1. mekanlarla kurduğumuz ilişki ne tuhaf, rastgele şekillendirilmiş tahta ve kumaş parçalarının zihnimizde tetiklediği hisler nasıl bu denli kuvvetli olabiliyor diye soruyorum kendime. çok insanlarla çok evler değiştirdik bu güne dek, süregelen bu uzun ve sarsıntılı yolculuklardan süzülüp kalan ben ve annem şimdi. kaçılan yerler, sığınılan yerler, yuva dediklerin ve tutsak hissettiklerin... lojmandaki evin turuncu duvarlarını anımsıyorum, mutfağın kapısına astığımız o boncuklu tuhaf şeyi, pek severdim, kapının kenarına yeşil süslü tokalarımla bağlamıştık. saça bağlanamayacak kadar genişlemiş lastiği şimdi ne alakasız bir iş için kullanılıyordu her dokunuşumda garipsedim. uzun ince koridordan koşarak geçişlerim, köşedeki halıda kayıp yere düşüşlerim, salonun duvarındaki kan lekeleri, lekeleri örtmek için asılmış ucuz bir "kaplumbağa terbiyecisi" taklidi ve daha çok şeyler, hepsi hatırımda.
    tuhaf bir mesele için eski mahallemize gittik bugün, yıllar evvel kaybettiğim anneannemin evinin olduğu sokak, annemin büyüdüğü benimse çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim sokak. anneannemin evine girdik, kiracılar çıkmış ve ardında yalnız eski püskü bir dolap bırakmış. odaları yavaşça gezdim, her eşyayı tek tek anımsadım, anneannemin kokusunu yine duydum.
    "o işlemeli tahta saat burada asılıydı!"
    "bak anne, sevdiğim döşek tam da buradaydı!"
    "bayramlarda toplandığımızda ben ve ablamlar şu köşede otururduk, hatırladın mı?"
    ne geldiyse aklıma sıraladım, çocukça bir neşeyle koşuşturarak, parmağımla işaret ederek, görgülü kızlar parmaklarıyla işaret etmez derdi teyzem, olsun. şimdi sisli bir akşamüstünün karanlığında, mutsuz bir renge boyanmış duvarları ve yenilenmiş parkeleriyle bu ev yabancı bir evdi belki, başka hayatlar ve insanlar gelip geçmiş, başka anılar serpmişti yerlere. bense girer girmez 11 yıl önceki o kurban bayramındaydım, bütün ailenin toplandığı kalabalık bayramlardan. sarı ışık, anneanne evi sıcaklığı, eski eşyalar, dev yorganlar, kahverengi kadifeden bayramlığım hepsi gözümün önündeydi. kuzenlerimin kahkahaları, teyzemlerin kavgaları, anneannemin "kız hele gel buraya" deyişi kulaklarımdaydı.
    annem tek kelime etmedi, gözleri doldu gördüm sonra sonra. utandım düşüncesizliğimden, annem geçmişi anımsamayı sevmez, yaraları deşilirdi bilirim.
    çıktık sonra, büyük salonlu, duvarları kansız ve odaları babamsız yeni evimize geldik. çay demledik.
    mekanlarla kurduğumuz ilişki diyordum, ne tuhaf.
  2. tavandaki ucuz fosforlu plastik yıldızları / annemin beni bahane gösterip de kendine aldığı hediyelerden, tıpkı o küçük yeşil vosvos gibi / izlediğim bir gece. gözyaşlarım yastığı ıslatmış, yanağımı o tuzlu ve sıcak lekeden uzak tutmaya çalışıyorum.
    neden ağladın? işte bu tehlikeli soru. içimdeki yok olmak bir yana gitgide büyüyen kara delik, her gün umutlarımla, hayallerimle ve en önemlisi geçmişimle güzelce beslediğim;
    sanırım o sorumlusu.
    karanlığın ortasından biraz ilerideki o minik ışık huzmelerine koşuşlarım. zor yollardan geçtim de hep ulaştım onlara.
    o ışık huzmeleri ki hepsi birer göz yanılsamasıymış işte.
    yalnızlık ve hüzün, çok zehirli bir karışım, bazen fiziksel anlamda midemi bulandırır. şakalaşırken aslında istenerek biraz sert atılan bir yumruk yemiş gibi.
    yersiz ve zamansız çıkagelen karabasanlar. vasat bir sit-com izleyip de gülerken, haftalardır bitiremediğin o romanı okurken, babanın hiç sevmediği yemekten yerken iğrenç bir boğaz düğümlenmesi gibi semptomlarla gelirler. kimi akşam eve dönüşlerinde, nedenini anlayamadan kafamı atkıma gömüp hıçkırıklarım duyulmasın diye kendimi sıkıp da boğazımın yandığını hissedene dek gitmezler.
    neden çok yorgunum, neden hep yorgunum?
    güzellik, iyilik var dünyada yok değil. ama bizim payımıza neden düşmez, benim payıma neden düşmez?
    saçma sorular.
    hayır anne nankör değilim. şükür yalnızca kötü bir kandırma mekanizması.
    saçma avuntular.


