1. tanrı'nın evrimi
    !---- spoiler ----!

    Modern bir kavganın savaş alanı, çıkar kavgası ve tutku dolu inanç kargaşasının ortasında Tanrı'nın sahip olduğu evrime dair bir deneme. Evrim ve inancı kavga halinde görenlere birkaç cümle kurduk. Bakalım neler demişiz?

    Evrim denilen şeyin insan icadı olduğuna o kadar çok inanıyoruz ki, bu inancımızın da başka bir insan icadı olduğunu göremeyecek kadar kör kalıyoruz. Zaten inançların birçoğunun kör inanç olarak adlandırılmasının sebebi de bu gibi tepkilerdir. Biz beğenmiyorsak, bizden öncekiler beğenmediyse biz de uzak durmalıyız inancı kadar basit bir şey bu. Kargalarla ilgili sözümü aklıma getiriyor her seferinde bu gibi aykırı durumlar; kargayı mı sevmiyoruz, kargayı sevmememiz mi biz öğretildi?

    Evrim de insanın bilimle inancının ortasındaki o kargadan ibaret. Tüm inançlarda ister insan, ister güneş ister ay ilahi yaratıcı olarak görülsün onun gücü her zaman sınırsıza ulaşıp tek tanrılı bir sistem oluşturuyor. Bizler de sanki önceki basit inançlarımızla birbirimizi oyaladığımız yetmiyormuş gibi insanları Tanrı'yla omuz omuza evreni kendimize tatil köyü olarak yaratmış gibi büyük bir kibirle kandırmaya devam ediyoruz. İşte binlerce yıllık bu inanç dönüşümüne Tanrı'nın Evrimi diyorum ben.. Yani en basit doğal gücün altında ezilen insanın doğayı izah ederken büyülü masallar kullanmasına kadar milyonlarca insanın artık kesinkes emin olduğu tekil yaradılış öyküsüne kadar geçen o dönüşüm.

    Bizler kısacık ömürlerimizde asla değişimimize veya değişebileceğimize şahit olamadığımız için o tek yaşamlık şansta bize ne öğretirlerse onu mutlak gerçek kabul edip orada yaşıyor ve onun uğruna ölüyoruz. Büyük bir aşkla Tanrı'yı arayıp bulmak değil bizim amacımız, bizim amacımız en çok kendisine inananı oynayıp insanlığa hükmetmek, inançlara dahi hakim olmak, insanları en içten hisleriyle vurup sömürü düzenine Tanrı'yı katmak. Tanrının verebileceği tüm eşsiz, değerli vaadler bir doğa, evren ve yaşam olarak gözlerimizin önündeyken kendi yarattığımız binlerce boş vaadle birbirimizi kandırmak. "Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymak"* tek yaptığımız, içimizdeki kötülüklerin o kadar farkındayız ki! O kadar kolay yoldan çıkıyoruz ki, kendimizi bir yolda yürürken gördüğümüz anda bunu herkese yaymak, övünürken insan öldürmeye varacak kadar kibirle doluyoruz. Çok güzel bir söz vardı bu konuda: "bir inanca delicesine bağlanmak insan dünyası üzerindeki binlercesi inkar etmekten geçer, hiçbirine inanmamakla arasında sadece bir fazla veya bir eksik vardır!"

    Tanrı dünyaya uğrayıp onca yıl ne halt ettiğimizi soracağı güne kadar, evrimleşmeye devam inançlarımızla yaratılan evrende yaratıcılığımızı tüm yıkımları yaratmak için kullanmaya devam edeceğiz her farklı inanç sistemiyle, isminin, liderinin, inananının kim olduğu hiç önemli olmadan. Bizler insan olmanın gereğini iyi, güzel, hoş, mükemmel, naif, içten, yürekten, derinden, yaradandan, yaratılandan ötürü olarak inanmak olduğunu milyonlarca kez söyleyip, bunun yayılması adına milyarlarca kafa kesebilecek kadar vahşi canlılarız. Değişmeyen tek şey bu olacak..

