1. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devam niteliğindedir anlatılacak olan.
    ...
    gezinti anlatıcısı, ilk anlattığı zamandan öncesine mi yoksa sonrasına mı denk geldi bilinemiyordu. anlatacağında kimi ortak karakterler vardı, zaman güdümlü hayatmekanları yakın olsa gerekti. büyük gelişmiş adamlar yerleşkesinde birinci ışıltıcıküre tam yukarısının biraz altında iken ikinci ışıltıcıküre gök üzerine tırmanmaya hazırlanıyordu. eğer ileride bir apartman dikilecekse tam buralara dikilmeliydi. çünkü ışıltıcıküre alırdı her daim salonun tam ortasına ve eve pek beyaz giyimli steteskop taşıyıcısı girmezdi.
    gezinti anlatıcısı büyük gelişmiş adamların yaşantısına eğildi:
    büyük gelişmiş adamlar yerleşkesinde henüz iplik çıkaran böcekler evrimleşmemişti, bu yüzden elbise yapıcısı olumlu düşünceler uyandırıcı bir meslektir. elbise yapıcısı hazır endüstriyel şablonlar nedir bilmezdi, her çalışması nevi şahsına münhasırdı. bu yüzden de üzerlerine kimi tabelalar asmazdı, ilineksellik fışkırsın diye.
    elbise yapıcısı gezinti anlatıcısına göre tam bir sanat düşmanıydı! çünkü bir türlü akımlara kapılmıyordu ve iyi bir yüzücüydü!
    büyük gelişmiş adamların en büyük özellikleri, yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'ta zorunlu tembellik hakkı bulundurmalarıydı. eğer bir büyük gelişmiş adam bir şeyin yapılmasını gerekli görmüyorsa, onu yapması tam bir suçtu.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  2. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile
    yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devamının
    devamına eklemelerdir anlatılacak olan.
    ...
    bu hayatmekanında sincaplar mevcuttu. eğer sincaplar var olacaksa birtakım ağaçlarda olmalıydı ve vardılar da.
    yerel fabllarda ve kültür ögesinde entelektüel hayvan imgesi baykuşa değil, sincapa üstlendirilmişti. gerçekten de sincap buna uygundur dostlarım.
    öyle ki toplu agaç öbekleri kralı okaliptus, ne zaman gizli fedaisi bal porsuğunu tehlikeli görevlere gark etse entelektüel hayvan sincap'tan fikir almış olurdu çoktan. böylelikle gizli fedai bal porsuğu görevinde başarıya ulaşır ve nesli kalmaya devam ederdi. aksi halde kral okaliptus bazı şeyleri engelleyemeyebilirdi
    çünkü kritik düşünme üzerine bazı eksiklikleri vardır her ağacın: ifade edememek gibi.
    bu acıntı verici durum büyük gelişmiş adamların atalarını incitmişti vaktiyle. bilge konseyi henüz kurulmamış, tek tük kalburüstü kişi bilgeleşiyordu yavaşça.
    bu okaliptus özelindeki kusur büyük gelişmiş adamların atalarının canını acıtmıştı çünkü onlar sudaki akislerinin yanı başında bazen dallar görürdü ve bunu ifade edemezlerdi. kendilerini o dallarla aynı hâlde gördüler akislerinde: çünkü bunu ifade edememişlerdi.
    bu kışkırtıcı hâl ile hemhâl olan bir rastgele kalburüstü kişi ansızın meczup olacaktı. soranlara ''kaybolmadım, zaten kayıp imişim!'' diyecekti. bu enkazla koştu,
    ilk gördüğü ağaca yıkıl dedi ya da yıkılmış bir ağaç gördü. bölün ve küçül dedi ya da bölünmüş ve küçük bir ağacın yanına koşmuştu. bir yanın incelsin ve diğer yanın
    yuvarlatılsın dedi ya da bu kısmı biliyorsunuz. soranlara ''kaybolmadım, zaten kayıp imişim!'' diyordu.
    sonra bu enkazla döndü lifli bitkilere koştu, onlardan lif elde etti. onları ıslattı, sarmallaştırdı; ince ve sert olana kadar. sonra ağaç ve lifi birbirine kattı:
    ifade edememeyi ve ifade edememeyi ifade edebilmeyi birbirine bağladı! bu enkazla icadına sarıldı ve hem de vurmaya başladı. sincap 'enstrüman' diyebildi.

