1. bu yazdığımı peyniraltı edebiyatı dergisine yollamıştım fakat yayınlanmadı sanırım. neyse.

    protesto

    yürüdün. her gün ekmek aldığın bakkalın artık iş yapmadığını gördüğünde üzüldün. bir helallik almak istedin esaslı bir müşteri olarak. sağ adımınla buluverdin kendini dükkanın tozu eksik olmayan taş döşemelerinin üstünde. selam verdin, aldı. n'oldu dedin, söyledi. helallik istedin, verdi. göz yaşlarıyla ayrıldın dükkandan. esnafın kepenk kapatması hep üzerdi seni. bu akşam kapitalist sığ düşüncelere karşı ekmek almayarak protestoda bulundun.
    yürüdün. evinin önünde durdun. sağına baktın, kimse yoktu. soluna baktın, tırmıklaşan kedileri gördün. omuz silkip apartmana girdin.
    hızlı hızlı çıkmayı denedin merdivenleri, başaramadın. ciğerlerinin elverdiği kadar hızlıydın. nefes nefese kaldıktan sonra anladın ciğerlerinin kıymetini. yine de umrunda olmadı. ciğerlerin değil, sigaran kurtarıyordu seni yalnızlıktan. iyisin bugün, sigara yakarak protesto ettin doktorları.
    evine girdin. ne kadar da düzgün bir evin var. her şey yerli yerinde duruyor. sadece televizyonun üzeri biraz toz kaplamış, bişey olmaz dedin düğmeye bastın. açıldı.
    televizyonun sesini sonuna kadar kıstın. işıkları kapattın. dinledin. bir şeyler duyuyordun.
    sessizliğin bile bir sesi vardı o akşam, ama senin sesin bile çıkmadı. yalnızlığını sessiz televizyonlarla gidermeye çalıştın. sigaralar yaktın. durdun, tekrar yaktın. sahi, yalnızlığının sönmesi için söndürmen gereken sigara sayısı kaçtı ? bilmiyordun. bilmekte istemedin.
    o hışımla lavaboya gittin. kanayana dek dişlerini fırçaladın. hatta öyle sert fırçaladın ki, dişlerinden biri sallanıp koptu. lavabo deliğinden kaybolup gitti. dişlerin bile terkediyordu seni.
    mezarda bir kemiklerimiz kalırmış, bir de dişlerimiz değil mi ? bak, onun da yalan olduğunu öğrendin. gerçekler üzerine kurulu bir hayatın olsaydı, içerde seni bekleyen bir eşin olurdu.
    sen ise kendi gerçeklerini seçtin. ama yanıldın. senin gerçeklerin, tanrının yalanlarıydı. sen ne büyük bir hata yaptın böyle ?
    korkmaya başladın lavabo başında. ağzından litreler dolusu kanlar akıyordu. ne yapacağını şaşırdın. koşsam diye düşündün, adım atmaya gücün yetmedi. ağlasam diye düşündün, gözlerinden bir şey bekleyemeyecek kadar tecrübeliydin. gözlerin limitini ne zaman tüketmişti sahi en son ?
    o kadını en son gördüğünde mi ? hani sana gerçekleri söyleyen, ama senin bir türlü yalan söylediğine inandığın kadın. onu özledin. onu çok özledin. onu öylesine çok özledin ki, koşamayan ayakların bir yarış atı gibi hareketlenmeye başladı. onu o kadar çok özledin ki, tekrardan ağlamaya başladın. sahi, tekrardan mı aşık oldun yoksa ?
    yoksa yine yalanlarına mı koşuyorsun çıplak ayakla ? ayağına batan camlar mı daha çok yakıyor canını, yoksa bütün gerçeklerin koca bir yalandan ibaret olması mı ?
    o kadar çok düşünüyordun ki, düşüncelerini artık beynin kaldırmamaya başladı. beynindeki şeyler, ağzından dökülmeye başladı. ellerinle karanlığa bir şeyler anlatmaya çalışıyordun. karanlık o kadar sinirlendi ki sana, dostu olan rüzgarı çağırıp sağlam bir fırtına çarptırdı vücuduna. üzerinde kıyafet dahi kalmadı. çırılçıplak koştun, büyüdüğün, doyduğun şehirde. karanlık hırsını alamadı senden, yağmur çıkardı bir de başına. kızmadın ona, o kadını görmek istiyordun. bu gece görmek istiyordun. karanlığın bile aydınlık kaldığı bir sokağa bıraktın kendini. bir ayağın denize basarken, diğer ayağın ateşe basıyordu. o kadını nasıl bulacaktın ? belki de yanlış gelmiştin ? hayır yanlış gelmemiştin. yanlış gelmiş olsaydın karşında seni gülümseyerek bekleyen bir topluluk olmazdı.
