1. sadece sarhoşken söyleyebildiğim şeyler var

    duraktan kalkan son otobüse yüz metre depar atarak yetişmişçesine nefes nefeseyim. yaklaş yamacıma, yak bir sigara. sadece sarhoşken söylenebilen şeyler var. son nefesini vermeden önce helalleşmek gibi. akşam elektrikler kesilince balkona çıkıp yıldızları seyretmek gibi. ama sen içmezsin ki. zaten tüm sözleri söylemiştin giderken. mitralyöz gibi kazımıştın beynime. dinlemiyorum kimseyi o günden beri, sadece kendimle konuşuyorum. zerre kadar sözlerim zaman içinde gitgide büyüdü, çığ oldu içimde. zihnim kelimelerin sığınağıydı âdeta. sözcükler binlerce parçası olan yapboz sanki. ne kadar uğraşsam, kendimi paralasam da düzgün cümle kuramıyorum. kuramadıkça öğelerime ayrılıyorum.

    3-5 nöbeti tutan mehmetçik bir anda dellenip kendini vurabilir. sevdiği adamın ihanetini öğrenen kadın her şeyden vazgeçip bileklerini kesebilir. hatta dünya 12 santim ekseninden kayabilir. tüm bunlar ihtimal dahilindedir, senin geri dönmen dışında. gözlerimiz birbirine vedaya hazırlanırken, "artık başka hikâyelerin başkahramanlarıyız" demiştin. hayatta hepimiz figürandık oysa, anlatamadım. hem artık ben de içmiyorum. hayatın acımasızlığıyla sarhoş oluyor, bir türlü kendime gelemiyorum. son alkol aldığımda "baban öldü. memlekete gel toprağa ver" dediler. bir hafta sonraki babalar gününde çiçeği burnunda yetimdim. yeri gelmişken siz siz olun babasını kaybeden birine başın sağolsun demeyin. bu hayattan çekip giden ailenin başı ve asıl yıkım yaratan da bu çünkü. cenazede babamla birlikte bende girdim toprağa. uzun yıllardır enkaz altında kalmış birinin çığlığı gibiydi yaşantım. ne kadar mücadele etsem de tüh'lü geçmiş zamanda mahpus kalmış gibiydim. her yağmur yağdığında korkunç bir huzur duyuyorum. sen de hissediyor musun? seni unutulmaz yapan, sanılanın aksine yaşayamadıklarımızdı. her şey için çok geç artık. hapsettiğim gözyaşlarımda boğuluyorum. bütün bu yazdıklarımın ne manası vardı? beni hiç tanımayan birine derdimi anlatma ihtiyacı belki. ömrümce doğruları söyledim, bir köyden bile kovulmadım. sen de mi inanmadın yoksa?
    mnb
  2. bu yazdığımı peyniraltı edebiyatı dergisine yollamıştım fakat yayınlanmadı sanırım. neyse.

