1. tiryakiadam'ın restini görüyorum. makber denen huzura ulaşmadan önce bir yazı yayımlayacak kadar ayaktayız madem, istediğiniz gibi olsun. fakat bu kadar detaylı ve güçlü bir deneme yerine, bir kaç tane günlükvari yazım paylaşacağım. bir de olağan dışı şekilde şarkı hediye edeceğim; saygılarla efendim.
    the rip - portishead http://www.youtube.com/watch?v=kBOaLjtR4mw

    !---- spoiler ----!

    karanlık bir gecede yürümeyi tercih ederdim hep... yalancı kalabalıkların arasında kaybolmaktansa, gerçekçi bir yalnızlığı daha samimi buldum. bilmiyorum neden, ama insanların gözlerime bakmaktan kaçındıklarını hissettim hep. o kaçan gözler, ben giderken arkamdan bakardı… sigara izmariti atar gibi fırlatılan hayatları izlerken acırdım her birine; empati kurmaktan bile kaçınırdım biliyor musun? o kadar çok inanmışım ki güçlü olduğuma; o kadar güvenmişim ki yaşadıklarıma, en önemlisi hayatımda ki insanlara… bu hayat için yine de yeterli değildi. yeri geldiğinde aşka sığındım, yeri geldiğinde aileme, çoğu zaman dostlarımın omzunda ağladım… sığındığım aşkımın, beni kabul edemeyen ailem gibi, beni aldatan dostlarımla hayatımı mahvedişini izledim…

    !---- spoiler ----!

    !---- spoiler ----!

    her kurduğu hayali elin de patlamış birini tanırdım; onunla yaptığımız uzun sohbetler de bana anlatacağı sürekli yeni hikayeleri olması beni şaşırtırdı... biraz ondan bahsetmem gerekirse, yaşadıkları anlı-şanlı şeyler değildi, ama onu bitirmeye yetmişti. ailesi parçalanmış, çoğu arkadaşı tarafından terk edilmiş, sevgilisi cebinde ki paranın gidişiyle birlikte yavaş yavaş kaybolmuştu... halen daha böyle insanlar malesef var.

    kendi sessizliğime kaybolduğum samsun da ki bir yaz günün de, tekrar karşıma çıktı. garsonun tam o geldiği sırada getirdiği bir bardak çayın güzel bir sohbetin habercisi olduğunu fark ettim... ona yönelir yönelmez, bana kim olduğumu sordu... böyle bir soruda biraz apalladım, ona beni tanıdığını anlatmaya çaba gösterdim ama yetmedi. tekrar sordu " kim olduğunu biliyormusun? "... denilecek bir şey kalmayıncaya dek kendimi ifade ettim. yetmedi... " sen ne kadar sensin ki? ailenin seçtiği, onlarında ailelerinin seçtiği bir dine bağlısın... ahlakın mahalle de öğrendiğin kadar, kültürün televizyonda izlediğinle sınırlı... yasalardan korkmana bile gerek kalmıyor değil mi? ama korkuyorsun... çünkü için de bir de sen varsın... o seni hiç dinleyip kim olduğunu öğrenebildin mi? bu fedakarlığı hiç yapabildin mi? "... bu kadar ağır bir cevabı siktir ettim, bu kadar olağan dışı bir konu beklemiyordum... ona biraz daha dikkatli baktığımda sarsılmış olduğunu görmüştüm, ne olduğunu sormama gerek yoktu, olanları biliyordum zaten. ama bu konu hakkında uzun vakittir düşündüğünü ve ilk üzerine konuştuğu kişinin ben olduğumu hissediyordum...