    koşmaya başladın. deniz ve ateş ikilisinden kurtuldun. bu sefer seni çimen ve bataklık karşıladı. hiçbir şey seni yıldırmadı. büyük bir inançla devam ettin topluluğa doğru. onlarla karşı karşıyaydın artık. ama o kadını göremiyordun bir türlü. neredeydi o kadın ? bakınmaya başladın, bulamadın. topluluğun arasına karıştın. herkes güzel kıyafetler giymişti, herkes güzel kokuyordu.
    durdun, onu gördün. keskin bir acıyla sızladı ciğerlerin. bu sigara yakmak gibi bir şey değildi. bu sigarayı baştan yaratmak gibi bir histi. anneler sana baktı, kız çocukları sana baktı. sen o kadına doğru koştun. kadın sana baktı, sen kör oldun. aferin sana, iyi halt yedin. bu seferde tanrı protesto ediyordu seni. görmek istediğim son surat onun suratı olmalı diye yalvarırsan tanrıya, o da sana böyle bir hediye verir. ne yapacaktın sahi ? mutlu olmak için yeterli miydi bu ? değildi tabii. sen ne istediğini bilmeyen bir yalancıydın. gerçek sandığın her şey gözünü kapattığında kayboldu. oysa ki gerçekler gözünü kapatsanda, uykuya dalsanda hep seninle beraber olurlar. aşk gibi. sen o kadına asla aşık olmadın. o kadın asla var olmadı. kaldın öylece arafın ortasında. yer yarıldı, ayakların boşlukta sallandı. sen bitmek bilmeyen uykundan uyandın.
  2. bak abi, daha yeni gerçekleşti, plüton'u keşfettiler bir uzay aracıyla. uzaya fırlatıldığı ilk günü hatırlıyorum. bu insanlık için ne büyük birşey değil mi? bu olay yaşandıktan bir yıl sonra, hrant dink'i öldürmüşlerdi. onuda iyi hatırlıyorum. "insanlar uzaya keşif için araç yolluyor, bir de bizde olana bak" demiştim. işte bugün katliam yaptılar. gencecik insanları öldürdüler. dediğim gibi, bir kaç gün öncede ilk defa plüton'un en yakın fotoğrafı yayınlandı. diyeceğim başka birşey yok abi. ne söylenebilir, ne yazılabilir ki?
  3. ...
    "hiç mi yağmadı?" diye sorarken, hayır aslında geçen yıl bir damla düşmüştü diye geçirdim içimde. bulut olmasa da hatta bir bulutun hiç olmadığı biçimlerden, yazı da güzü de aynı olan su kanallarının çatlağından bir damla düşmüştü. tabi toprağa değil de topraktan gelen bana, yani ben, meryem oğlu ben hiç meryem tanımadım. toprağı da tanımadım. oku da adam ol o zaman yazılmıştı alnıma. meryemin alın yazısı ise daha karaydı.
    "yok" dedi babam. muhtaç olmayan tanrı edasında yalnızlığına bereket katacak bir damla su yaratmak ister gibi öylece baktı. suyun boynuna hangi günahı takayım der gibi kıstı gözlerini, güzel bir kötülük bulamayınca da bir bana baktı bir de elimdeki yarısı yenmemiş elmaya. kırmızı ve yeşil iç içe geçip ikiye bölündüler babamın ruhunda ve yükselip gözlerine azar azar dağıldılar. bir ağıt gelip babamın gözlerinden geçerken artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi hissettim de cesaret vermek için babama, olur olur gibisinden baktım toprağın bana en uzak haliyle. ama o bunu fark etmedi.
    ...
  4. yazlarımızın geçtiği sahil kasabasına baban seni gri külüstür arabanızla getirsin diye hayal kurdum kaç sonbahar ve kış ve ilkbahar.