    şimdi gecenin bu saati daha karanlıktır; hiçbir şey iyiye gitmez de her şey derine iner, düğüm olur.
    ve o şarkının sözleri döner durur aklımda.

    "yaşamak bu değil, bir şeyler yapmalı."
  3. ---------------------------savaş---------------------------------

    birlikler yerlerini muntazam sıralı şekilde almış, sanki aralarında görünmeyen çizgiler varmış gibi keskin bir ayrım olmuş, kare kare sıralanmışlar. şubat ayının buz gibi soğuk sabahında kalabalık orduların üzerinde soluklarının buharı dolaşıyordu.
    askerler verilecek emir ile harekete geçecek ve bu zorlu kuşatmanın zaferle sonuçlanması için mücadele edeceklerdi. ele geçirilecekler arasında kale surları ve ardında kralın yaşadığı görkemli sarayı vardı. surların üstünden gelen kızgın yağ fokurtusunun sesi soğuk ve sessiz sabahın içinde acı acı yankılanıyordu.
    ve borunun yüksek sesi ile hücum başlamıştı askerler koşarak surlara girişmeye başladılar. surlara tırmanan ilk askerler surların gerisinden gelen kısık boru sesine anlam vermeye çalışırken bu boru sesinin yağ kazanlarının döküm emri olduğunu feci şekilde can vererek anlamış oldular.
    uzun süren mücadeleler sonucu ufak bir birlik sarayın kapısına dayandı. sarayın kapısını gören askerler büyülenmişcesine bakakaldılar, öyle bir kapı ki bu bembeyaz ve devasa büyüklükte, ince işçilik örneği oymalarla süslenmiş. sarayın kapısına dayanan bu küçük birlik geride kalan askerlere umut vermişti. artık surları zorlayan askerler bu mücadelenin karşılığını almaya, muzaffer olmaya çok yakındılar ve sarayın kapısına bütün birlikler dayanmış oldu, büyük beyaz saray kapısı bu baskıya daha fazla dayanamadı, sonuna kadar açıldı, zafer gelmişti kuşatma ve fetih sonlanmıştı.

    - ömer faruuuuuk! ömeeer faruuk!
    - efendiiim!
    - hadisene tuvalete mi düştün be çocuk kaç saattir ne yapıyorsun?
    - tamam çıkıyorum.

    sarayın en yüksek burcundan aşağı sarkan beyaz bayrak artık savaşa son noktayı koymuştu. akşama doğru yağan yağmur, savaşın bütün pisliğini temizlemiş ve gelecek baharı, gelecek zaferleri müjdelemişti.

    -----------------------------------son---------------------------------------


    ömer faruk'un benzetmeleri;

    sıralı birlikler: tuvalette ki fayanslar
    kızgın yağ : çiş
    boru sesi : osuruk
    surlar : makat
    saray: alaturka tuvalet deliği
    saray kapısı : alaturka tuvalet deliğine takılan kapak.
    askerler : kaka
    beyaz bayrak : tuvalet kağıdı
    yağan yağmur : sifon çekme sonrası.
  4. osman, bak! kör bir adam etrafa küfürler savuruyor...

    görüyorum, ve arttırıyorum.