    söylediklerini düşünüp cevap vermem gerektiğinde haklı yada haksız olduğunu düşünmeden birden kendimi savunmaya başladım... fikirlerim benim için özeldi, onlar alıntı değillerdi... ona bunu saatlerce anlatabilirdim ama bir kaç altın cümle ile onun kafasında ki soru işaretlerini kırabileceğimi fark ettim... çünkü diğer anlatacaklarıma vereceği cevaplar muhakkak vardı; " dünya üzerinde bulunan insanların çoğu belirli bir dine mensup insanlar, yasalara göre yaşıyor ve olabildiğince standart ve normalleştirilmiş bir hayat tercih ediyorlar. insanlar neden mutlu olduklarında kendilerini sorgulasınlar ki? "... beklediğim tepkiyi vermemişti, biraz durdu... önce biraz ufuğa doğru göz dikti, sonra " sence bütün bu insanların kandırılmış olma olasılığı hiç mi yok? insanların mutluluğundan söz ettin, üzüntülerinin sebepleri de bunlar değil mi sence? savaşın, karşılıklı anlaşmazlığın başlıca sebepleri de bunlardan çıkmıyor mu!?

    !---- spoiler ----!

    !---- spoiler ----!

    yarın bunu okuyacak insana duyuru;

    bak canım kardeşim, sevgilim, insanım… sen bunu okuduğuna göre ya yazıma zorla ulaşmış yada arzum ve talebim doğrultusunda okuyorsun. sıkılma, bunalma sana beni yada sana seni anlatma çabası içinde yazmayacağım. ortamın, benim bunu yazarken alkol ve sigaranın diretmesi ile konu: aşk, para veyahutta sekse itiliyor. siktir et

    bugün, şu an bu kalemi elinde tutan ben az önce iş görüşmesine girip kendini pazarlayan benin aksine sana dürüst yaklaşacağım. çok değil yine birkaç dakika öncede hayatımın postasını koymuş biriydim. kulağıma gelen efe türküsü buraya yansımayı hak etti şu anda.

    misal etrafta herkes biri ile muhatap, kimi sevgilisi, kimi dostu, arkadaşı… kıymetini bil! ben sadece sana odaklandım. garsonun getirdiği gaz ile ikinci birayı söylemem cüzlanım için külfete, benim için keyife dönüştü.

    konu çok dağıldı bu yalnızlıkta… haklısın sen de sıkıldın, bir de beni anla ama… benim için belki de ilk defa fedakarlık yaparak bu saçmalığı okuyorsun. ikinci birayı söylemem gerektiğini ancak fark edebiliyorum. bu garson ama işinin ehli, iki hoş muhabbet, boş bardağı masadan kaldırıp ikinciyi getiriyorum diye bir diretme; çerez de getir! sanırım kalkmam gerekiyor, biram bitmek üzere ve garson gözünü masama dikti, üçüncüyü söylersem eve kadar yürümem gerekebilir. konu mu? konu buydu sayın okur. şu an! hayatımızda var olan bütün ayrıntılara, düne, bugüne, yarına inat! şu an… bir daha yaşayamayacak olduğumuz o tatlı, acı yada herhangi bir an!

    yavaştan toparlanırken kalemi çantama, yazımı ise size ulaştırma adına çantama koymak zorundayım. ikinci birayı söylemem hataydı, kabul ediyorum. laf aramızda, aramız da yaşanan bu iletişim için değerdi…

    !---- spoiler ----!
  2. madem dökülüyoruz..