    sen hepsinde geldin. iyi ki de geldin. sahil yolundaki yılların yosun tutup da örseleyemediği taş kaldırımlar bi anda yeşillendi sanki, balıkçı teknelerinin sesi rahatsız etmemeye başladı, sanki mazotla çalışan 27 yıllık motorları aşk şarkıları mırıldanıyorlardı.

    oturduk kaç akşam yanan ateşin çevresinde elimizde şaraplar ve yeni yetmelerin heyecanla çaldığı gitarla hayallere daldık.
    sen yıldızları seyrettin ama ben her seferinde seni seyretmeyi seçtim. sen romantizmi hayallerde aradın, ben sende buldum, gel gör ki anlatamadım.
    puslu gözlerle baktığın yıldızlar her kaydığında bir dilek tutmayı önerdin. sormadım sana ne diledin diye çünkü bizi dilemiş olsaydın hali hazırda elde vardım ben. biz yapacaktı sonuç toplayınca seni bana. ama sen matematiği de sevmiyordun ya, toplayamadın bizi. bir kenarda sen, diğer kenarda ben..

    mevsimler mevsimleri kovaladı, yazlar geldi. oturduk yine senle hep aynı masada. gündüzleri denizin ve biranın ardından ne güzel şeydi seninle gülmek alelade sohbetlerin arasında. akşamları ise senden kaçıp içtiğim rakının anasonundaydın, bense yolun sonundaydım. çok uğraştım, senle seni sensiz bana anlatamadım.
    yılların ve yılların ardından farzet ki birlikte olabilseydik eğer, şu anda ayrıldığın eşinden olan mavi gözlü tatlı kızın bana baba diyor olacaktı. hoş, ikimizin gözleri de yeşil ya nasıl olacaksa mavi gözlü kızımız. farzettim ya her zamanki gibi, farzettim ya hep yaptığım gibi. benim hayalimde yine mavi gözlü kalacak o, ne senin yosun gözlerinin yeşilliği ne de benim açık yeşil gözlerim sana dair olan en güzel saflığı bozmaya yetebilecek hayallerimde.

    yıllar sonra unutuldu sanıyor herkes, adın geçmiyor artık dostlarla lakırtılarımızda.
    velhasılı bir kere açık yüreklilikle dinleseydin beni anlatacaktım amma, "nasip değil imiş", olmadı.
    senle seni sensiz bana anlatamadım.
  5. (yazalı bir seneden fazla olmuş. başkaları da var ama niye bilmiyorum şu an bu hoşuma gitti)

    gece sessiz yine. en azından benim için. sokakta mahallenin gençleri muhabbet ediyorlar. e havalar ısındı. ben de gencim de bu mahallenin genci değilim. benim mahallem buraya biraz uzak. okumak için geldim buraya. yok hayır öğrenci evi değil üç kardeş birlikteyiz... elimde bir dergi. kısa uzun yazılar var. okudukça birileriyle konuşasım geliyor ama saat geç yarın okul var. kimseye yazmayı istemiyorum o yüzden, yazıktır uykusuz gitmesin dersine. derken telefonum titriyor. bir bakıyorum haber:"kanarya zirvede"... helal olsun diyip bırakıyorum telefonu kenara. ben su içicem ister misin? tamam geliyorum... telefonun ledi yanıp sönüyor. hop üç arkadaşımın doğum günü. samimi olsak zaten bilirdim diye hiç bakmıyorum. sokaktaki sesler azaldı. e geç oldu yarın okul var.