    protesto

    yürüdün. her gün ekmek aldığın bakkalın artık iş yapmadığını gördüğünde üzüldün. bir helallik almak istedin esaslı bir müşteri olarak. sağ adımınla buluverdin kendini dükkanın tozu eksik olmayan taş döşemelerinin üstünde. selam verdin, aldı. n'oldu dedin, söyledi. helallik istedin, verdi. göz yaşlarıyla ayrıldın dükkandan. esnafın kepenk kapatması hep üzerdi seni. bu akşam kapitalist sığ düşüncelere karşı ekmek almayarak protestoda bulundun.
    yürüdün. evinin önünde durdun. sağına baktın, kimse yoktu. soluna baktın, tırmıklaşan kedileri gördün. omuz silkip apartmana girdin.
    hızlı hızlı çıkmayı denedin merdivenleri, başaramadın. ciğerlerinin elverdiği kadar hızlıydın. nefes nefese kaldıktan sonra anladın ciğerlerinin kıymetini. yine de umrunda olmadı. ciğerlerin değil, sigaran kurtarıyordu seni yalnızlıktan. iyisin bugün, sigara yakarak protesto ettin doktorları.
    evine girdin. ne kadar da düzgün bir evin var. her şey yerli yerinde duruyor. sadece televizyonun üzeri biraz toz kaplamış, bişey olmaz dedin düğmeye bastın. açıldı.
    televizyonun sesini sonuna kadar kıstın. işıkları kapattın. dinledin. bir şeyler duyuyordun.
    sessizliğin bile bir sesi vardı o akşam, ama senin sesin bile çıkmadı. yalnızlığını sessiz televizyonlarla gidermeye çalıştın. sigaralar yaktın. durdun, tekrar yaktın. sahi, yalnızlığının sönmesi için söndürmen gereken sigara sayısı kaçtı ? bilmiyordun. bilmekte istemedin.
    o hışımla lavaboya gittin. kanayana dek dişlerini fırçaladın. hatta öyle sert fırçaladın ki, dişlerinden biri sallanıp koptu. lavabo deliğinden kaybolup gitti. dişlerin bile terkediyordu seni.
    mezarda bir kemiklerimiz kalırmış, bir de dişlerimiz değil mi ? bak, onun da yalan olduğunu öğrendin. gerçekler üzerine kurulu bir hayatın olsaydı, içerde seni bekleyen bir eşin olurdu.
    sen ise kendi gerçeklerini seçtin. ama yanıldın. senin gerçeklerin, tanrının yalanlarıydı. sen ne büyük bir hata yaptın böyle ?
    korkmaya başladın lavabo başında. ağzından litreler dolusu kanlar akıyordu. ne yapacağını şaşırdın. koşsam diye düşündün, adım atmaya gücün yetmedi. ağlasam diye düşündün, gözlerinden bir şey bekleyemeyecek kadar tecrübeliydin. gözlerin limitini ne zaman tüketmişti sahi en son ?
    o kadını en son gördüğünde mi ? hani sana gerçekleri söyleyen, ama senin bir türlü yalan söylediğine inandığın kadın. onu özledin. onu çok özledin. onu öylesine çok özledin ki, koşamayan ayakların bir yarış atı gibi hareketlenmeye başladı. onu o kadar çok özledin ki, tekrardan ağlamaya başladın. sahi, tekrardan mı aşık oldun yoksa ?
    yoksa yine yalanlarına mı koşuyorsun çıplak ayakla ? ayağına batan camlar mı daha çok yakıyor canını, yoksa bütün gerçeklerin koca bir yalandan ibaret olması mı ?
    o kadar çok düşünüyordun ki, düşüncelerini artık beynin kaldırmamaya başladı. beynindeki şeyler, ağzından dökülmeye başladı. ellerinle karanlığa bir şeyler anlatmaya çalışıyordun. karanlık o kadar sinirlendi ki sana, dostu olan rüzgarı çağırıp sağlam bir fırtına çarptırdı vücuduna. üzerinde kıyafet dahi kalmadı. çırılçıplak koştun, büyüdüğün, doyduğun şehirde. karanlık hırsını alamadı senden, yağmur çıkardı bir de başına. kızmadın ona, o kadını görmek istiyordun. bu gece görmek istiyordun. karanlığın bile aydınlık kaldığı bir sokağa bıraktın kendini. bir ayağın denize basarken, diğer ayağın ateşe basıyordu. o kadını nasıl bulacaktın ? belki de yanlış gelmiştin ? hayır yanlış gelmemiştin. yanlış gelmiş olsaydın karşında seni gülümseyerek bekleyen bir topluluk olmazdı.
    koşmaya başladın. deniz ve ateş ikilisinden kurtuldun. bu sefer seni çimen ve bataklık karşıladı. hiçbir şey seni yıldırmadı. büyük bir inançla devam ettin topluluğa doğru. onlarla karşı karşıyaydın artık. ama o kadını göremiyordun bir türlü. neredeydi o kadın ? bakınmaya başladın, bulamadın. topluluğun arasına karıştın. herkes güzel kıyafetler giymişti, herkes güzel kokuyordu.
    durdun, onu gördün. keskin bir acıyla sızladı ciğerlerin. bu sigara yakmak gibi bir şey değildi. bu sigarayı baştan yaratmak gibi bir histi. anneler sana baktı, kız çocukları sana baktı. sen o kadına doğru koştun. kadın sana baktı, sen kör oldun. aferin sana, iyi halt yedin. bu seferde tanrı protesto ediyordu seni. görmek istediğim son surat onun suratı olmalı diye yalvarırsan tanrıya, o da sana böyle bir hediye verir. ne yapacaktın sahi ? mutlu olmak için yeterli miydi bu ? değildi tabii. sen ne istediğini bilmeyen bir yalancıydın. gerçek sandığın her şey gözünü kapattığında kayboldu. oysa ki gerçekler gözünü kapatsanda, uykuya dalsanda hep seninle beraber olurlar. aşk gibi. sen o kadına asla aşık olmadın. o kadın asla var olmadı. kaldın öylece arafın ortasında. yer yarıldı, ayakların boşlukta sallandı. sen bitmek bilmeyen uykundan uyandın.
  3. olmuyor, olmuyor, unutamıyorum... çok kere denedimse de olmadı. her deneyişimde acı verişi bir yana, unutmaya çabalayıpta unutamamın verdiği acıyı bütün hücremde hissediyordum. unutmakta neymiş hem. güzel olan birşey unutulurmuymuş...