    yaşamak diyorum, çoğu zaman hayatta kalabilmekten ibaret. uzunca bir zaman elde ettiğim şeyleri kendim aldım diye düşündüm. bunun bana ifade ettiği şey tam olarak şuydu: "onlar vermedi, ben aldım" bir şeyi isteyip, çabalayıp elde etmenin mutluluk verdiğini düşündüm ki bana birçok büyüğüm de bu şekilde ifade etti. çalış, didin kazan ve kendini kurtar. belki 10 yaşımdan 26-27 yaşıma kadar hep aynı şeyle kendimi besledim. "ben kazanıyorum" evde bunalım halinde bir çocuktum, belki yolum çoktan belliydi çizilmişti. en azından belli yaş aralığında bana biçilen hayatı değiştirebileceğime inandım bunun için çabaladım ve değiştirebildiğimi gördüğümü zannettim. arada çok önemli bir fark var ben değiştirebildiğimi düşünüyordum her şeyi. sanki yazgıyı ben kontrol ediyormuşum gibi geliyordu. alıyordum kazanıyordum, planlar dahilinde ilerliyordum. önüme bir yol çıkıyordu, beğenmiyorsam yeni bir yol açıyordum. yeni bir yol açarken hiçbir zaman o yeni açtığım yolun da aslında ilk yol gibi önüme koyulandan bir farkı olmadığını düşünmeye başladım. bu fikir beni sıkıntıya sokmadı değil. sonuçta iki seçenekten birini seçmekle yüz seçenekten ya da on milyon seçenekten birini seçmek çok da farklı değildi. seçenek yaratabiliyor muyum diye sormaya başladım kendime, heyhat ne haddime öyle bir gücüm yok. sadece kurulu evren düzeninde ihtimaller dahilinde çırpınıyorum. bir keresinde abime (dini bilgisine güvenerek) kader nedir diye sordum, hatta biraz da ekledim; eğer benim kaderim şu an bu çayı içmekse ve de ben bu çayı içmekten vazgeçersem kaderi değiştirmiş mi olurum? net bi cevaptı verilen "hayır o zaman kaderin çayı içmemekmiş deriz." şimdi anlıyorum bazı şeyleri, farklı olmak adına yaptığım her şeyi aslında herkesten biri olabilmek için yapmışım. bütün bu çabanın mücadelenin sonunda elime geçen nedir diye sorduğumda cevabım iç acıtan cinsten olabiliyor. "herkesten biri olabildim." peki şimdi ne yapabilirim, herkesten biri olabilme şerefine nail olduktan sonra yapıalcak olan nedir, daha da herkesten biri olabilmek için toplum standartlarına iyice abanmak mı mesela? evlenip çocuk yapmak, haftasonu gezmesine gitmek mi? ya da başladığım noktaya geri mi dönmeliyim, farklı şeyler yapmak mı? ya yine verilen onca mücadele herkesten biri olmak içnise? her mücadeleye girdiğimizde acaba asıl maksadımız farklılaşmak mı yoksa aynılaşmak mı? bütün bu hayat henagamesinde insan ne için yaşamalı diye soruyorum aşırı mantıklı cevaplarım beni kendimden tiksindiriyor. hayatta kalmak, kendi var etmek, kendini özgürleştirmek ve kendini gerçekleştirmek. nihayet evrene benle ilintili bir katkı sağlamak. tüm varlığımın sonucu olan bir ürün ortaya koymak. bu ürün bir evlat mı olacak eyvah yine aynılaştım. yalnız olsaydım dünyada en çok kime benzeyecektim acaba? kendim olmadığı kesin.
    abi
  3. !---- spoiler ----!

    her uslu çocuk gibi ben de yalnızken burnumu karıştırıyordum. oysa yaramaz çocuklar ailelerinin, misafirlerin önünde burun karıştırmaktan çekinmezler. onların bu yönlerine her zaman imrenmişimdir. hiç unutmam, bundan uzun yıllar önce, hevesli ve gelecek vaat eden uslu bir çocukken, uzun çalışmalar sonucu çıkardığım sümüğü kaybettim. ne kadar aradıysam da bulamadım. dert yakınacak, yardım alacak, benimle birlikte sümüğümü arayacak kimsem de yoktu. o dakikadan sonra hayatımın genelini bu hayal kırıklığı üzerine kurdum. hayallerim kırılmıştı. zira uslu bir çocuk olduğum halde büyük emekler harcayarak çıkardığım sümük beni sıkılgan ve bezgin yalnızlığıma terk etmişti.

    artık inatçı ve nazlı sümüklere karşı kayıtsızım. burnumu rahatsız etmeleri, nefes alırken ıslık çalmaları koymuyor bana. sümüklerimi kendi özgürlükleriyle baş başa bırakıyorum. kendi kaderlerini kendileri tayin etsinler. bildiklerini okusun şerefsizler. beni kendi yalnızlığımdan çekip çıkartacak kimsem olmadığı gibi, onların da kendilerini burun deliğimden çekip çıkartacak kimseleri kalmadı. şimdi onlar düşünsün.

    no more mr. nice guy !