    1 - elim dandik. bundan önce de öyleydi. bundan sonra da öyle olacak. evet. bundan eminiz. bunu biliyoruz, ve kabul ediyoruz. (omuzlarımdaki yükü hafifletebilmek için üçüncü çoğul şahıs kullanmam umarım sizleri rahatsız etmez. sadece böylesi daha akışkan.)

    2 - ikide bir eline bakmaktan vazgeçer misin artık! dandikler işte. baktıkça iyileşeceklerine mi inanıyorsun? onları her seferinde kendine göstermene gerek yok. 2 ve 7 ve görüyorsun ve arttırıyorsun ve o kadar. kırmızı ya da siyah, ya da mavi ya da yeşil ya da beyaz ya da sinek ya da karo ya da maça ya da... sonuncusunun adını anımsayamıyorum.

    1 - bir sonraki perdeye kadar bir sigara molası verebilirim. ya da çayımdan bir yudum alabilirim. ne dersin?

    2 - bebekten farkın yok. ne yaparsan yap. beni rahat bırak... hey! fazla uzaklaşma. birazdan başlıyor.

    sigara içilemiyor mu burada. ah, ben de bir sigara içebilseydim ya. sadece bir tane sigara. hatta hepsini içmeme de gerek yok. birkaç fırt, yarısına kadar gelsem de idare eder. zaten hepsini içemem ki. midem ve ciğerlerim ve gırtlağım ve dilim ve yanaklarımın iç yüzeyi el vermez. tanrım! nasıl da içiyorlar şu mereti. baca gibi tütüyorlar. sanki hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi, sanki biraz sonra öleceklermiş gibi içiyorlar. onlar gibi olabilmek için yıllarca dua ettim.

    3 - evet! evet! tanrım! şu an hazine bulmuş gibi sevinçliyim. bu sıkıcı salı akşamı buraya gelmekle ne iyi ettik bilemezsin sevgilim. bu cümleler... hepsi de dünyada üretilmiş bu cümleler. hepsini sonsuza kadar zevkle dinleyebilirim.

    4 - bebeğimmmm, benim tatlı kelebeğimmmmm. böyle konuştuğun zaman seni anlamakta zorlanıyorum, biliyor musun. beni korkutuyorsun. tıpkı, tıpkı deli biri gibi konuşuyorsun. hani aklını tamamen kaybetmiş olan manyak ve korkunç olanlarından bahsediyorum. şu akıl hastanelerinde belgeselleri çekilenler gibi. ama yine de benim kelebeğimsin şapşal şey. seni böyle budalalıkların yüzünden sevmekten vazgeçeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun elbette. hahahahaaa şapşik şeyyyy bir an önce eve gidelim istiyorum. sana en sevdiğin yemekleri yaptım.
  5. cenneti ararken kaybettiklerimiz

    !---- spoiler ----!

    Geçmişin doğal ortamında hiçbir ulus, geçmişin enginliğinde hiçbir yerel nüfus cenneti aramamıştır, çünkü onlar halihazırda cenneti yaşayan milletlerdi. Şimdilerde inançlarda, yaşamlarda ve umutsuzlukta cennet diye satılan şey aslında geçmişimizdir. Peki şimdilerde onu ararken, neleri kaybediyoruz?

    Aslında kaybettiğimiz şey kayıp bir şehir, efsane bir yaşam. Aradığımız şey ise o güzelliklerle bizim yüreğimizde kelebekler gibi uçuşan vahşilik. Doğadan gelen modern doğasız kobaylar olarak arıyoruz doğallığı. Doğaya aitliğini yalnızca saçma sapan belgesellerde bulan doğal havyanlarız biz. Doğal korkularımızı yapay beton yığınları arasında aşkla, inançla, dinle, kültürle, büyümekle-yaşamakla ve çalışmakla kurguluyor ve mutluluğun doyumunu cennet aramasındaki açlığımızla bütünleştiriyoruz.