    İnsanı tek bir çiften yaratıp binlerce farklı türde, renkte, şekilde, biçimde çeşitlendirebilen bir yaratıcı varken hala doğal çeşitliliğe inanmayacak kadar kör olmanın ne kadar mutlu bir yaşam olduğunu bilmesem, inançsız biri olduğumu söyleyebilirdim. Ama o kadar deli değilim henüz. O kadar akıllı değiliz. Bizler akıllıların ayakta tuttuğu dünyanın dallarında uyuklayan tembel hayvanlarız. En sevdiğimiz tüm eylemlerimiz vahşice. Ama hala yaşamın vahşiliğine hayranız, vahşiliğe aşığız, vahşice sevip vahşetle inanıyoruz, inanmazsak vahşete uğrayacağımıza derinden güvenerek. Temelde evreni yaratan bir Tanrı'dan, bizim gibi vahşi, sorgulayan, saldırgan, affetmeyi sevmekten vazgeçmezken, hesaba çekmeye doyamayan birer tek Tanrı yaratıp, aslında yaradanın evrenin tamamını oluşturan bir bütünlük olduğunu ve onun parçasının da biz olduğumuzu unutalı çok olmuş. Geç kalmışız Tanrı'yı aramakta, bulduğumuza emin olduğumuz gün!

    !---- spoiler ----!
  2. Öfkenin Gücü
    !---- spoiler ----!

    Kararsız ruhlar olarak yaşamdaki bu geçici varlığımızın, bencilliğimizin yüzüne tokat vurduğu ölüme dair cevaplara rağmen bizi hayatta tutan tek bir şey var: öfke! Birçok beşeri sistemimizin bize sattığı o umut, mutluluk, hayaller, inançlar gibi tonla zırvaya rağmen tek ama tek bir keskin kan bağımız var hislerimizle, öfkelenerek.

    Örneğin, dinlerimiz var başka insanlara öfkelenip onların yanmasını istediğimiz cehennemlere dua ediyoruz; şeytan diye bir olgu var edip tüm inanç zengini sistemlerimize rağmen içimizdeki öfkeyi dilediğimizce kusuyoruz. Örneğin, aşklarımız var başka insanlardan yediğimiz sosyal-yaşamsal tokların acısını bir başka insanın köleliğinden çıkarıyoruz. Örneğin, merhabalarımız var birbirimizi hırsla, tutkuyla, yalanla bıçaklıyoruz. Öfkemizi kusabileceğimiz binlerce müzik, film, resim ve eserlerimiz var.. Hepsinde kendimizi başkalarına yansıtabiliyoruz.

    Sakinleştikçe ölüyor; öfkelendikçe yaşıyoruz, yaşayabiliyoruz.

    Yaşlandıkça ölümü görüyor, öfkelendikçe yaşlanmaya direndiğimizi sanıyoruz.

    Tansiyonumuzun yükselmesini seviyoruz, türlü türlü pislikten tıkalı kalbimizi anca derin öfkelerle yaşamda tutuyoruz. Ne zaman vahşileşmeye vakit bulacak kadar bir araya gelsek yağmalıyoruz, kanatıyoruz, öldürüyoruz ve rahatlıyoruz! Bir sonraki öfke patlamasına kadar içimizde biyolojik bombalar biriktiriyoruz. Hepimiz kötüyüz, bunu çok iyi biliyoruz ancak iyilik taklidi yapmanın dayanılmaz huzurunu her cümlede buluyoruz. Yüzleşemediğimiz bu yabancı alter-egolarımızda kendimizi hem buluyor hem de bir güzel kaybediyoruz. Sonra da gün biterken öfkemize yenik uykusuzluklara gömülüyoruz. Birbirimizi sevmeyi bu kadar çok özlerken, birbirimizi öldürmekten bir o kadar keyif alıyoruz. Saçma bir anlam, sınır, hudut, inanç, fikir, avuntu bulup herkesi karşımıza alıp aptalca bir Don Kişot savaşına girişiyoruz. Sebebi ise öfkeliyiz..

    İstemediğimiz bir yaşama, istemediğimiz bir dönemde, istemeyeceğiz kadar kısa süreliğine, istemeyi bile düşünmediğimiz bir kölelikte, istediğimiz kurgusal vahşetten yoksun bir şekilde yaşadığımız için çok öfkeliyiz. Bunu bir türlü kabul edemiyoruz, sakinleşemiyoruz.

    !---- spoiler ----!
  3. etiketleriniz
    !---- spoiler ----!

    Üzerinize kıfayetler yerine, en doğal haliniz ve teniniz yerine giydiğiniz etiketleriniz var. Etiketlerinizden oluşan görüntünüz, etiketlerin tanımladığı benliğiniz-bencilliğiniz ve etiketlere hapsolmuş düşünceleriniz var. Sonra da içtenlik ararken kendinize ne kadar yabancılaştığınızı fark edip mutsuz oluşlarınız..

    Önce tümleştirdiğiniz inançlarınızın, dinleriniz, sınırlarınız, topraklarınız, aileniz ve sevdikleriniz var. Önce tümden geldiğiniz ve birbirinize sattığınız şaka gibi sıfatlarınız, rakamlarınız, markalarınız, lezzetleriniz, takıntılarınız, tanımlarınız ve muğlaklarınız var!