    !---- spoiler ----!
  4. sadece sarhoşken söyleyebildiğim şeyler var

    duraktan kalkan son otobüse yüz metre depar atarak yetişmişçesine nefes nefeseyim. yaklaş yamacıma, yak bir sigara. sadece sarhoşken söylenebilen şeyler var. son nefesini vermeden önce helalleşmek gibi. akşam elektrikler kesilince balkona çıkıp yıldızları seyretmek gibi. ama sen içmezsin ki. zaten tüm sözleri söylemiştin giderken. mitralyöz gibi kazımıştın beynime. dinlemiyorum kimseyi o günden beri, sadece kendimle konuşuyorum. zerre kadar sözlerim zaman içinde gitgide büyüdü, çığ oldu içimde. zihnim kelimelerin sığınağıydı âdeta. sözcükler binlerce parçası olan yapboz sanki. ne kadar uğraşsam, kendimi paralasam da düzgün cümle kuramıyorum. kuramadıkça öğelerime ayrılıyorum.

    3-5 nöbeti tutan mehmetçik bir anda dellenip kendini vurabilir. sevdiği adamın ihanetini öğrenen kadın her şeyden vazgeçip bileklerini kesebilir. hatta dünya 12 santim ekseninden kayabilir. tüm bunlar ihtimal dahilindedir, senin geri dönmen dışında. gözlerimiz birbirine vedaya hazırlanırken, "artık başka hikâyelerin başkahramanlarıyız" demiştin. hayatta hepimiz figürandık oysa, anlatamadım. hem artık ben de içmiyorum. hayatın acımasızlığıyla sarhoş oluyor, bir türlü kendime gelemiyorum. son alkol aldığımda "baban öldü. memlekete gel toprağa ver" dediler. bir hafta sonraki babalar gününde çiçeği burnunda yetimdim. yeri gelmişken siz siz olun babasını kaybeden birine başın sağolsun demeyin. bu hayattan çekip giden ailenin başı ve asıl yıkım yaratan da bu çünkü. cenazede babamla birlikte bende girdim toprağa. uzun yıllardır enkaz altında kalmış birinin çığlığı gibiydi yaşantım. ne kadar mücadele etsem de tüh'lü geçmiş zamanda mahpus kalmış gibiydim. her yağmur yağdığında korkunç bir huzur duyuyorum. sen de hissediyor musun? seni unutulmaz yapan, sanılanın aksine yaşayamadıklarımızdı. her şey için çok geç artık. hapsettiğim gözyaşlarımda boğuluyorum. bütün bu yazdıklarımın ne manası vardı? beni hiç tanımayan birine derdimi anlatma ihtiyacı belki. ömrümce doğruları söyledim, bir köyden bile kovulmadım. sen de mi inanmadın yoksa?
    mnb
  5. bu yazdığımı peyniraltı edebiyatı dergisine yollamıştım fakat yayınlanmadı sanırım. neyse.