    hatırlamak daha güzel geldi ve daha az acı veren işkenceymiş gibi hissettirdi hep. ilk buluşmamızda, yüzünde ki tebessüm beyin mekanizmama an ve an kayıtlı olsa da, bir flaş patlıyor ve ayrılışımızın hemen bir kaç saat dakika öncesine gidiyorum ve hatırlamanında iyi birşey olmadığını anlıyorum.

    "ne güzel de gülüyorsun..."

    (flaş!)

    "dur, yalvarırım dur, böyle nereye gidiyorsun?"

    flaşları da oldum olası da sevmemişimdir zaten. bembeyaz bir ışık. bana ölümü hatırlatıyor... kaç kere dedim şu elektrikçilere: "beyaz ışıkları da kaldırın, şu ışıkları sarı yapın" diye. buldum bir tane elektrikçi şimdi. tam söyleyeceğim, ama gidiyor... ne de güzel olurdu aslında. her yerde sen. saçların sarıydı ya, o yüzdendir sebebi; bana seni hatırlatıyor...
  4. yıllar önceydi. ocak ayıydı sanırım. sigaraya başladığım ilk gün. küçüktüm. ayrıca soğuktu ve üşüyordum. aldım bir paket, içinden bir tane çekip yaktım. umurumda değildi bizimkilerin ne diyeceği o an. üşüyordum lan. daha biraz önce benden daha çok üşüdüğünü farkettiğim ve sadece uzun kollu giysiyle dolaştığını gördüğüm iki adamın birine beremi, birine de eldiveni mi vermiştim. ne bileyim çok ısıtmaya yetmezdi belki bu yardımım ama, yardımdı sonuçta işte. neyse nerede kalmıştım. sigaranın yarılarına gelmiştim. öksürmekten bitap düşecek hale gelmiştim artık. nasıl bir kar kıyametse, sigarayı içime dolu dolu çekip, sigarayla birlikte avucumu kapatıp ellerimi ısıtıyordum bir yandan. ardından yine... ve bitmişti artık sigaram. "ne bu, hiçbir şey anlamadım" "ne biçim tadı varmış" diye düşünürken, dolmuş gelmişti. nikotin gülerek gezerken damarlarımda, hiçbir şeyin farkında değildim aslında. sigaraya başladığım ve ölüme bir adım daha yaklaştığım bir günümdü o gün.
  5. gece, düşünceleri ardında getirir. herkesin sustuğu, tüm cümlelerin sana kaldığı bir vakittir gece. önüne kağıtlarını ve kalemini alırsın, o an aklından neler geçiyorsa su gibi akar düşüncelerinin hepsi birer birer kağıtlara. bu yüzdendir büyülü gelir bana bu vakit. gün içinde kimi zaman cümle kuramayacak gibi olur insan, gece öyle değildir işte. bir yerden başlarsın ve ardından gelen düşünceler, birbirini destekleyip tamamlar. bu böyle sürüp gider, taa ki sen yoruluncaya dek. şaşırdığım günü hatırlıyorum tüm bunlara. bir gece, kağıdımı ve kalemimi önüme alıp, yazmaya başladığım ilk günü. ortaokulda kompozisyon yazma ödevinin verildiği günün ertesi günleri okula gitmeyen bir çocuktum ben. yeni bir öğretmen sınıfımıza gelip bizimle tanışmak istediğinde, kendimi tanıtamayacağımdan korkup tir tir titrediğim günleri hiç unutabilir miyim? oysa şimdi durum böyle mi. aklımdan hangi cümleler geçiyorsa, bir bakıyorum hepsi kağıtta.