    kritik düşünme üzerine bazı eksiklikleri vardır her ağacın: ifade edememek gibi. işte kalburüstü meczup, onu zemin edinmeyi icat etmiştir.
    ifade edemeyen üzerinden ifadelerde bulunmuştur. işte bu, dağınık varoluş kimliklerinin yapboz analojisini benimsemesidir: nasıl ki parçalar büyük resim uğruna birbirlerine dikta edilmeyi göze almışsa.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  3. esintili bir hava vardı. yan tarafta trafik olanca hızıyla akıyordu. şehrin kurtarılmış bölgesi gibi duran sakinliğin yoğun olduğu bu küçük de sayılmayan parkta oturuyordu. aya doğru bakmaya başladı. köyünü hatırladı, köyde olsaydı ayışığı her yeri aydınlatırdı ama şehirde öyle değildi. şehrin görkemli ışıklarından ayışığı anlaşılamıyordu. ayışığının olduğu geceleri çok severdi balkonda otururlardı ailece. iskelenin altına odun almaya ğittiğinde daha kolay odun alırdı. köydeki ailesini özlemişdi.
    " yarın pazar ve ben yine akşama kadar yatacağım" diye mırıldandı kendi kendine. parktaki diğer iki kişiye bakınmaya başladı : üniformasından özel güvenlik görevlisi olduğu anlaşılan otuz yaşlarında bir adam, somurtkan şekilde trafiğe bakıyordu. ne kadar somurtkandı. acı acı gülümsedi işdeki arkadaşının " bi yüzün gülsün be dostum " sözlerini hatırladı. biraz ötedeki bankta kırk yaş civarında güzel yüzüne ağlamaklı bir hal düşen kadına baktı tam karşısında bulunan boş basketbol sahasına bakıyordu. ve beklenen oldu ağlamaya başladı. güvenlik görevlisinin arka çaprazında duyamayacak kadar uzakta olduğu için adam duymadı. biraz daha oturdu parkta. bu arada adam da ağlamaya başladı. onlardan cesaret ve ilham alarak dökülmeye başladı o da. yerinden kalktı, üç dört dakikalık yolda olan sitedeki evine gitti. iki seneden beri yapılmayan asansörün yanındaki aynada haline baktı.