    protesto

    yürüdün. her gün ekmek aldığın bakkalın artık iş yapmadığını gördüğünde üzüldün. bir helallik almak istedin esaslı bir müşteri olarak. sağ adımınla buluverdin kendini dükkanın tozu eksik olmayan taş döşemelerinin üstünde. selam verdin, aldı. n'oldu dedin, söyledi. helallik istedin, verdi. göz yaşlarıyla ayrıldın dükkandan. esnafın kepenk kapatması hep üzerdi seni. bu akşam kapitalist sığ düşüncelere karşı ekmek almayarak protestoda bulundun.
    yürüdün. evinin önünde durdun. sağına baktın, kimse yoktu. soluna baktın, tırmıklaşan kedileri gördün. omuz silkip apartmana girdin.
    hızlı hızlı çıkmayı denedin merdivenleri, başaramadın. ciğerlerinin elverdiği kadar hızlıydın. nefes nefese kaldıktan sonra anladın ciğerlerinin kıymetini. yine de umrunda olmadı. ciğerlerin değil, sigaran kurtarıyordu seni yalnızlıktan. iyisin bugün, sigara yakarak protesto ettin doktorları.
    evine girdin. ne kadar da düzgün bir evin var. her şey yerli yerinde duruyor. sadece televizyonun üzeri biraz toz kaplamış, bişey olmaz dedin düğmeye bastın. açıldı.
    televizyonun sesini sonuna kadar kıstın. işıkları kapattın. dinledin. bir şeyler duyuyordun.
    sessizliğin bile bir sesi vardı o akşam, ama senin sesin bile çıkmadı. yalnızlığını sessiz televizyonlarla gidermeye çalıştın. sigaralar yaktın. durdun, tekrar yaktın. sahi, yalnızlığının sönmesi için söndürmen gereken sigara sayısı kaçtı ? bilmiyordun. bilmekte istemedin.
    o hışımla lavaboya gittin. kanayana dek dişlerini fırçaladın. hatta öyle sert fırçaladın ki, dişlerinden biri sallanıp koptu. lavabo deliğinden kaybolup gitti. dişlerin bile terkediyordu seni.
    mezarda bir kemiklerimiz kalırmış, bir de dişlerimiz değil mi ? bak, onun da yalan olduğunu öğrendin. gerçekler üzerine kurulu bir hayatın olsaydı, içerde seni bekleyen bir eşin olurdu.
    sen ise kendi gerçeklerini seçtin. ama yanıldın. senin gerçeklerin, tanrının yalanlarıydı. sen ne büyük bir hata yaptın böyle ?
    korkmaya başladın lavabo başında. ağzından litreler dolusu kanlar akıyordu. ne yapacağını şaşırdın. koşsam diye düşündün, adım atmaya gücün yetmedi. ağlasam diye düşündün, gözlerinden bir şey bekleyemeyecek kadar tecrübeliydin. gözlerin limitini ne zaman tüketmişti sahi en son ?
    o kadını en son gördüğünde mi ? hani sana gerçekleri söyleyen, ama senin bir türlü yalan söylediğine inandığın kadın. onu özledin. onu çok özledin. onu öylesine çok özledin ki, koşamayan ayakların bir yarış atı gibi hareketlenmeye başladı. onu o kadar çok özledin ki, tekrardan ağlamaya başladın. sahi, tekrardan mı aşık oldun yoksa ?
    yoksa yine yalanlarına mı koşuyorsun çıplak ayakla ? ayağına batan camlar mı daha çok yakıyor canını, yoksa bütün gerçeklerin koca bir yalandan ibaret olması mı ?
    o kadar çok düşünüyordun ki, düşüncelerini artık beynin kaldırmamaya başladı. beynindeki şeyler, ağzından dökülmeye başladı. ellerinle karanlığa bir şeyler anlatmaya çalışıyordun. karanlık o kadar sinirlendi ki sana, dostu olan rüzgarı çağırıp sağlam bir fırtına çarptırdı vücuduna. üzerinde kıyafet dahi kalmadı. çırılçıplak koştun, büyüdüğün, doyduğun şehirde. karanlık hırsını alamadı senden, yağmur çıkardı bir de başına. kızmadın ona, o kadını görmek istiyordun. bu gece görmek istiyordun. karanlığın bile aydınlık kaldığı bir sokağa bıraktın kendini. bir ayağın denize basarken, diğer ayağın ateşe basıyordu. o kadını nasıl bulacaktın ? belki de yanlış gelmiştin ? hayır yanlış gelmemiştin. yanlış gelmiş olsaydın karşında seni gülümseyerek bekleyen bir topluluk olmazdı.
    koşmaya başladın. deniz ve ateş ikilisinden kurtuldun. bu sefer seni çimen ve bataklık karşıladı. hiçbir şey seni yıldırmadı. büyük bir inançla devam ettin topluluğa doğru. onlarla karşı karşıyaydın artık. ama o kadını göremiyordun bir türlü. neredeydi o kadın ? bakınmaya başladın, bulamadın. topluluğun arasına karıştın. herkes güzel kıyafetler giymişti, herkes güzel kokuyordu.
    durdun, onu gördün. keskin bir acıyla sızladı ciğerlerin. bu sigara yakmak gibi bir şey değildi. bu sigarayı baştan yaratmak gibi bir histi. anneler sana baktı, kız çocukları sana baktı. sen o kadına doğru koştun. kadın sana baktı, sen kör oldun. aferin sana, iyi halt yedin. bu seferde tanrı protesto ediyordu seni. görmek istediğim son surat onun suratı olmalı diye yalvarırsan tanrıya, o da sana böyle bir hediye verir. ne yapacaktın sahi ? mutlu olmak için yeterli miydi bu ? değildi tabii. sen ne istediğini bilmeyen bir yalancıydın. gerçek sandığın her şey gözünü kapattığında kayboldu. oysa ki gerçekler gözünü kapatsanda, uykuya dalsanda hep seninle beraber olurlar. aşk gibi. sen o kadına asla aşık olmadın. o kadın asla var olmadı. kaldın öylece arafın ortasında. yer yarıldı, ayakların boşlukta sallandı. sen bitmek bilmeyen uykundan uyandın.
  6. tahta mandallar otantik bir havaya neden olurken, ki bu güzel bir neden, eskileri sevenler için, renkli mandallar ise adı, daha doğrusu şanları üzere bir hava estirir. düşün bir kere, düşün leylak rengi bir gömleği saran mandalina renkli mandalın sarılışını, istersen de beyaz bir dantelli atletin üzerine konan kırmızı mandalı. erotik bir kare, bembeyaz bir tenin üzerine konan kışkırtıcı kırmızı gibi. düşün, hayal kur. ipler üzerinde serili elbiseleri ve üryan kalmış insanları düşün. ah ne bedbaht bir fikir o, siyahlar üzerine damlayan griler, sancılı kirli beyazlar.