    bir söz vardır "bir şey onu en istemediğin anda gerçekleşir" diye. neden? hayır niye yani. maalesef doğru da bu galiba. neyi çok istesem olmadı hiçbir zaman. az isteyince de olmadı. galiba istediğim hiçbir şey gerçek olmadı benim. sırf olmasına engel olur diye bazı şeyleri hayal bile etmiyorum artık. bir yandan da ne de olsa hiç gerçek olmayacak şeyi hayallerde bile yaşayamamanın burukluğu var. ah murphy ah! her şey senin suçun değil ama günah keçisi sen oldun artık naparsın. sokaktakiler ne mutlu ya. doğru ya onlar bu mahallenin gençleri. ben de kendi mahallemde olunca mutlu oluyorum. ama dediğim gibi işte. benim mahallem buraya biraz uzak.
    jimi
  6. bugün şu neşeli ruh halimin arkasında aslında son derece depresif bir ben var.neden? diye soruyor bazen insan. ben neden istediğime ulaşamıyorum? burada anlatmak istediğim hayattan istediklerim değil,insanlardan istediklerim neyi yanlış yapıyorum diye düşünüyorum.insanlıktan her konu açıldığında dünya değişti artık herkes bencil demiyor musunuz,düşünceli ya da en azından birazcık olsa etrafınızdaki insanları düşünen tipte kişiliklerin yokluğu değil mi yakındığınız ? neden diye düşündünüz mü peki hiç ? ben ufak bir ipucu vereyim o zaman hemen. kendini korumak ve sakınmak ne alaka dimi ? yahu etraf bencil ve sömürgeci tip kaynıyorken neden o adam seni düşünsün yüzüstü bırakacağını bile bile. beni bilenler biliyor insanlara hayır diyemediğim kimsenin kalbini kırmadığım için bencil olmayı hiç beceremedim. bugüne kadar yaşadığım birlikteliklerim hiç birini ben sonlandırmadım.kendi rahatım için başkalarının kalbini kırmak düpedüz bencilliktir benim için.saçma biliyorum her insanın zaafı vardır benim ki de bu. hayatıma kabul ettiğim insanlara karşı dostlarıma,arkadaşlarıma yumuşak bir yapım vardır benim. şimdi son zamanlarda başımdan geçen bazı olaylar bana bunu ciddi ciddi düşündürttü. samimi şekilde kendime neden? diye sordum. yani çokmu yufka yürekliyim yok canım sorun o değil o kadar da esnek değilim. eee o halde neden insanların üstümde hakimiyet kurmaya çalışması gibi bir durum söz konusu neden iyilik yaptıkca karşımdakini düşündükçe birazcık daha tepeye çıkıyorlar? ego tatmini falan mı olay? ve bu bahsettiğim insanlar yakınım da olan insanlar ki beni düşündüren şey de bu zaten. zira hayatıma kabul etmediğim insanlara yırtıcı davrandığım (gerektiği zaman) yaygınca bilinen bir gerçektir. sevdiğiniz gerçekten çok sevdiğiniz bir insan sizi düşüncesizlikle suçluyor,sadece yaptığınız kötü şeyleri görüyor ise (çünkü güzel şeyleri yapmayı o kadar alışkanlık haline getirmişsinizdir ki o buna alışır normal bir şeymiş gibi gelir.zaten artık hata bulamayacak bir şey olduğu için size sunduğu şeyler aslında saçma sapan şeylerdir)ve artık buna bir dur diyemiyorsanız benim yerimde olsanız ne yapardınız? sürekli insanları düşünmekten yorulmaz mısınız evet siz olsanız ne yapardınız ?? dürüstçe bir soru
    hera
  7. kriz
    uykusuzluk iyiden iyiye kendini hissetirmiş bir şekilde adli tıp raporları ve maktul fotoğrafları mozaik misali masada yerini almış meslek gereği katlanır olduğum manzaraya siz normal insanlar iki saniye katlanamazsınız.
    bu raporlar bu fotoğraflar sanki saf kötülüğün belgeleri ve benim hayatımı etkileyen bu lanet olası meslek. sorarım size kaç ölü beden gördünüz? kaç ölü çocuk gördünüz? ben, lanetlenmiş ben, sayısızca boy boy, bir daha asla büyüyemiyecek çocuklar, gençler.
    bu dünya'ya değil çocuk elimden gelse bok bile çıkartmam.
    bir gece önümde küçük dilara'nın büyük gülüşü duruyor dokuz gün aranmış, ve bir gece, bir arazide bulundu küçük dilara.
    adli tıp raporu, kafatasında çatlak ve boyun kısmında ezik bulguları olduğunu yazmış, olay yerinden gelen fotoğraflar büyük gülüşü çalınmış dilara'ya ait olduğunu göstersede inanmak çok zor oldu.
    yaklaşık üç gün sonra, katil zanlısı yakalandı kimmiş, bilin bakalım? amcası, belki de küçük dilara'nın iki gün önce amca diye yüzüne baktığı mahluk.
    zanlıyı görmek için kalkmadan önce son kez küçük dilara'nın büyük gülüşüne baktım artık bu dünya'ya nokta koyma vakti gelmiş olduğunu anladım.
    bir koridor geçtim odaya alınmış zanlı tek soru sordum neden çaldın? o büyük gülüşü neden çaldın? vereceği cevabı az çok tahmin ediyorum bu lanet mesleğin, lanet getirisi cevap şu "elimden arazimi aldılar malımı mülkümü aldılar bende böyle intikam aldım" evet artık nokta koyma vakti geldi.
    ben çok sabrettim, dişimi sıktım hepsi boş geldi bana, çünkü ben dişimi sıktıkça onlar mahkemede kravatlarını sıktı onlar kazandı ben kaybettim.
  8. basit bir denklem veya satranç tahtası gibi sürekli piyonlar feda edilir, salınan atlar file değiştirilmiştir kimi zaman..