    gün içinde herkes konuşur, fikir sunar. sen konuşursan susturmaya çalışırlar. "hayır o böyle olmalıydı" derler en çokta. haklılardır çünkü her konuda. her çeşit insan türü yaşamıyor mu zaten şu dünyada. karşılaştığında canını sıkmaya yetecek olan insan da yaşıyor, göz göze geldiğinde yaşadığına minnet ettirecek olan da... ama gece öyle mi. herkes uyumuş, sen kendinle bir başınasındır ya; şimdi kara kara düşünüp canını sıkacak olan da sensin, "iyiki yazıyorum" deyip yaşadığına minnet ettirecek olan da...
  6. bak abi, daha yeni gerçekleşti, plüton'u keşfettiler bir uzay aracıyla. uzaya fırlatıldığı ilk günü hatırlıyorum. bu insanlık için ne büyük birşey değil mi? bu olay yaşandıktan bir yıl sonra, hrant dink'i öldürmüşlerdi. onuda iyi hatırlıyorum. "insanlar uzaya keşif için araç yolluyor, bir de bizde olana bak" demiştim. işte bugün katliam yaptılar. gencecik insanları öldürdüler. dediğim gibi, bir kaç gün öncede ilk defa plüton'un en yakın fotoğrafı yayınlandı. diyeceğim başka birşey yok abi. ne söylenebilir, ne yazılabilir ki?
  7. sevmek;

    özün değer yargısı ışığındaki, sükut gölgesi diye tanımladığım metafiziğin nur'ani cismiyetin çekirdeği...

    öz mü ? özün özü mü?

    sevmek!!!

    gözlemi görmek, gördüğünü hissetmek mi ? sevmek !!!

    - öyleyse aynaya bakıyorum;

    bazen seviyor bazen neden sevmiyorum ?

    sükut bazen karanlığa mı düşüyor ?

    cevabını ben değil okuyan gözler karar veriyor...
    sdrex
  8. !---- spoiler ----!

    ortalık karışınca

    ortalık karışınca, ismi neydi, bilmiyorum. anlamı neydi, bilmiyorum. anlamı var mıydı, yok muydu, onu da bilmiyorum. yöneldim ve tedirgindim. dert edinmiştim ve mutluydum. dert, benim derdimdi. onu ben seçmiştim. nasıl seçtim, neden seçtim, bilmiyorum. öte yandan, dertlerin hepsi ilk bakışta aynıydı. hepsine, dert, diyorduk. benimkisi de bu bakımdan bir dertti. zira ben de, yöneldiğim şeye, dert, diyordum. tıpkı diğerlerinin dediği gibi… dert edindiğim şey, benim değildi yine de. sadece seçimim bana aitti. onun, benim için dert oluşuydu, bana ait olan. oysa kendi içinde neydi, bilmiyorum. sadece, bir zamanlar onu dert edindiğimden eminim.

    ne zaman düşüncelerim felce uğrasa, gücümü tekrar kazanabilmek için, soğuk ve sağanak yağmurlu bir cuma akşamı, osman'ın hiddetle bara girip hayata küfredişini, sağ yumruğunu bar tezgahına hınçla vurduğu esnada kabanından saçılan su damlalarını, aklıma getiririm. bense barın arka tarafında, ışığın ulaşamadığı için loşlukla geçiştirdiği, kapıya en uzak masalardan birinde, şu an hatırlayamadığım iki hemcinsim ve yaşıtımla birlikte, buz gibi soğuk biramı hızla tüketmekle meşguldüm. aslına bakılırsa, osman'ın o akşam tam olarak hangi cümleleri sarf ettiğini duyamadım. bar, şehirdeki herhangi cuma akşamından beklenildiği gibi insan ve ses bakımından oldukça kalabalıktı. benim kapıya uzak oluşum da cabası. bütün bunlara rağmen, daha sonra, benim için osman'ın hangi cümleleri sarf ettiğinin zaten bir önemi kalmadı. zira o anıdan geriye kalan, en azından benim için, osman'ın hayata küfrediyor oluşu ve tanık olduğum o manzaranın zihnimde yarattığı dünyaya olan sarsılmaz inancımdı.