    Kendinizi başkalarında aramaktan içlerinde size ait hiçbir şeyi kalmamış rengarenk kelime duvarlarınız var. Yüreğinizdeki, yalnızlığınızdaki karanlığı örtmek adına binlerce kez boyanmış suratlarınız, ruhlarınız ve adamlığınız var. Kaskatı kesilmiş insanlığınızdan yaşadığınız dönemleriniz en moda şekillerine kendinizi taştan yonttuğunuz sanat eserleri gibisiniz; tek kötü yanı hep bir örneksiniz. Sanat olamayacak kadar genelsiniz. Özel olmaya çalıştıkça kopya çektiğiniz fikirleriniz, kolpa masallar peşinde çıktığınız savaşlarınız ve saçma hayallerle kurduğunuz ikiyüzlü yaşamlarınız var.

    Hepsi etiketten ibaret. Ya erkeksiniz ya kadın. Ya çocuksunuz ya çocuksu. Ya yaşlanmıyorsunuz ya hep yaşlı. Ya kendinizi arıyorsunuz ya kaybetmişsiniz. Ya tercih sunansınız ya tercihlere boğulan. Ya kölesiniz ya da köleliğin kölesi. Ya zenginsiniz ya da zenginlik fakiri. Ya duygusalsınız ya duygunun esiri. Ya çok zekisiniz ya da akli sanrıların cahili. Ya aydınsınız ya da aydınlık saçacak kadar bir diğer sokak lambası. Ya yalansınız ya da gerçek diye herkese satıcı.

    Hepiniz etiketlerden ibaretsiniz, kendinizi ne zaman çırılçıplak hissetseniz korkudan ağladığınız için asla doğruyu söylemeyecek kadar güzel yüzlü ve güzel-yakışıklı yalancılarsınız.

    Hepimizin etiketlerini etkileyenler de sizlersiniz, etiketlerinizi masalara döküp ortak olanları yüceltip tüm farklıları dışlayan veyahut tüm farklılıklarını kendinde biriktirip dışlanmanın keyfiyle psikolojisini bozmaya meyilli ergenlersiniz.

    Her birimiz etiketiz; yığınla. Her birimize biçilmiş kaftanlar giyiyoruz, hazırca. Öğrenmek yerine ezberlemek, yaşamak yerine taklit etmek, inanca doğayla ulaşmak yerine tekrarlıyorsunuz hazırcı etiketlerinizi papağanca!

    Etiketsiz insanları, hatta ve hatta kendinizi bile, tanıyamıyorsunuz. Kapana kısılmış akıllarınız bildiğiniz kelime sayısında. Birkaç sıfatla ölüyorsunuz mutluluktan ve ölüme koşuyorsunuz bildiğiniz birkaç karanlık tanımla. İnsanları klişelerinizle çevrenizde topluyor ve klişelerle kolayca buluyorsunuz yolunuzu koskocaman cehalet çölünün ortasına kendinize kurduğunuz kumdan labirentler arasında..

    Kendinizi, varlığınızı, anlamınızı, inancınızı ve tüm sosyal dünyanızı çiviliyorsunuz olduğu yere etiketlerin büyüklü küçüklü mıhlarıyla!

    !---- spoiler ----!
  4. toplumların evrimi

    !---- spoiler ----!

    İnsanların dünya üzerindeki misafirliği boyunca yüz binlerce kez isim ve kimlik değiştiren toplumlar.. Ortak noktaları olan insanlığın değişme tutkusunu hiçbir zaman kaybetmezken, insanlığın en büyük laneti olan tekrara düşme hatasından hiç vazgeçmeyen bu oluşumların evrimi yaşayan bir olgudur. O nedenle makalemiz için yukarıdaki karikatürü seçmeyi uygun buldum; ilgili karikatürde bundan iki bin yıl kadar önce kadına tapmanın durumunu ile daha yakın tarihlerde kadına hayran olma durumu arasındaki fark anlatılmaktadır.