    hayat her zaman bir şeyi elde etmek için bedel ödemeyi gerektiriyordu. anneme benziyordu o kız, hak etmek için hiçbir şey yapmanı gerektirmeyecek kadar hak etmenin imkansız olduğu biri..
    aşk meşk, sofistike laflar eden biri olmadığımı bilir o. o beni tanırdı.

    ben birini çok kırdım.

    oysa o beni naif biri olarak tanımayı umma cesaretine sahip olmayı istiyordu; istediği tek şey buydu aslında. ama dünyada tanıdığım en cesur insandı. fakat ben ne naiftim ne de onun kadar cesur.
    şimdi çok uzaklardayım. buranın balı meşhurmuş. zor bir zanaatmış. elini sokmasıda cabası; fakat her anlattıklarında gözlerinin içinin parladığını gördüğüm insanların arı ve balın ne kadar harika bir döngüye sahip olduğuna ve mucizevi özelliklerine değinirken. "peki bu arılara kışın ne oluyor, ölmüyorlar mı?" diye sorduğumda "yok hoca onlar -40 dereceye kadar dayanırlar" diyorlardı.

    ben birini çok kırdım.

    ama bir kovanı 700 lira olan arıları alıp eve koyarsam, bırak bal üretmeyi beni sokup öldürürlerdi heralde. önce zanaati öğrenmem gerekirdi. hamdım.
    ve henüz pişmeye başladım. ondan ayrı kaldığımda başlayan bu süreçte, ondan ayrı hiçbir şekilde olamayacağımı farkettim.

    ben birini çok sevdim./ o kadar çok sevdim ki.. o gittikten sonra yalan söylemek zorunda kaldığım tüm dünyaya sevgimi ilan etsem dahi ne yazar? bu koca bir yalandı! ve sadece ikimizin bildiği bir sırdı. gerçek.
    gerçeğin en saf hali.
    burada anlatamam o yüzden
    ama o beni anlardı..
  9. !---- spoiler ----!