    Birkaç ucuz yüzyıl boyunca bizlere kurgulanıp satılan cennet isimli o idealist herhangi bir kurgu ilk insanın kendi içine adım atmasıyla otomatik olarak günümüz dünyasına dönüşecek zaten. Bunun farkına varamıyoruz, Tanrı'ya karşı bile çıkarcıyız.

    "Tanrı'ya karşı iyi kalpli inançlıyı, insanlara karşı iyi kalpli bir çıkarcıyı, kendimize karşı iyi olacağını düşünen bir yalancıyı oynuyoruz kazanmak adına.. Ne saçma."
    Yukarıdaki şekilde belirtmiştim bu durumu Yarıştırılmak isimli deneme çalışmamda, aşağıda yorum bölümünde bağlantıyı bulabilirsiniz.

    Sonuç olarak dünya hapishanesindeki yaşam süreliğince belirsiz cezalarımız var çekiyoruz, adına kader oyunu diyoruz. Atmosferin bize sunduğu bu büyük hava örgüleri yetmiyor, kendimize ekstra koğuşlar oluşturuyoruz, en sevdiğimiz bilinçaltı yaşantılarımızda kendimize çok daha özel dehlizler yaratıyoruz. Sonra da dua ediyoruz bizi en kutsal cezayla cezalandırdığını düşündüğümüz eski nesil tanrılara. Bilmiyoruz o tanrıların da bir zamanlar insanların kralları olduğunu, bilmiyoruz dünyanın bir zamanlar gerçekten bir cennet olduğunu. Bunun ispatı için birkaç el değmemiş biraz, biraz su biraz toprak yeterlidir! Gidin görün..

    Yalnızca cennetinde cehennemi yaşayanlara aittir cennet hayalleri, yalnızca cennetli hikayeleri satar cehennem zebanileri ve Shakespeare'in de söylediği gibi "Cehennem boş; tüm şeytanlar burada." Sonuçta hepimiz yaşıyoruz kendi kazanlarımızda, adına toplum, millet, vatan vb. gibi saçmasapan kelimeler yüklüyor birbirimizi avlıyoruz, birbirimizi yönetiyor ve bitiriyoruz yüz binlerce kez kendi medeniyetlerimizi. Ne için? Cennet vaatleriyle yıktığımız cehennemden çıkabilmek için.

    Çok da uzak olmayan bir gelecekte bulacağız elbette o cennet ifadesindeki yaşam dokunuşuyla insan müdahalesi görmemiş gezegenleri. Sonra kafalarımızda yeni bir cennet daha kurgulayıp gidip oraları da yıkacağız!

    O yüzdendir ki, cennete inanmayın cennete çevirin yaşamlarınızı. Cehenneme hep inanın çünkü içinde yaşamaktasınız doğanızın yönünü unuttuğunuzdan beri. İçinizdeki şeytanlara son bir şans verin, kendilerinin ne kadar suçlu olduklarını görüp doğa anaya avuç açabilirler, belki.

    !---- spoiler ----!
  6. (yazalı bir seneden fazla olmuş. başkaları da var ama niye bilmiyorum şu an bu hoşuma gitti)

    gece sessiz yine. en azından benim için. sokakta mahallenin gençleri muhabbet ediyorlar. e havalar ısındı. ben de gencim de bu mahallenin genci değilim. benim mahallem buraya biraz uzak. okumak için geldim buraya. yok hayır öğrenci evi değil üç kardeş birlikteyiz... elimde bir dergi. kısa uzun yazılar var. okudukça birileriyle konuşasım geliyor ama saat geç yarın okul var. kimseye yazmayı istemiyorum o yüzden, yazıktır uykusuz gitmesin dersine. derken telefonum titriyor. bir bakıyorum haber:"kanarya zirvede"... helal olsun diyip bırakıyorum telefonu kenara. ben su içicem ister misin? tamam geliyorum... telefonun ledi yanıp sönüyor. hop üç arkadaşımın doğum günü. samimi olsak zaten bilirdim diye hiç bakmıyorum. sokaktaki sesler azaldı. e geç oldu yarın okul var.