    Bunu topluma ve insana ait bütün inanç, değer, fikir, eğilim ve bireysellik sistemlerinde görmek mümkündür. İnsan evriminin sürecinde bilindiği ve öğrenilmeye devam edildiği sürece binlerce inanç sistemi bazen doğruyu yanlışı yorumlamada yüzlerce farklı seçenek denemiş hala da denemektedir. Güneş dünyanın en çok tapılan tanrısı iken, şimdilerde dünyaya uzak veya yakın olmasına göre sevilen-sövülen basit bir ışık kaynağı olmuş. Dünyanın büyük kısmı halen bilmediği üzere ay tanrısına tapmaktadır. Bilimsel gelişiminin bebeklik çağında yürümeyi öğrenirken yaptığımız binlerce hata da ayrıca kendini yaşamın içerisinde göstermektedir. Düne kadar ilaç olanların bugün zehir olması bundandır; örneğin, sigara, alkol vb. Değer yargılarımız da benzer şekilde güzellik, toplum, göçebelik, şehirleşme, yalnızlaşma ve bireyselleşme gibi onlarca değişim yaşamıştır. Toplumlarımız bizlerden biraz fazla yaşıyor o kadar..

    Yaşamlarımız çok kısa iken toplumları ölümsüz kılmak adına insan öldürüyoruz.

    İnançlarımız çok saçma iken, onları toplumlara empoze etmek adına savaşlara giriyoruz.

    Bilimsel yaklaşımlarımız henüz emekleme aşamasında iken kendimizi evrenin fatihleri ilan etmeye kalkıyoruz.

    Güzelliklerimiz her sene değişirken, güzellik adına birbirlerimizi kırıyoruz, toplumlarımızı bölüyor-parçalıyor-satıyoruz.

    Tüm bu gerçeklerin ışığında, toplumlarımızın dinamik ve canlı olgular olduğunu fark etmiyoruz. Toplumlara dahil olmanın yalnızca doğumdaki şans veya piyango olduğunu düşünerek ölümüne varlığımızı savunuyoruz. Yalnızca ait olmak istiyoruz, yaşayan gerçekleri değiştirmeye, iyileştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmadan. Tüm çalışmalarımız toplumsal bireyselleşme üzerine. Dünyanın toplumsal renklerinde farklı olmak için binlerce bahane arıyoruz, evrensel ve küresel değerlere sarılıp tüm sınırlarımızı kaldırmamız gerekirken. Yapmıyoruz, yapamıyoruz. Her başarımızı binlerce sene saçma tekrarlarla toplumsal hafızalarda efsaneleştirirken; yaptığımız hiçbir hatayı sahiplenmiyor hatta komşularımıza yansıtıyoruz!

    !---- spoiler ----!
  5. göndermediğim mektuplar
    !---- spoiler ----!

    Kuramadığımız cümlelerin içinde kurulamayan hayatları yaşıyorduk biz, aramızda binlerce kilometre. Kuramadığımız düşlerin kırıklarında ruhlarımız yaralarımızdan sızıyordu, göremedik biz. Onlarca mektup yazıyorduk akşam güneşine, sabahın seherine kadar tüm umutsuzluklar sözcüklerimizi avlıyordu.. Geriye gönderilmeyen ağıtlar, tutulmayan eller, dokunulmayan acılar kalıyordu, alev alev yanıyorduk soğuktan!

    Dişleri dökülmüş şiirlerimiz, kırılgandı hep kemikleri erimiş sevgilerimiz, kanser oldu geleceğimiz, yatalak iki sevdalıydık; ancak bir yatağın uykusunda ellerimiz temas edebiliyordu birbirlerine.

    Sözleri unutulmuş düşlerimiz, savurgandı hep kavgalarımız, harcadık kolayca heveslerimizi paramparça hatıralarda bir araya geldi tüm geçmişimiz. Her seferinde bizi aklamak için bir sonraki hatanın aşk sanılmasına dek!

    Binlerce kez aynı güneşi gördük de biz, bir kez dahi aynı karanlığın içinde aydınlatamadık içimizdeki hesaplaşmaları. O ne zaman sabaha uzansa eliyle, benim kollarım tutulmuş; o ne zaman akşama uyusa, benim ruhum kendi yalnızlığına tutulmuş. Asla kavuşmayacağını çok iyi bilen iyi eski sevdalı güvercin tutuyorduk avuçlarımızda, hangi göze aşkla değse çocukluk sancılarımız tüm mektupları kendimize adresliyorduk.. Kendimizle kavuşuyorduk başkalarının hayallerinde, o yüzden korkuyorduk derhal, o yüzden kaçıp gidiyordu aşkla koşuşturan tüm kuşlar bu yaşlı ağaçlardan, o yüzden bitiriyordu içimdeki sesleri gözlerindeki şimşeklerin kargaşası. O yüzdeydi benim gözlerim, o yüzüne bakılmayacak bir hevesin kucağında kendini yaşlandırıyordu. O yüze sarıldım geceleri ben, onun yüzünden ayrılan binlerce parçaymışım halbuki. Benim yüzümden olanların, benimle döküldüğü kumsallardı bir sonraki aşkın bana koşarak geldiği. Derdime çare sandıklarım olsa olsa sonbahar fırtınaları oluyordu, yeniden kurmam için yıkılması gerekiyordu kumdan kaleleri aşklarımın her seferinde.

