni çok yanlış anlayıp "diyebiliyorum tabi kaç sene okulunu okudum ben bunun" dedi. oysa ben "can/can't" manasında sormamıştım, rica etmek anlamında öyle kurmuştum cümleyi :(. yoksa biliyordum tabiki söyleyebilirdi... ondan da "tabii ki lelouch, söylerim" deyip söylemesini bekliyordum. içinden de "vay be ne nazik çocuk" diyecekti tabi.

    hiç öyle olmadı... söylemedi de zaten 1997 nasıl söyleniyor ingilizcede...

    o gün bugündür aklıma gelir bu olay. cümle kurmadan 2 defa düşünürüm. kibarlığın dozunu ayarlarım.

    :(

    not: one thousand nine hundreds ninety seven
    not2: nineteen ninety seven
  5. kışa hazırlık olsun diye bir çuval çorabı ayıklamaya koyuldum demin.
    yırtıkları dikmeyeceğim bu sefer direkt atacağım diyorum kendi kendime.
    diplere daldırdım elimi başladım çorapları çıkarmaya.
    eski bir çift çorap belki 4 belki 5 yıllık. tak lise yılları, arkadaşın evinde oturuyoruz.
    bir başka çorap. istemeye istemeye gittiğim misafirlikte giymiştim bunu.
    bir başkası, annem almıştı bunu bana diyorum. diğeri ameliyat hediyesi.

    başladık mı anılara dalmaya? geçen çalışma odamın dolabını düzenlerken de aynı şey olmuştu ama çorap lan bu çorap yani. ne kadar anı biriktirebilirsiniz ki bir çift çorapta?
    sanırım gözlerim boşta kaldığında ayaklarıma baktığım için bu kadar yer edinmişler aklımda.

    derken en sevdiğim çorabım karşıma çıkmasın mı? o kadar rahat ki. altı eksta yumuşak. renklerine bayılıyorum. pofuduk pofuduk bir şey.
    ama teki var, teki yok. aradım taradım yok.
    atamadım.
    öylece koydum çekmeceye. bir daha giyemeyeceğimi bilmeme rağmen.
    sonra kalktım bilgisayarın başına oturdum. bu yazıyı yazdım. hala yazıyorum. çoraplar odanın ortasında öylece duruyor.

    ben güya hiçbir şeye bağlı değildim, özgürdüm, vazgeçemeyeceğim bir şeyim yoktu. hani sevgilim filan olursa, o benden korksundu.

    çorabı atamadım ulan çorabı!
  6. erkek: size göre sinemanın en yetkin özelliği nedir?
    kadın (biraz duraksar): bence oyunculuk.
    erkek: peki bir "oyuncu" nedir?
    kadın: oyunculuk benim çocukluk hayalim. daha küçüklüğümde aynanın karşısına geçip şarkı söylerdim, tarağımı ıslatıp saçımı halden hale sokardım. büyüyünce ne olacaksın sorusuna hep oyuncu cevabını verdim. bugün de karşınızdayım, tek istediğim film yıldızı olmak.
    erkek: neden bir film yıldızı?
    kadın: çünkü ün getirir, hayranlarınız olur. (hayallere dalar, duraksama geçer) nasıl desem, sokakta sizi parmakla gösterirler, para kazanırsınız. ancak para benim için ikinci plandadır hep, isteğim ünlü olmak, bir hikayenin içinde karaktere bürünmek.
    erkek: stanislavski"yi tanır mısınız?
    kadın: hayır, müzisyen mi?
    erkek: peki senaryoda en çok ilginizi çeken kısım nedir?
    kadın: bilmem ki... herhalde diyaloglar.
    erkek: neden diyaloglar?
    kadın: konuşmayı seviyorum. özellikle filmde konuşan insanlara bayılırım.
    erkek: fobileriniz veya tabularınız var mı?
    kadın: mesela?
    erkek: yani kamera karşısında soyunur musunuz?
    kadın: hedeflerim için her şeyi yaparım. soyunurum.
    erkek: sinema tarihinde sizi en çok etkilemiş sevişme sahnesini anlatabilir misiniz?
    kadın: evet, titanik"te ki sahneye bayılırım.
    erkek: en çok sevdiğiniz yazar kimdir?
    kadın: yerli mi yabancı mı?
    erkek: her ikisi.
    kadın (biraz duraksar, düşünür): nazım hikmet ile sabahattin ali. yabancı ise... şeker portakalının yazarı. ismini telaffuz edemiyorum maalesef.
    erkek: kürk mantolu madonna en sevdiğiniz roman herhalde?
    kadın: aynen. kesinlikle.
    erkek: yaşadığmız dünyada marksizmin gücünü nasıl değerlendirirsiniz?
    kadın: güzel. çok iyi, katılıyorum marx"a.
    erkek: sizce marx, "insan yaşadığı mühit ve çevreye dönüşür" derken anlatmak istediği şey nedir?
    kadın: nasıl yani?
    erkek: veya "kırsal yaşam aptallaştırır" dediğinde şehireşmeyi bir kurtuluş olarak mı görür?
    kadın: aynen...
    erkek: seks sizin için ne ifade eder?
    kadın: insanlar bütünleşirler. zevk alırlar. seks, zevktir.
    erkek: peki orgazm?
    kadın: daha yaşamadım. ya da belki yaşadım ama nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum.
    erkek: hiç sevişmediniz mi?
    kadın: sevişdim ama seks yapmadım.
    erkek: sevişmekle seks aynı şey değil mi?
    kadın: değil tabii ki. seks için kendimi hazır hissetmiyorum.
    erkek: sizce tanrı var mı?
    kadın: var tabii ki.
    erkek: bir an olmadığını düşünün, sizce tanrı yoksa her şey mubah mı olur, yasak mı?
    kadın: felsefeden anlamıyorum. ama herhalde yasak.
  7. youser'ların içini döktüğü bu mecraya ben de katılmak isterim.