    mandallar, kadınlar, balkonlar, hased ve iç çekilmeleri.
  7. ...
    tek tuşu eksik yazı makinem sayesinde artık hiç durmadan devam ettiğim yazılar zamana öykünmeye başlamıştı. asansörsüz bir apartmanın dördüncü katında yaşıyordum o sıralar ya da dört tuşu eksik makinemle giriş katında mı pek ansımıyorum. tek bir şey var ki, omuzları sümbül ağaçlarına değe değe evine gelen kadının ellerini unuttuğuma adım gibi eminim. market poşetleriyle sevgi hanım apartmanının önüne geldiğimde acaba yine sokağın solukluğunu eve mi taşıyacağım diye düşünürken otomatiğin sesini işittim. cebimden eskimiş kağıt parçalarını atamadan açıldı kapı. artık yüzümde kaç çizgi vardı ve bu çizgileri kaç tanrı dolduruyordu bilmiyorum ama, işte o gündü. ve dediğim çizgiler sümbül dallarından geldiler de çiçekleri kopunca bir anda kurudular mı bilemiyorum ama, sümbüller teker teker kadının omuzlarına yerleşip doğumu tekrar canlandırdılar. sanırım o da fark etti artık ellerinin umulmaz bir karanlık içinde savrulduğunu.
    "iyi günler" dediğinde ben, ölü çizgilerimi tekrar canlandırıp meydan okudum zamana ve masallarda bir anda gece oldu. zamanın akışı zamansız bir devinim içinde çiğnenirken o, musa'nın açtığı yoldan geçip gidiverdi.
    ...
  8. yazlarımızın geçtiği sahil kasabasına baban seni gri külüstür arabanızla getirsin diye hayal kurdum kaç sonbahar ve kış ve ilkbahar.