    Kendi düşlerinden başka hiçbir haberi almayan yalnızlık şehirlerinde yaşıyorduk biz. Onun yazdıklarında benden hiçbir iz yoktu; benim anlattıklarımın onunla alakası yok, ancak kendimizi kandırabiliyorduk belki de bir gün kandırılabiliriz eş zamanlı olarak diye.. Olmuyordu haliyle. Ağlıyordu doğallığı yapay gecelerin, gülüyorduk bu doğallığı keşfettiğimizi düşündüğümüz her seferinde başımızdan geçen yüz binlerce trajediye. Ulvi yanlarına tutunduğumuz yalanların içinde, ne kadar ulvi cinler peydahlanıyordu bizi aldatmak üzere ve göremiyorduk hiçbir seferinde. Yoldan çıktığımız ilk anda, aşk inançlarından aforoz ediliyorduk, yalnızlığın ustalarıydık biz, tövbe ettiğimiz günden beri kendimizle ancak yetinebiliyorduk.

    Tutturduk bir aşk diye, kendimizi kaçırdık akıldan ziyade. Tutturduk bir heves niyetine, kırgınlıklarımız herkese hediye. Ağlıyoruz yok yere, gülünecek hallerimizde. Dünyanın bile bir tane sarılıp uyuduğu atmosferi, biz kendimize aşksız karanlık evrenler peydahladık durduk yere! Bitmedi sonsuzluğu yalnızlığın, belirli bir süreyle emanet bedende. Gönül yaralarını saramadığımız sürece, ancak yara bantları oluyorduk birbirimize! Geçici bir süre, kesiliyordu acılarımızın akışı, ta ki bir başka zamanın akışı söküp götüresiye.

    Bildiklerimizi kabullenemediğimiz her hülyalı gecede, bilmediklerimizi birbirimize masal eylediğimiz bu sahte aşk mektuplarında kavuşuyorduk ancak be ancak kendimize. Gerisi tamamen aynılığın birbirini destekliği basit bir hikaye. Yaşanıyor aynı şekilde, her seferinde.

    Kağıt kesiği kadar aşk denilen, ne zaman aşkın en saf halini yazmaya kalksak iki salak bir araya gelip aniden. Ağıt çığlığı bu sevda denilen, ne zaman ölümün eşiğine değse içimizdeki her bir ölen bağırıyoruz duyulmayacak yerlerden! Görmeden, dokunmadan, koklamadan, yaşamadan, ancak zamandan çalan bir mektup kaderimiz; yazarken kendimizi feda ettiğimiz. Biz de herkes gibi kavuşulmaz aşk duvarlarında bir diğer fedaiyiz.

    !---- spoiler ----!
  6. hayallerin intiharı
    !---- spoiler ----!

    Önce hayaller kurulur, sonra yaşamlar. Önce yalanlar bulunur, sonra gerçekler ortaya çıkar. Cesur ve çırılçıplak çarpışır gerçekler, kurulu düzenlerle. Hayaller normatiftir, gerçekler anarşist. Bir nüshası eline geçmeyegörsün aşkın, gerçekler hemen bunları bir meydan ateşiyle yakarlar. Hiç acımadan.

    "Hayaller normatiftir, gerçekler anarşist."

    Bir uğursuz ses gelir önce sessizliğin akşam güneşi pembeliğine. Biraz karanlık, biraz fısıltı yeter insanları delirtmeye veya uyutmaya. Uyunabilirse.. Aşk uyur, gerçekler uyumaz. Hayaller uyutur, bazen uykular tutmaz. Hiç fark etmez ne kadar güzel olduğu, fırtınalar sıcaklıktan doğar soğukla çarpar yakar ve yıkar! Senin yeniden kurabileceğine inat yıkılır en sadece ve en naif imparatorluklar. Peki de, hayaller niye intihar eder? Hayalleri çocuklukla iliştiren katil soyu insanoğlu pek bilmez, hayaller dünyayı gerçek kılan tek nefestir beynin derinlikteki gizli mağaralarda. Çok karanlık bir yaradılışın ışık huzmesi gibi yanar, mumlar.. Hayalleri çocuklardan çalan aç gözlü varlığımız da bilmez, onlar bize sonuna kadar ait olan tek yaşam formudur ölmeye yüz tutmuş dünya topraklarında. Gururludur sahiplik, öyle 'sen benimsin'ci salaklıklar değildir duygusal hesaplamalar, umutların bağlandığı insanlar varsa bile hayaller kimseyi bağlamaz. Kurulduğu kadar yıkılışı da özeldir! Bir onurlu savaşçı edasıyla intihar ederler, tüm onursuz hayaller.