    ''ulan'' diyorum bazen (kendime ara ara derim bunu, kendimle daha samimi olmak için) ''elde etmek istediğim bir şeye sadece umudumu kestiğimde ulaşabiliyorum.'' hemen küçük bir matematikle şu sonuca varıyorum: daha çok ''şey'' için daha çabuk umudumu kesmeliyim o halde. sonra ''lan'' diyorum (bu sefer kendimi ikaz etmek amacıyla) ''umudumu hemen kaybedeceksem hayal kurmanın ne anlamı var.'' sözün özü sözlük, hayal kurup geleceğe umutla bakmaktan ciğerim soldu.
  8. mesela ben başkasından duyduğum ve sevdiğim bir şeyi, diğer başkalarına anlatırken hep referans veririm.

    "ya bizim işte x arkadaş şöyle demişti bir gün....." gibi veya "youreads'te bir adam yazmış
    işte şöyle şöyle" falan diye. bence önemlidir yani bu.

    şey de olabilir. birisi bir laf söyler hep, onunla özdeşleşmiştir falan mesela o laf, sen de seversin kullanırsın kendi ortamında. ama referans vermelisindir bence. şu şöyle diyor ya çok seviyorum falan diyip gitmelisin o lafın peşinden. böyle bir kural olmalı.

    çok ucuz oluyor bazı insanlar mesela. filmlerde falan görüyoruz ya böyle şeyleri, gerçek hayatta da var hakkaten. ben biliyorum mesela başkasından duyduğu lafı prim yapmak için söylüyor falan gözümün içine baka baka. çok üzülüyorum lan sonra ben?

    birinden bir şey de çekmedim yani garezim falan veya acım yok bu konuda. sadece arkadaşlarımın laflarının kullanılmasına rastladım bu şekilde. sinirlendiriyor beni işte ne bileyim.

    böyle olduğu için de çok sevdiğim şeyleri anlatmıyorum mesela insanlara?? çalacaklar diye. insanlar dediğim yakınlarım dışındaki insanlar.

    size de oluyordur belki çok önemli bir bilgi vardır sizde, veya yurtdışı gezinizde öğrendiğiniz bir şey de olabilir. bir müzik vardır özellikle sevdiğiniz kimse bilsin istemediğiniz.
    she
  9. ben diyorum ali böyle demiş. gidiyor veli böyle demiş diye anlatıyor. anlattığı kişi gidiyor veli ye neden böyle dedin diyor. velini haberi yok.
    bazı insanlar dünyaya işleri birbirine karıştırmak için resmen mikser olmak amacıyla gelmişler. biraz azalsanız da nefes alsak.
  10. alpay özalan.

    bakın çok ilginç bir insan. tarihlerde hatalar olabilir, affola.

    2006 dünya kupasına katılmak için tek engelimiz olan isviçre maçı. milli marşlar okunuyor, kamera alpay'a odaklandı, alpay ejdarha gibi her hücresine adrenalin bulaşmış şekilde söylüyor.

    "baba bu adamın kırmızısı var."

    "yok oğlum, o kadar da değil, mühim maç, gaza gelmiş biraz."

    maç başladı henüz daha ilk dakikalar tak, penaltı, kırmızı kart. faili alpay özalan. takım 10 kişi 0-1 yenik başladık maça tabi sonu hüsran.

    oysa 10 yıl öncesinde euro 1996 son dakikalar, hırvatistan kontra atağı, ceza sahasına 20 m var, bu durumda takımın gruptan çıkabilmesinin tek çaresi bariz gole giden hırvat futbolcuya sonu kırmızı kart olsa da alpay'ın faul yapıp atağı durdurması. alpay yapmadı, fair play ödülü aldı. elendik.

    alpay'ın eşine küfrettiler, alpay daha da burada durmam diyerek ingiltere'de oynamaya başladı.

    türkiye- ingiltere maçında penaltı kaçıran beckham'a "n'oldu len gevşek, hak oğlum işte, hak yiyen b.k yer" diyerekten kafa attı. ingiltere'den kovuldu.

    geçenlerde güzel bir maç vardı. göztepe- eskişehir, ikisi de 1.lig içerisinde iddialı takımlar. bizim alpay, es es'in teknik direktörü. son dakikalar maç 1-1, es es tartışmalı bir pozisyon sonrasında gol yedi, 2-1 göz göz öne geçti. deli oğlan iş başındaydı, takımı maçtan çekti. sonuç; eskişehirspor'a para, hükmen mağlubiyet ve 3 puan silme cezası verildi.

    duygusal, fanatik, sinirlerine hakim olamayan, mevki/makamı yaptığı işin ya da tercihinin önemi ne olursa olsun anlık duygularıyla sonunu düşünmeden karar veren alpay.

    toplumdaki alpay'ı çözersek, takım tutar -10 yese de amatöre de düşse yalnız bırakmam- havasındaki siyasi fanatizmi, özeleştiriden yoksun getirilen eleştiriye - sanki herkes/her şey kusursuzmuş gibi- "bizimkiler ettiyse vardır mantığı, ama onlar hep böyle namıssız" demeyi, anlık hissiyatımızdan öte az biraz soğukkanlı olabilmeyi başarabiliriz gibime geliyor. gerçi, bunu fazlasıyla yapamayan güruha hitap edemeyecek ama saçmaladık işte.

    düzeltme : kupa/tarih düzeltmesi.^:rikitk'e teşekkürler^