    bir söz vardır "bir şey onu en istemediğin anda gerçekleşir" diye. neden? hayır niye yani. maalesef doğru da bu galiba. neyi çok istesem olmadı hiçbir zaman. az isteyince de olmadı. galiba istediğim hiçbir şey gerçek olmadı benim. sırf olmasına engel olur diye bazı şeyleri hayal bile etmiyorum artık. bir yandan da ne de olsa hiç gerçek olmayacak şeyi hayallerde bile yaşayamamanın burukluğu var. ah murphy ah! her şey senin suçun değil ama günah keçisi sen oldun artık naparsın. sokaktakiler ne mutlu ya. doğru ya onlar bu mahallenin gençleri. ben de kendi mahallemde olunca mutlu oluyorum. ama dediğim gibi işte. benim mahallem buraya biraz uzak.
    jimi
  7. kriz
    uykusuzluk iyiden iyiye kendini hissetirmiş bir şekilde adli tıp raporları ve maktul fotoğrafları mozaik misali masada yerini almış meslek gereği katlanır olduğum manzaraya siz normal insanlar iki saniye katlanamazsınız.
    bu raporlar bu fotoğraflar sanki saf kötülüğün belgeleri ve benim hayatımı etkileyen bu lanet olası meslek. sorarım size kaç ölü beden gördünüz? kaç ölü çocuk gördünüz? ben, lanetlenmiş ben, sayısızca boy boy, bir daha asla büyüyemiyecek çocuklar, gençler.
    bu dünya'ya değil çocuk elimden gelse bok bile çıkartmam.
    bir gece önümde küçük dilara'nın büyük gülüşü duruyor dokuz gün aranmış, ve bir gece, bir arazide bulundu küçük dilara.
    adli tıp raporu, kafatasında çatlak ve boyun kısmında ezik bulguları olduğunu yazmış, olay yerinden gelen fotoğraflar büyük gülüşü çalınmış dilara'ya ait olduğunu göstersede inanmak çok zor oldu.
    yaklaşık üç gün sonra, katil zanlısı yakalandı kimmiş, bilin bakalım? amcası, belki de küçük dilara'nın iki gün önce amca diye yüzüne baktığı mahluk.
    zanlıyı görmek için kalkmadan önce son kez küçük dilara'nın büyük gülüşüne baktım artık bu dünya'ya nokta koyma vakti gelmiş olduğunu anladım.
    bir koridor geçtim odaya alınmış zanlı tek soru sordum neden çaldın? o büyük gülüşü neden çaldın? vereceği cevabı az çok tahmin ediyorum bu lanet mesleğin, lanet getirisi cevap şu "elimden arazimi aldılar malımı mülkümü aldılar bende böyle intikam aldım" evet artık nokta koyma vakti geldi.
    ben çok sabrettim, dişimi sıktım hepsi boş geldi bana, çünkü ben dişimi sıktıkça onlar mahkemede kravatlarını sıktı onlar kazandı ben kaybettim.
  8. ******************** sığır ******************


    çıtır çıtır yanan sobanın başında bekleşen çocuklar sınıfa girmemle ürkek yavru civcivler gibi sıralarına koşuştular. şimdi bütün gözler üzerimde her birinde ayrı bir heyecan, her biri ağzımdan dökülecek kelimelere kilitlenmiş, pür dikkat ve hayranlıkla beni süzüyorlar. çocukların gözüne baktığımda kendimi dünyanın en tuhaf canlısı veya bir ilah gibi gördüğüm, bu duyguları yaşadığım oluyor, neredeyse çocukların her birinin ideali benim bu yüzden daha dikkatli olmaya özen gösteriyorum.