    sen hepsinde geldin. iyi ki de geldin. sahil yolundaki yılların yosun tutup da örseleyemediği taş kaldırımlar bi anda yeşillendi sanki, balıkçı teknelerinin sesi rahatsız etmemeye başladı, sanki mazotla çalışan 27 yıllık motorları aşk şarkıları mırıldanıyorlardı.

    oturduk kaç akşam yanan ateşin çevresinde elimizde şaraplar ve yeni yetmelerin heyecanla çaldığı gitarla hayallere daldık.
    sen yıldızları seyrettin ama ben her seferinde seni seyretmeyi seçtim. sen romantizmi hayallerde aradın, ben sende buldum, gel gör ki anlatamadım.
    puslu gözlerle baktığın yıldızlar her kaydığında bir dilek tutmayı önerdin. sormadım sana ne diledin diye çünkü bizi dilemiş olsaydın hali hazırda elde vardım ben. biz yapacaktı sonuç toplayınca seni bana. ama sen matematiği de sevmiyordun ya, toplayamadın bizi. bir kenarda sen, diğer kenarda ben..

    mevsimler mevsimleri kovaladı, yazlar geldi. oturduk yine senle hep aynı masada. gündüzleri denizin ve biranın ardından ne güzel şeydi seninle gülmek alelade sohbetlerin arasında. akşamları ise senden kaçıp içtiğim rakının anasonundaydın, bense yolun sonundaydım. çok uğraştım, senle seni sensiz bana anlatamadım.
    yılların ve yılların ardından farzet ki birlikte olabilseydik eğer, şu anda ayrıldığın eşinden olan mavi gözlü tatlı kızın bana baba diyor olacaktı. hoş, ikimizin gözleri de yeşil ya nasıl olacaksa mavi gözlü kızımız. farzettim ya her zamanki gibi, farzettim ya hep yaptığım gibi. benim hayalimde yine mavi gözlü kalacak o, ne senin yosun gözlerinin yeşilliği ne de benim açık yeşil gözlerim sana dair olan en güzel saflığı bozmaya yetebilecek hayallerimde.

    yıllar sonra unutuldu sanıyor herkes, adın geçmiyor artık dostlarla lakırtılarımızda.
    velhasılı bir kere açık yüreklilikle dinleseydin beni anlatacaktım amma, "nasip değil imiş", olmadı.
    senle seni sensiz bana anlatamadım.
  9. rüzgar gülü
    !---- spoiler ----!

    Rüzgar Gülü adında bir kadındı 'O'..

    Hiç beklenmedik zamanlarda esiyordu saçları, rüzgarının nemini unutmuş çöllerimize. Çıldırıyordu ruhumuzda tuttuğumuz sözcük tohumları. Hiç beklenmedik zamanlarımız vardı bizim, gizliden gizliye umduğumuz inançsız dualarda. Onun ise gelişi sürpriz, gidişi olağan..

    Çok beklendik yanları vardı elbette, aniden patlıyordu esintileri. Aniden toz kaldırıyordu köy çocuklarının koşuştuğu toprak kusan tarla yollarında. Çamura dönüşüyordu tenimiz o ne zaman yaz yağmuru gülüşü savursa bize. Ellerimiz çatlaktı, onun dokunuşuna kıyamıyorduk. Gelişi vardı, sanki bizler ilk kez teknolojik oyuncak görmüş kenar mahalle çocukları. Bir gidişi vardı, sanki birkaç edebi sözünün üzerine son duble rakısını çekmişti hayatımızda ilk kez gördüğümüz o şehirli şair. Bir rüzgar gülüydük bir onun varlığına karşı; yalnızca onun varlığıydı bizim renklerimizden bir gökkuşağı çizebilen-yoksa biz hep durağan.

    Ela gözlerimizde maviler parlıyordu ona bakarken, utangaç bir yeşile çalıyordu gün ışığında gözlerimiz. Asi gençlere dönüştük sonra ve dibe vurduğumuz şarkılarımız vardı, Teoman'dan. O gelince her yer aşk doluyor, başka melodilere düşüyordu yüreklerimiz. Rüzgar gülleriyle sevinç içinde koşmadık ki biz hiç. Biz hiç Teoman konseri görmedik ki veya.. Teoman'ın anlattığı kadınlarla da sevişmedik mesela, ne zaman o kadın gelse hayatımıza, elimiz dolaşıyordu ayağımıza. Biz ancak kendi ayaklarımıza bağ olabiliyorduk, bağlanmıştık Anadolu kokulu naif rüyalarımıza.