    kapı çalıyordu. hep hafif olan uykusundan uyandı. kimseye söz vermemişti, aidat ödenmişti, adresini şehirdeki hiçbir arkadaşı bilmiyordu. elini yüzünü hemen yıkadıktan sonra kapıyı açtı. dün gece parkta gördüğü kadın elindeki poğaça tabağını uzattı. "afiyet olsun" dedi gülümseyerek. teşekkür etti. kapıyı kapattı. hemen kapı deliğinden baktı; kadın karşı daireye girdi. gülümsedi kendi kendine.
    poğaça ile kahvaltı yaptı. yarın pazartesiydi. hava kararmaya başlamıştı. ütülenecek kıyafetlerini ütücüye götürmeliydi. hazırlandı ve binadan çıktı, sitenin çıkışına vardı. güvenlik görevlisini gördü. dün geceki adamdı. acı acı gülümsedi.
  4. bu kadar yüksekten bakınca ne kadar küçük duruyorlar. uzaktan dinleyince de sanki arı vızıltısını andırıyor sesleri. şu kocaman eşek arılarınınkini ama. arada kornaya yüklenenler iyi kötü bir şekilde doğal bir şeye benzettiğim sesi bozuyorlar. hayal kurmak da yasak zaten. iki dakika ayrılamıyorsun şu yerden. ama az kaldı. akan lavlar gibi gidiyor farlarındaki ışıklar. ve maalesef geceyi kirletmekten başka işe yaramıyorlar. yarasalar her şey çok farklı olurdu. gökyüzü... bu kadar yüksekten bakınca ne kadar güzel. hep bakmaya çalışırdım da bir cadde kalınlığındaki boşluklardan görebildiğimi ancak görürdüm. hep burada mı otursam acaba. güzel olabilir belki. çok uzağım her şeyden. özellikle yaşama çok uzağım. tuhaf. uzun zamandır hiç bu kadar yaşıyor hissetmemiştim halbuki. haftalar önce ölen bir insan için iddialı bir söz. haftalar önce ölen, en sevdiğiyle birlikte tüm yaşama sevincini o arabanın altında bırakan bir insan için. sinirlenmekte haksızım belki de. ömrümü onlar daha hızlı gitsin diye çalışarak geçirdim. yavaş gitmedi, durmadı ya da duramadı diye sinirlenmem ne kadar doğru bilmiyorum. ama ne olursa olsun buradayım işte. önümde gördüğüm uçsuz bucaksız manzaraya beni bağlayan hiçbir şey yok. böyle bitirmesem mi acaba? çok dikkat çekerim şimdi. ya da boşver ne olmuş yani. öldükten sonra bile olsa on beş dakikalığına ünlü olurum fena mı. sanırım ünsüz olmaya daha fazla dayanamıyorum ben. hadi biraz renklendireyim günümü. umarım yüzümde gülümseme kalmaz yerde yatarken. ergenlere gün doğar şimdi. son saniyesinde bile gülmek falan diye edebiyat yaparlar. inadına somurtmam lazım. beni bilen biliyor zaten. hayatı boyunca gülmüş insanın son anında da gülmesi şart mı? ölürken şarkı söylemiyorum diye hayat boyu söylemedim mi hiçbir şey? ellerim onunkileri tutmuyor diye şu anda, ilk fırsatta bıraktım mı sanki? saçma anlamlar yüklemeyin. neyse ben gidiyorum. veda mektubu falan bırakmıyorum. herkes biliyor neden gittiğimi ne de olsa. hem “son sözler, yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir” dememiş miydi karl marx? o kadar da boş sözler söylemedim diye tahmin ediyorum. neyse ben gidiyorum artık benden bu kadar. artan yemeğimi verdim diye iş yerime kadar benimle gelen bir köpek vardı geçen gün. görürseniz selam söyleyin. beni seven kalmışsa bir o kalmıştır. söylemezseniz de canınız sağolsun.
    jimi
  5. garip alışveriş

    ara ara gelen "spor kıyafeti alışverişi yapmam lazım" dürtüm tekrar ortaya çıkmıştı ve bu sefer kontrol edilemez boyutlara gelmişti. mali açıdan az hasarla bu zaafiyeti atlatmalıydım. titreyen ellerimle internetten araştırmamı yapıp nispeten uygun fiyatlı mağazanın bulunduğu avmlerden suzi'yle ulaşabildiğimi seçip çıkacakken whatsapptaki doctor who görünümlü mühendis grubumdan bir arkadaşımın da alışveriş için aynı yere gideceğini öğrendim.

    kıyafet deneme sürecinde çocuğu bekletmeyeyim diye (!) buluşma saatini ileri bir saate almıştık. köşe kapmaca oynarmışçasına yerinde durmayıp, 2 numaralı katta biten avmde 3. katta olduğunu iddia eden arkadaşımı verdiğim notayla(*:do gibi ;p) yerine sabitlememin ardından, zorlu alışveriş süreci öncesi kahvelerimizi içmek üzere buluşmayı başardık.

    ısınma turu mahiyetinde bir elektronik markete girdik. modem ihtiyacı olan arkadaşım, indirim gören masum müşteri modunda ürünlere yöneldi. her ne kadar "benim bu markayı hep zeynel diye okuyasım geliyor ya" cümlem hevesini biraz kırsa da yılmadan, arkadaki ellenmemiş ve yıpranmamış kutulardan birini aldı. indirimli ürünlerle ilgili beni de teşvik etmeye çalışsa da pembe bluetooth hoparlör mağazada bulunmadığı için oralı olmadım.