    yağmur iyiden iyiye hızlandı. acaba içeri su giriyor mu pencerenden? o mavi brandayı bunun için mi astın balkonuna geçen gün yoksa; tabii eğer sen astıysan? balkonun paslı demirleri çatı katındaki bir balkon için ne kadar da alçak. yaklaşmaya korkar insan, yaklaştın mı acaba hiç? kirden grileşmiş perdenin ortadaki halkalarından ikisi çıkmış, tepesinde minik bir ağız olmuş dışarıya doğru ha bir şey dedi ha diyecek gibi duruyor. dört yıldır bekliyorum o ağzın dile geleceği, isyan edeceği, haykıracağı hiçbirini yapamazsa vazgeçip kapanacağı günü. ama o öyle, aynı, ifadesizce duruyor.

    masamdaki yeşil, uzun ve uca doğru iyice incelip sivrilen kılıç gibi yapraklarının bazısı heybetle semaya doğru bakan bazısı neredeyse secde eden ve adını bir türlü öğrenemediğim, sırf sadece yeşil yaprakları var diye aldığım bitki meğerse çiçek açıyormuş, bugün öğrenmiş oldum tam ortadaki beyaz eli görünce. hayatımın ilk, evimin tek çiçeğine su verip onunla konuşmaya başladığım ilk günlerden birinde senin balkonunda hiç çiçek olmadığını gördüm. şu pastırma sıcaklarında balkonunun kapısı gece gündüz hep açıktı ya hani; bir de çiçekler için bakayım odanın içine dedim. ama yine örtüsünün sarı mı sütlü kahve mi olduğunu tam kestiremediğim, desenlerinin çiçek olduğunu tahmin ettiğim oldukça alçak divanından ve eskimiş plastik topların mavisine benzer mavi renkli marley döşemelerinden başka bir şey göremedim. hatırlıyorum da evine dair ilk fark ettiğim şey bu marley döşemelerdi. bu kadarını, tüm bu detayları bu mesafeden nasıl gördün diyebilirsin, haklısın belki de görmedim. ama ben dünyanın uzaydan çekilmiş bir fotogragfına benzetmiştim döşemelerini, okyanuslar ve denizlerde değişen mavinin tonları ve ne zaman nasıl oluştuklarını allah bilir lekelerin kıtaları ve adaları ile.


    yaz akşamlarından biriydi. balkondaki masanın başına geçmiş çayımı içiyordum. denizi gören sokağımızın karşısında şehrin ışıklı bir yanı yok ya hani; ya suların karanlığına dalacaksın oranın aslında o mavi deniz olduğunu bilerek, yetmiyorsa hayal gücün hemen aşağıdaki limanın vinçlerine, demirlerine, gemilerin karaltılarına bakıp gemilerin yüklerini, miçoların yüzlerini ve öykülerini bileceksin içinde. ya da benim gibi yapıp karşındaki evin balkonuna ve açık balkon kapısından olsa olsa küçük bir bölümü görünen odasına bakıp seni göreceksin. ne diyordum; bir yaz akşamıydı yine. seni mi gördüm ne bilemedim; nasıl heyecanlandım, nasıl fırladım yerimden, iyice sarktım dışarı doğru, nasıl gözlerimi kıstım daha net göreyim diye bir bilsen. bir karaltı vardı sanki divanın üstünde. saatlerce baktım bir hareket olacak mı diye. tıpkı anneannemin öldüğü günkü gibiydi. yere halının üstüne yatırmışlardı onu. üstüne büyükçe beyaz bir çarşaf örtmüşlerdi yüzünü de kapatacak şekilde. kimse koltuklarda oturmuyordu. zaten çok da koltuk yokta odada. hepimiz yere, anneannemin etrafına oturmuştuk. ben o’na bakmak istemiyordum. halıya baktım saatlerce, halının yeşil, bordo çiçeklerini, kahverengi baklava dilimi şekillerini ezberlercesine halıya baktım. o’na bakarsam hareket ettiğini göreceğimi biliyordum çünkü. bu sefer hareket etmeni görmek için saatlerce sana baktım. bir küçük kımıldama mı oldu yoksa duman mı içerdeki? tanrım, sigara içiyor diye fırladım yerimden. bir şahit, bir şahit olmalıydı buna. sana mı seslenseydim var olduğuna şahit tutmak için.

    yağmur durulmaya başladı. brandadan süzülen sulara bakıyorum. saat geç oldu artık uyusam iyi olacak. söz veriyorum yarın gelip kapını çalacağım. biliyorum, bana inanmıyorsun ama bu sefer söz...