    çocuklar ağzımdan dökülecek emir kiplerini beklerken, aklımda halâ dün izlediğim vahşet haberi vardı. zanlısı ilçe belediyesi olarak verilen haberde onlarca köpek telef edilmiş ve şehrin çöplüğüne atılmış. bu vahşeti yapanların bu sıralardan geçtiklerini düşündükçe utanıyorum. bende bugün çocuklara, besledikleri, büyüttükleri hayvanlara mektup yazmalarını ev ödevi olarak verdim. bu sayede onların ne kadar değerli varlıklar olduğunu, aslında hiç bir hayvanın boş yere yaşamadığını, kendilerinin yapamadıkları işleri, asla üretemeyecekleri mamulleri bu canlılar sayesinde kazandıklarını anlamalarını istedim.

    verdiğim iki günlük süre dolmuş kimi çocuklar mektuplarını çiçek resimleri ile kimileri kenar motifleri ile süslemiş hepsi masama bırakmıştı. çocuklar "öğretmenim bu mektupları postacıya verecek misiniz?" hevesleri kırılmasın diye evet vereceğim dedim. çocukların yazdıklarını, yazabileceklerini az çok tahminde ediyordum ki tahminimde ki gibi bir çoğu aynı şekilde yazmış hatta bazı öğrencilerim birbirinden kopya çekmişler çoğu şöyle olan mektuplar; " koyunlarımız bize yün veriyor, süt veriyor, peynir veriyor onları çok seviyorum iyi ki var" veya " sevgili tavuk ve cücükler her sabah sizi yemledim karşılığında yumurtalarınızı paylaştınız sizi çok seviyorum" gibi ve benzeri onlarca mektubu tek tek okudum. yalnız içlerinden birisi ve en sade olanı dikkatimi çekti bir kız öğrencimin yazdığı satırlarda hayvan sevgisinden ziyade bir hayvan yergisi ve iğrenç olayların itirafları vardı.

    " sevgili sığır, en iyi arkadaşım. her sabah anam seni önüme katar beraber dağ bayır gezeriz sen karnını doyururken ben ise çalı çırpı, odun toplayıp eve gitmeden önce anamın verdiği bağcıkla bağlar eve beraber dönerdik. sevgili sığır anam seni "kırmızı kızım" diye sever sende bu sevgiyi aldıkça şımardıkça şımarırdın. anam beni neden hiç böyle sevmedi? çünkü, ben senin gibi süt veremiyorum, senin gibi tosun, düve edemiyorum.

    sevgili sığır, senin tosunun yüzünden başımızda çok ağrıdığı oldu bu senin kara tosun komşu tarlasına girip daha küçük olmanın verdiği heyecanla bütün tarlayı yerle bir etmiş, tarla sahibi bağrış, çağrış kapımıza dayandı anama, babama kötü sözler söyledi, komşu elinde ki odunla babama saldırdı neyse ki diğer komşular ayırdılar.