    "Gururla gömdüm, en naif hayallerimi gözlerine.."

    İnsanlar boş yaşamayı bir halt sanıp, intiharları bu denli aşağılarken bilemedikleri bir boşluğa gitme korkusuyla; hayaller asla beklemez ilişiverir birkaç kimyasalın beyindeki gezintisine. Yakar yıkar gözlerimizdeki perdeleri, tüm gördüğün güzellikleri kurguladığın aklından siliniverir.. Hayaller yalnızca kurulduğunda güzeldir, hiçbir ölüm kutsal olmadı çünkü bunu gerçekler çok iyi bilir. Binlercesi için kendini hayatta tutan insan, binlerce ölümü ardında bir nefes alabilir. Ancak hayaller öyle değildir, sen-ben ölmeyelim diye sessizce bir gece uykuya yeniliverir. Uykular öldürdüğümüz hayallerin yasını tutan bedenin sessiz korteji gibi her gece ölümlerin bir yenisi gelir. Önceleri terörken tüm yıkılan düşünce sistemleri, sonraları duygusuz bir rahatla geliverir.

    Solan sayfaları var kader defterlerinin, herkesin kendi elleriyle yazıp sonra kendi gözyaşlarıyla ıslattığı bir renkte. Tam da burada işte, hayaller kendi hatalı harflerini yok etmek için şiddetle sildiğin izlerdir. Herkes çok iyi bilir yakılsa da külünde görünen metinler, silinse de alınlara derinlemesine iz bırakmış şiddette düşünceler ve rengarenk gülümsemiş yüzlerde hayaller asla yok edilemezler. Bunu çok güzel kullanır diye insan denilen derbeder, hayaller bunlara gerek olmadan yağmurla çürür hüznün sayfalarında. Hiçbir iz kalmadan erir, zamanın dalgalarında. Kağıttan gemiler kurgularımız, gerçek denilen anaforlara attığımız. Sonları en baştan bellidir.

    Bir hüzün çöküyor ya senden kalan, beni benden alan, gözyaşlarında yüzdüğüm bir pişmanlık senden hediye bu yelkovan. Dönüyorum kendi nezaretimde, ölmüş bir hayalsin ey sevgili şimdilerde yaşıyorsun hiç gerçek olmayacak bir şekilde herhangi bir dilek ağacının dibinde karınca yuvalarına kaçırılmış kağıt parçalarında. İkimiz de parça pinçik ediliyoruz, farkında bunun ağaçlar ondandır koskoca gururlu gövdelerinden sızan tüm kanamalar. Anıları toplama sakın, gerçeklerin zaten çok ağır basacak. Unutacağız elbet, bizi zaman hep bizden önce geçecek. Bir uçurumun derinliğine kadar inebildik belki ama en narin hayale tutunmak için aşkın heyecanıyla, biz ölmeden önce tüm iyi niyetlerimiz kendilerini karanlık bir derinliğe bıraktı işte. Ancak orada durup kendimize kızacağız işte.

    Hayaller gururludur kardeşim,
    Kırmayacaksın öyle,
    Kuramadıklarını..

    Hayaller erken ölür, biz geç anlayalım diye. Hayallerimi astım en mutlu savurduğun puantiyeli bir eteğin kıyısına bırak onlar ayrılmasınlar bari. Kurusun tüm inancım, kemirsin kendi açlığım kendi varlığımı umurumda değil de, "Ah be sevgili, öldükten sonra bu güzel hisler hiçbir halta benzemedi.."

    !---- spoiler ----!
  7. Gözlerinden sonbaharda bir karanlık orman kuytusunda bahar kokusu dökülüyor, saçlarından süzülüyor yalancı güneşlerin ardından gelen hüzün dolu dondurucu yağmurlar. Senden Mene Yar Olmaz çalıyor bulutların birbirini yediği gökkuruntusu sabahlarda, aniden uyanıyorum yaşamın gerçeklerine.. Çok da iyi biliyorum hatta; senden mene yar olmayacağını.