    bundan sonra gireceğimiz yer bir kozmetik mağazasıydı, sadece bir şampuan alıp çıkacaktım. kasaya tam yönelmişken, yıllardır girmediğim mağazaya(*:yves rocher) yabancılaştığımı fark eden görevli vurucu cümleyi kurdu: "eski müşterilerimizden olduğunuz için alışverişinizi 50 tl'ye tamamlarsanız 15 liralık indirim ve üstüne de duş jeli hediyesi kazanırsınız." çok kârlı gözüken bu kampanyadan faydalanmalıydım ama nasıl?

    genel olarak ihtiyacım olmayan bir sürü ürünle çevrelenmiştim ve son amele yanığı faciasından sonra tekrar lazım olabilecek ürünse fiyatı tamamlamaya yetmiyordu. arkadaşımın bezgin bakışları eşliğinde mağazayı dolanmaya başladım, üstümdeki baskının arttığını hissedince ruj reyonuna yöneldim. arkadaşım "bu testerları nasıl sürüyor insanlar, hiç hijyenik değil" gibi bir yorumda bulununca, elin üstüne sürüldüğü açıklamasını yapmama karşın, benden tiksinmesini önleme adına, genelde ekmek için yapılan "gözünüzle seçiniz" uyarısına uydum. hayatımda ilk kez duyduğum okka gülü pembesi tonunu almanın ne kadar riskli olduğunu ise kasaya yönelirken göz ucuyla fiyat etiketine bakınca fark ettim. iş işten geçmişti ama olsundu, yakışmayacak olsa bile spor mağazasındaki alışverişimle bu alışverişi amorti etmiştim.

    kozmetik mağazası alışverişime kendince kontratak yapmak isteyen arkadaşım başka bir kozmetik mağazasına girmeyi önerdi. elbette pes edecek değildim. daha mağazaya girerken "çanlar kimin için çalıyor" diye bakışmalara sebep olan bir sorunla karşılaştık. görevlinin dediğine göre modemin alarmının öldürülmesi gerekiyordu, kan görmek istemeyen biri olarak ben bu sahneye bakmadım :p bu sorunu hallettikten sonra arkadaşım ataklarını arttırdığını sanarak erkek parfümü reyonuna yöneldi. testerları tek tek koklarken bir yandan da "bu erkek parfümlerini bizim zevkimize göre üretiyorlar herhalde, çoğunu çok beğeniyorum, bir de sizinkiler daha kalıcı oluyor, güya eau de toilette olacaklar" dememle maçı kazanmış, kaleyi fethetmiştim. oradaki kokulardan en beğendiğime ikna olmasıyla satın alıp çıktık.

    günün sonunda, yenge adaylarım için alışveriş konusunda üzülürken, "bunlarla kırtasiye, spor aleti alışverişinden başkası yapılmaz :/" düşüncelerine gark olup, yıllardır kendilerini yüz arpa boyu(*:kendime haksızlık etmeyeyim, daha sabırsız ve pembe konusunda anlayışsızlardı ;d) geliştiremediğim için suçluluk duyuyordum.
  6. Topla gel

    Klasik bir avm buluşmasına eksik kadroyla çıkmıştık. Hal böyle olunca, çay sohbet muhabbet faslı kısa sürüp "e hadi biraz mağaza gezelim" seviyesine geçilmişti.

    Çevremdekiler bilir, benim bazı zamanlarda "bugün benim ... alasım var" modum açılır; bu bazen kitap - dergi, bazen elektronik bir şey, bazen kozmetik ürünü, bazen de spor aleti olur ve o kriz anını en az hasarla atlatmak için uygun fiyata bir şey bulmaya çalışırım :) işte o gün de spor aleti alasım gelmişti.

    Decathlon'a girdik, ne alsam ne alsam diye reyonlar arasında dolaşırken, arkadaştan öneri geldi : pilates topu. O an tabi bu fikir çok mantıklı geldiği için, mağazanın kendi markasından olanı, sadece "bu beni taşır mı" yı sorgulayarak alıp kasaya yöneldim. O sırada aramızda şöyle bir diyalog geçti arkadaşla:

    A: Onun içinde pompası var mı?
    B: Var var, resimde göstermiş (keşke yazıları da okusam işte)
    A: Allah Allah, o kutuya nasıl sığdırmışlar ki pompayı da? (Kutu 15cm x 12cm x 10cm gibi bir şey, haklı yani)
    B: Adamlar yapmış ya, fiyatı da iyi, ben bunu alırım.
    A: Sen kutuya bak, çıkmazsa bir dahaki görüşmeye getireyim.
    B: Yok yok eve gidince ben şişiririm bunu (burada yükselmesem iyi olabilirdi :))