    sevgili sığır, seninle o kadar çok vakit geçirdim ama seni sevmiyorum çünkü sen beni dayımın oğlundan kurtarmadın hani her zaman beraber gittiğimiz dalından elma düşürüp sana yedirdiğim ağacın altında bana kötülük yaparken beni kurtarmadığın gün, o gün sana çok kızdım. dayımın oğlu o kocaman elleri ile beni dövdü ve sen baktın sevgili sığır, sonra yaptığı benim anlamadığım kötülükler olurken sen öylece baktın sevgili sığır, ben çok korkmuştum ama sen önünde ki otu yemekten başka bir şey yapmadın sevgili sığır, sonra dayıoğlu " anana, babana söylersen boğazını keserim senin" dedi. sevgili sığır, bu söz sana mı? bana mı? söylenmişti."
  9. az önce pencereden dışarı baktım. gülüşüp oyunlar oynayan çocuklar vardı, içlerinde kendimi aradım göz ucuyla. bulamadım tabi ama yine de biriyle göz göze geleceğim diye kaçtım içeri, mutlu çocukların yüzüne daha fazla bakamadım o acıyla. peki benim şarkılar söyleyen, arkadaşlarıyla saklambaç oynayan çocukluğum neredeydi? sahi saklanmıştı da kimse bulamamış mıydı onu oyunun sonunda, öyleyse çıkar gelir belki değil mi dargınlığı son bulduğunda, gelir değil mi? ben beklerim ki bu pencere başında, yitirilmiş çocukluğumu da beklerim, geri gelmeyeceklerini bildiğim ailemi de beklerim, beklerim sonuçta, bu pencereyi hayallerime açılacak diye bellerim ve beklerim. belki o zaman vücudumda gizlediğim hiç atılmayan çığlıklar, küçüklüğüme akıtılmış salyalar, ne bileyim işte bastırılmış 'ama baba'lar pencereden çıkıp gider, üryanımdan göçer. her şey bu kadar basittir belki, susmak lazım geldiğinde nasıl sükuneti bellediysem, beklemek lazım geldiğinde de hasreti, vuslatı kendime yoldaş bileceğim demek ki. beklerim ben mühim değil benim bekleyenim yok ki sonuçta. şu pencere, pencerem benim sonum olsa da bekleyenim olmaz sonunda. ama bir şey soracağım anne, buna ancak sen cevap verebilirsin. mezar taşları insanları bekleyemez değil mi, ölüm bekler insanı, ölenler değil değil mi? beni beklediğin bir yer varsa anne söyle penceremi oraya açayım, çocukluğumu sen bekle, onu sen büyüt de beklediği olmasın, ona sarıl ki eksikliği kalmasın, onu sar ki senden başka kimse dokunamasın, ona öğret anne, bir kere çocuk olunduğunu ama bin sene içinden atılmadığını, içine attığın çocukluğunun hep sırtına çıkıp ayaklarını omuzlarında sallayacağını anlat ona anne. ben nasıl siyahlar içinde ağladıysam onun yaşlarında, onu sarılar içinde güldür anne.
    ben şimdi pencere önünden kalkıyorum, anlıyorum ben bu pencereden sana ulaşamayacağım ama sen bana el uzatacaksın, yitirilen her şeyi avuçlarına sığdıracaksın lakin ben gülüşmeler için fazla büyüğüm, avuçlarını göğsüne yasla. oyun bittiğinde, biri onu sobelediğinde geri dönecek, ellerini ona yasla, ellerini ellerine bağla, benim olmayan ne varsa ona sağla. saklanmanın, boğulmanın yüz düşürecek bir şey olmadığını fakat çırpınmazsa boğulacağını söyle ona, anlar o. nihayetinde benden yiten bir şey, sana koşa koşa gelmek isteyen en güzel şey o, şimdi ellerini aç, ellerimi tut, ben geldim.
  10. daha önce yazılarımı hiç bir mecra da paylaşmadığımı ve burada ki anonim şahsiyetime güvenerek yazdığımı belirtmeliyim. beklentiyi yükseltmek istemem ama insanların beni yazılarımdan tanıyabileceği hissine kapıldım hep, o yüzden korktum açıkcası.

    şimdi ise; benim taşıdığım bahane gibi veyahutta içinden geldiği gibi, insanların yazılarını paylaşmasını umut ediyorum.

    saygılarla

    !---- spoiler ----!

    huzur aramaya başladım. nice ruh perişan oldu benim daha yeni girdiğim bu yolda. ne zaman başlamıştı ki? doğru! bir akşamüstü azizliğinde, gökyüzünden miras kalan semt ışıklarına kaldırmıştım kahvemi. biten sigarama, sahip olmadığım hayatlara inat. koyan bir şeyler vardı... sırtımda varoluşun yükü, gözümün önünde ise akıp giden hayatımın kırıkları. diyecek onca şey, alıntı yapacak yüzlerce anı değerini kaybediyor; zamanın yavaş ama kendinden emin tik-tak'ları arasında. ne oldu sahi? bu kadar depresif olabileceğimiz ne mana yükledik ki bu yaşama. herkes bizim gibi mi? gördüğümüz insanlar nasıl mutluluk oyunları oynuyor? bir demli çaya nasıl bu denli gülümseme ve hayatın iyi yönlerini sıkıştırıyor!?

    oysa benim acıdı ya can yerim, işledi bir kere içime. tek dal sigaradan onlarca medet umdum. umdukça acıdı, acıdıkça içtim. benim ne sigaram bitti, ne umudum... bir ömür ilk nefesini, ecel terleri ile verdi bedenimde. tik-tak tik-tak.... makber belki aradığım huzurdur.

    !---- spoiler ----!