    Sözlerinde yalanların korktuğu bir narinlik, yüzünde platoların kıskandığı kendine has bir kahverengi var. O kadar etkileyici değildi eskiden bu şarkılar. Onun soluğuna çarpan kirli bir deniz dalgasından sonra tutuldum ben bu vereme. Nasıl bir ülkeymiş ki gençliğim, mülteci oluyorum seve seve ruhunda, bekliyorum binlerce yıldır gülücüklerinle tel çekilmiş mutluluk medeniyetinin sınırlarına. Giremiyorum topraklarına ellerinin, gelsem vatanım yalnızlıkta bırakacağım dostlarım var; üzülür yarım paket sigaram, kaybolur İsveç kıyıları kokan votkam. Kıyamam.. Kıyamam saçlarının teline değecek her bir tutarsız sözüme, kıyamam sana ulaşabileceğinden tam emin olamadığım tüm dizelerime. Kıyım geçirir tüm varlığım, unuturum ve katlederim benliğimi yiterim yanaklarına değen sığlarda sevdanla yüzmeye diye açılır boğulurum, çok iyi biliyorum.

    Senden bana yar olmuş çoktan, yanmış ruhumda binlerce umuttan orman. Bir adım geleceğim vardı sana koşan, kısa kestim! Yalnızca ama yalnızca olmayacağından.

    Senden bana zar olmuş çoktan, tuttukça ellerin kendi kaderini, yenilmişim şanstan. Bahttan, gamdan tasadan çıkamamış bir adamdan seni kazanmak zordu. Oyunun kurallarına bakmadan, uykunun krallığında ancak bir gece ansızın gelebilirsin benliğime, o da ancak bilinçsizce. Başka çaresi yok. Kabusa dönmüşlüğün güzelliğini kirletmesinden korkarım. Tüm isyanım bundan!
    **
  8. Herkes yaşamaya çalışıyor, yaşayabilsek yeter-yeterince. Herkes zeki doğmuyor, akıllı olsak yeter-yeterince. Yaşam herkese adil değil, eşitlesek durumlarımızı yeter-yeterince. Anlamıyor zaten kimse kimseyi, biz anlayabilsek başkalarını o bile yeter. Yaşamıyor zaten herkes rüyalarını, kurabilsek yeter doğru ve gerçek yaşamları. Kimseye yetmiyor ki verilen, teşekkür etsek bile bir ilahi düzene yenileri hep geliyor yeterince..

    Yeterlilik belirlendiği zaman insanın var oluşundaki bencilliğe göre, dünya bir savaş alanına dönüyor! Nefes alabilsek keşke düzgün bir şekilde, kararları vermeden önce. Düşünerek karar vererek kendimizi düşüneceğimize, anında karar verip anlık güzelliklerden keyif alabilsek keşke. Bencil bir durumda, sencil kavgalarda her şeyi karşılaştırmak yerine; karşılaştıklarımıza teşekkür etsek yeter yeri geldiğince.. Karşımızdan çekilen o eskilerin hatırına, yenileri yeterince tanısak çok gelecek tüm toplumsak bencilliklere. Yaşam denilen birkaç kelime, birkaç hece, birkaç kekeleme, birkaç düşünce, birkaç hüzün yeterince-hepsi yeterince. Daha fazlasını istememeyi de öğrensek keşke.

    Her şeyin iyi olması için herkesin de iyi olabilmesi sağlansa keşke. Her anın değerli olması için her an birbirimize sarılabilsek bir yerde. Kabul edebilsek kendimizi, kendimize göre hem de başkalarının gözünde. Bir folklor tanrısının en gizli kalmış ayininde doğru gülücüğü bir elmas damlası gözyaşıyla karıştırıp kendimizi yeniden yazabilsek tanrıların günlüklerine, yeterince. Keşke her zaman haklı olmasak bu kadar, haksız da çıkabilsek kendi aynalarımızda gerek görüldüğünde.

    Bu kadar iyi olmasak keşke! Kötü de olabildiğimizin temelinde engelleyebilsek yanılgılarımızı, saldırmasak her hatamızda yansıtmacı şekillerde. Delirmese içimizde tüm kurgulanan egosal yapılar, kolayca bitmese yaşamımızdaki hevesler kısa süreli öfkelerle. Doğru kişilere, doğru kişi olduklarını doğru zamanda söyleyebilsek keşke.

    Ama olmuyor işte.. Kimse herkes olamıyor yeterince!
    **
  9. aşk ve jamais vu
    !---- spoiler ----!