    Yaz günleri hep üşürdük biz, gece yarıları verandaların kuytularında ilk kez sevdiğimiz kadınlar kollarımızda. Biz hala rüzgar gülü aşklarla sarhoş olmamıştık o zamanlar. Yeni yeni tanıyorduk şarkıları hatta. Bizim amacımız yoktu hiçbir şarkının yanına meze edilen danslarda.. Biz dans etmeyi, toprağın güneşle seviştiği yağmur sonrası toprak kokusunda koşuşturan çocuklardan öğrendik. Ellerimiz titrerdi bizim, ne zaman o kadın, Rüzgar Gülü, gelip sarılsa kollarımıza. Biz aşkla dolamıyorduk öyle kolayca, biz aşk doluyduk zaten ancak taşıyorduk seller basıyordu cümlelerimizi onun varlığında. İnci taneleri toplar gelirdi o uzak diyarlardan, biz deniz kabuklarının varlığını bile ancak görebiliyorduk misafirlik camekanlarda.

    Onun gelişi de güzeldi, gidişi de. O geldi, "Hoş geldin!" dedik, gitti sustuk kaldık sadece. Çok da keman sesine alışık değildi sevdalarımız, biz sazların tellerine bağlı kaldık, türkülerde anlatılıyordu hikayelerimiz her ne kadar gençliğimizi Teoman anlatsa da.. Biz o çocuklar asla olmadık, o kadınlar asla bize sarılıp uyumadı. Biz üşüdüğümüzle kaldık, o kadın da bize ait naif rüyalarla. Belki şimdi mutludur uzak bir diyarda, biz gelişine teşekkür ettik de yüzüne hiçbir zaman söyleyemedik mesela, bir dudak temasında!

    - Olsun be Rüzgar Gülü, sen geldin ya hayatlarımıza biz müteşekkir. Olsun be deli fırtına, yıkıp geçsen de varlığımızı aykırılığında, biz aynı parlak gözlerle bakıyoruz batan güneşe karşı. Sanki senin gidişlerin hep gecelere denk geliyor, biz hep seni arıyorduk sabah semalarında. Bulmadık, bulamayacaktık da, varlığın bile bambaşka. Kal öyle, kal orada..

    !---- spoiler ----!
  10. bazı anlar gelir ve küsersin yaşamaya. anlamadan ve hiç yoklamadan senden götürdüklerini. biraz zamansız, biraz da tutarsız bir küsmek bu. hani dağın haberi olmaması gibi bu küsmeye.
    haziran uzaklaşır, eylüle sararır ya aylar, mevsimler yaprak döker günaşırı.
    bu küsmenin sonunda insan, etrafındakileri birer birer kaybeder mevsimler geçmese de. kalsa da hep haziran gibi.

    ve kediler için mutluluktur mart.
    peki hangi ay insana mutluluktur ki? diye sorulacak olsa da gücenir hep bu soru, yoklukta kalır.
    öyle anlar gelir ki, gitmek bile çaresizliktir yaşamak için.
    hâli başka bu sözü edilen, hayvanlardan tek farkı düşünmek olan avare insanların.
    öteden beri filozoflar dahi anlamamışken insanın varoluş sancısını, düşündükçe insan bu kayıtsız çemberin içinde yaşamanın anlamını hangi dilden çevirebilir ki ana dile?

    ve acaba hayvanlar düşünebilseydi insan gibi, zindan eder miydi insanın kararttığı kadar dünyayı? ses etmedim. teker teker düşen yağmur damlalarını seyrederken iç sesime kulak verip yalnızlığıma koyuldum.

    yine olduğu gibi.