    !---- spoiler ----!
  9. tahta mandallar otantik bir havaya neden olurken, ki bu güzel bir neden, eskileri sevenler için, renkli mandallar ise adı, daha doğrusu şanları üzere bir hava estirir. düşün bir kere, düşün leylak rengi bir gömleği saran mandalina renkli mandalın sarılışını, istersen de beyaz bir dantelli atletin üzerine konan kırmızı mandalı. erotik bir kare, bembeyaz bir tenin üzerine konan kışkırtıcı kırmızı gibi. düşün, hayal kur. ipler üzerinde serili elbiseleri ve üryan kalmış insanları düşün. ah ne bedbaht bir fikir o, siyahlar üzerine damlayan griler, sancılı kirli beyazlar.

    mandallar, kadınlar, balkonlar, hased ve iç çekilmeleri.
  10. osman, bak! kör bir adam etrafa küfürler savuruyor...

    görüyorum, ve arttırıyorum.

    1 - elim dandik. bundan önce de öyleydi. bundan sonra da öyle olacak. evet. bundan eminiz. bunu biliyoruz, ve kabul ediyoruz. (omuzlarımdaki yükü hafifletebilmek için üçüncü çoğul şahıs kullanmam umarım sizleri rahatsız etmez. sadece böylesi daha akışkan.)

    2 - ikide bir eline bakmaktan vazgeçer misin artık! dandikler işte. baktıkça iyileşeceklerine mi inanıyorsun? onları her seferinde kendine göstermene gerek yok. 2 ve 7 ve görüyorsun ve arttırıyorsun ve o kadar. kırmızı ya da siyah, ya da mavi ya da yeşil ya da beyaz ya da sinek ya da karo ya da maça ya da... sonuncusunun adını anımsayamıyorum.

    1 - bir sonraki perdeye kadar bir sigara molası verebilirim. ya da çayımdan bir yudum alabilirim. ne dersin?

    2 - bebekten farkın yok. ne yaparsan yap. beni rahat bırak... hey! fazla uzaklaşma. birazdan başlıyor.

    sigara içilemiyor mu burada. ah, ben de bir sigara içebilseydim ya. sadece bir tane sigara. hatta hepsini içmeme de gerek yok. birkaç fırt, yarısına kadar gelsem de idare eder. zaten hepsini içemem ki. midem ve ciğerlerim ve gırtlağım ve dilim ve yanaklarımın iç yüzeyi el vermez. tanrım! nasıl da içiyorlar şu mereti. baca gibi tütüyorlar. sanki hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi, sanki biraz sonra öleceklermiş gibi içiyorlar. onlar gibi olabilmek için yıllarca dua ettim.

    3 - evet! evet! tanrım! şu an hazine bulmuş gibi sevinçliyim. bu sıkıcı salı akşamı buraya gelmekle ne iyi ettik bilemezsin sevgilim. bu cümleler... hepsi de dünyada üretilmiş bu cümleler. hepsini sonsuza kadar zevkle dinleyebilirim.

    4 - bebeğimmmm, benim tatlı kelebeğimmmmm. böyle konuştuğun zaman seni anlamakta zorlanıyorum, biliyor musun. beni korkutuyorsun. tıpkı, tıpkı deli biri gibi konuşuyorsun. hani aklını tamamen kaybetmiş olan manyak ve korkunç olanlarından bahsediyorum. şu akıl hastanelerinde belgeselleri çekilenler gibi. ama yine de benim kelebeğimsin şapşal şey. seni böyle budalalıkların yüzünden sevmekten vazgeçeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun elbette. hahahahaaa şapşik şeyyyy bir an önce eve gidelim istiyorum. sana en sevdiğin yemekleri yaptım.