    Hepimiz yaşamımızın bir yerinde 'deja vu' olarak adlandırılan ve olayların ortasında ilk kez yaşadığımız bir anı geçmişimizde çoktan yaşamışız gibi hissettiğimiz anlık şoklara uğramışızdır. Peki ya bunun tersi varsa? Evet, var: Jamais Vu.. Aşklarımız gibi her yeniden yaşadığımızda, binlerce kez bile olsa ilk kez oluyormuş gibi hissetmeye de Deja Vu'nun tersi olarak Jamais Vu deniliyor. Bizim yaşadığımız da bunun gibi, değil mi?

    Her seferinde aynı heyecanla aşık olmuyor muyuz? Unutup tüm çektiğimiz acıları, yaşadığımız o hayalden gerçeğe dönerken geçtiğimiz sancılı-kavgalı tüm aşkların üzerine nasıl oluyor da aşk bir kez daha bize jamais vu yaşatıyor. Hiç olmamış gibi onlarca kez olmuşu yaşayabilmenin en garip yanı bu his. Daha dün 'asla sevmeyeceğim,' 'asla eskisi gibi olmayacağım' diyen tüm insanların inadına onlarca kez daha yaşadığı, binlerce kez önünden geçtikleri bu kader yolunu tekrar geçerken ilk kez hissiyle tekrarlanan bir jamais vu aşk denilen. Aynı hatalara tekrar iten, tekrar üzen ama ve ancak asla vazgeçilmeyen..

    Basit yaşamlarımız var, basit alışkanlıklarımız, basit hatalarımız var tekrar tekrar yapmanın bencilliğinde savrulduğumuz. İşte onun bambaşka yansıması aşkın bu vurgulu hataları. Asla aşklarımızda deva ju yaşamak istemiyorken her seferinde yeniden-sıfırdan yaşıyormuş gibi jamais vu yaşamamamızın başka bir açıklaması olamaz o yüzden. Aşkı seviyoruz, hatalarımızı kolayca benimsiyoruz, geçmişimizi kolayca unutmadığımızı zannederken her hatırladığımızda aklımızda yeniden kurgulayıp kendimize göre yumuşatıyoruz; en nihayetinde de vakti geldiğinde, sıcaklığı yüzümüze-gönlümüze vurduğunda aynı gencecik yüreğe sahip olduk sanıp aynı aşkı aynı şekilde ilkmiş gibi yaşıyoruz. Bundan daha güzel jamais vu olabilir mi?

    !---- spoiler ----!
  10. Siyaha doğmuş beyazlığımız
    !---- spoiler ----!

    Dünya masmavi görünen bir siyah gezegen, içerisinde insan yürüdüğünden beri. Dünyaya gelmek beyaz bir ışığı bekleyen ölülerin yaralı dünyasında oradan oraya savrulmak; anlamdan anlama savrulmak zaman içerisinde. Boş, tertemiz bir kitap olarak geldiğimiz dünyada elimize bilincin kalemlerini veriyorlar, yazıyoruz yanılgılarımızı.. Siyaha doğmuş beyazlarız!

    Önce herkesi, her yaşayan canlıyı severek yaşıyoruz. Severek öğrenmek, sevgiyle yaşamak istiyoruz. Sevgiyle yoğruluyoruz.

    Sonra herkese saldırıyoruz öfkeyle tanışıp, yalanla, yanılgıyla. Kavgayla büyüyoruz!

    Parmaklarımızın ucunda bir meleğin dokunuşu var, gözlerimizde tüm ruhların yaşama gücü var, hücrelerimize işlemiş evrenden ödünç aldığımız atomik varlığımız ve püripak doğamızda bir yağmur damlası olarak düşüyoruz toprağa-aslında ne kadar nükleer serpinti bulutlarına dönüşmüş olsa da. İnsanların elinde kararıyor gözlerimizdeki bembeyaz nur. İnsanların dilinden kopyaladığımız dillerimizden sevginin yerine savaş nağları dökülüyor, herkesle eşit doğduğumuz bir çocukluktan herkesle yarıştığımız bir salaklığa sürülüyoruz zamanla. Kurgulanıyoruz, ürkütülüyoruz, cesaret hapı inançlarımız, itinayla kandırılıyoruz. Düşünsek baş ağrısı, konuşsak dil.. Tek bildiğimiz çimenleriz milyarlarca, ezil de ezil..

    İnsani beyazın, insani siyahla kavgasında hep siyah kazanıyor. Beyaz örtülerde uyuyan çocukluğumuz, o yüzden, sonradan aşık oluyor grinin koyu tonlarında. Anca dengeleyebiliyoruz siyaha bulanmış kötü yanımızı içimde direnen son insani katmanlara! Ölüyoruz yaşamak uğruna, en basitinden insanca.


    !---- spoiler ----!