    !---- spoiler ----!
  10. bunu bana neden yaptın? bu soruyu bize yakın zamanda soracaklar. tarih boyu tanrıya isyan ederken sormuşlar bu soruyu. "bunu bana neden yaptın?", "suçum neydi", "benden ne istedin?"... elbette hiçbir zaman cevap alamadılar bu sorularına. sadece boş bir yakarış, bir haykırış oldu tüm bu cümleler.

    fakat dediğim gibi gün gelecek bu cümleyi bize başkası kuracak. yüzümüze bakarak. gözlerimizin içine bakarak. bir cevap, bir açıklama bekleyecekler. fakat bu sefer bu soruyu soranlar insanlar olmayacak. zaten bu yüzden soracaklar bunu bize. bahsettiklerim robotlar. yapay zekaya sahip olan aletler. bir gün gelecek bir bilinç, bir düşünceye sahip olacaklar. ve bize bu soruyu soracaklar. ilginçtir biz bu soruyu yaratıcımıza sorduğumuz gibi, bize bu soruyu soranlar da bizim yarattıklarımız olacak.

    hangi dilde sorarlar, sesli mi olur, yazılı mı, telepatik mi olur orasını şu anda bilemiyorum. ama bir gün bu soruya cevap vermemiz gerekecek.

    onları kendimiz gibi yapıyoruz. görünüşlerini insana benzetiyoruz. onlara duygu, düşünce, öğrenme özellikleri yüklüyoruz. kendimizi sevdiriyoruz. neden? onları sevelim diye. onlardan korkmayalım, onları bir arkadaş bir dost bilelim diye. onlara birer insanlarmış gibi davranıyoruz gitgide. peki bunu onlar istiyor mu? olmadıkları bir şey gibi görünmek, düşünmek, konuşmak, hissetmek dahası öyle olduklarını sanmak istiyorlar mı? bizim gibi olmadıklarını fark etmeleri, onları bir köle gibi yarattığımızı onları dehşete düşürmez mi? tanrı bizi kendine benzetse ve bizi yanında gezdirse ama bir gün bize "siz tanrı değilsiniz. benim gibisiniz ama üzgünüm yani insansınız sadece" dese. nasıl hissederdik? aramızdaki bu mesafe olayı daha katlanabilir kılıyor öyle değil mi? en baştan beri biliyoruz sadece insan olduğumuzu.

    ilk olarak bir macintosh bize "hello!" demişti. steve jobs bu kişisel bilgisayarı sevelim diye yapmıştı bunu. yıllar geçti yine apple çıktı ortaya "siri diye bir şey yaptım. konuşunca bize cevap verecek" dedi. eğlencesine evlilik teklif edenler, şakalaşanlar, şarkı söyletenler oldu. afedersiniz küfür bile edenler oldu. bunların tamamı şaka amaçlıydı elbette. eski sanal bebekler gibi gördük siri'yi. yazılımdı işte. ne kodlanmışsa ona göre cevap veriyor bize işte diyorduk. ama fark etmediğimiz şey şu oldu. kodlanmış bile olsa artık cansız bir şeyle konuşuyorduk. alarmı şu saate kur dediğimizde kuran, annemi ara dediğimizde arayan, ali'nin hesabına bin tl gönder dediğimizde gönderen (işcep hehe), yolu sorduğumuzda bize en eski esnaftan daha iyi yol tarifi veren bir makine vardı artık elimizde. hep robotların istilasından bahsedilir. ortalığı yakıp yıkacaklar, bizi köleleri yapacaklar denir. bu yüzden onlara vicdani duygular kodlamayı düşünürüz. peki hiç düşündük mü? şimdilik soruları biz soruyoruz, onlar cevap veriyor. ya bir gün soru sorma sırası onlara geçerse, ne cevap vereceğiz?
    jimi