    Neyse arkadaşla vedalaşıp yola çıktım. Günlük hayatta neredeyse yerçekiminden daha çok karşılaştığım yasa olan Murphy kanunları etkisini gösterdi ve mutfak alışverişi de yaptığım gün arabayı evin önüne park edemeyip, yaklaşık 15 kg ile yokuş ve 5 kat çıktım.

    Kısa süreli fıtık yoklamasının ardından kutuma yöneldim :) ve yukarıda spoilerını verdiğim gibi içinden pompa çıkmadı. Psikolojik olarak da fiziksel olarak da (5. kat dedim bakın :)) yeterince yükselmemden ötürü "bu top bu akşam şişecek, kedinin gelmesine sonra bakarız " deyip başladım üflemeye. Gördüm ki nefesim kuvvetliymiş; sonuçta sekebiliyor da, beni taşıyabiliyor da :) yalnız, kanepeler boşken ona oturmak saçma geliyor, egzersizi "nefes al nefes ver"le yapacağım olmadı :)
  7. "köy sırtını dağların gecenin karanlığında yükselen laciverdisine vermiş, uzaklardaki göğün derin ve hastalıklı bir öksürüğü göğsünden atmaya çalışır gibi titremesini bir çocukluk korkusu gibi sessizce dinliyordu." diye intergalaktik klişelikte giriş yaptığım hikayenin, ilk cümlesinden bütününü yazmış gibi hissettiğimden devam edemedim. en azından burada kalsın.
  8. kırmızı bir göğün seyri altında uzanan beyaz çizgili zift renkli yollar çıkmaza çıkmaz. çünkü devletin adamları talimat ve telkin tabelalarında olur. yönlerin çizili olan bir çizgi üzere yol alır, yoldan yolumuza hisse alır, çoğu zaman yolcu bazen hancı oluruz. yollu olduğumuzu da yazmış tarih, o da zihnimizin fi tarihi olsa gerek. bilinmeyen tarih olarak kayıtlara geçer de; derim ki, bu bildiğin sisli bir geçmiş fısıltısı. yum gözlerini fısıltıya, eski günahlarına kulak ver, eski cinayet tanıklığını bir daha yaşa, vicdan yap, dilersen gözyaşı dök. boşver anı yaşa, yaşanılacak bir şey bulamasan an için de: o zaman hayal kur. hayal kurmak geleceğin ummanına atılmış bir olta, hadi at oltanı virâ bismillah diyerek. ne çıkar ise artık bahtına kalmış, umman sana ne verir, orası zihninin oyun alanının enlik ile genişliğine kalmış. en aksi hayalleri kur, en huysuz, en arsız, en kopuk ve en deli hayalleri kur. korkma, hayalinin içinde kimse hızır diye sana yalvarmayacak, kimse acı çekmeyecek, kimse kim vurduya gitmeyecek. sen heves ettin, hızır denilen imdat bekçisinin kanına gir, cinayet işle, kanı kül ile ört, cesedi parçalara böl! ama etme, bu hayaller kötü bir ruhun değersiz bir ederine işaret. hayalinde bir çift gözün ışıldamasına vesile olmayacak isen bu ne biçim bir hayal, bu ne bok yeme güzel abicim.
  9. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile
    yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devamının
    devamı niteliğindedir anlatılacak olan.
    ...
    zorunlu tembellik hakkı, yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'ta herkesçe bilinerek en ince ayrıntısına kadar tanımlanmamıştı çünkü büyük gelişmiş adamlar olunabildiğince faydalansın diye: her bir duruma hinlikle uyumlanılabilsin diye!
    herkesçe kotarılabilmeliydi bu hak, çünkü bu bir haktı! bu herkes işine geldiğince kullanabilsin diye üzeri örtülmemiş boşluk hem de tam bir bilinç durumunda, elbette bu işte bilge konseyinin parmağı vardır. doğrusu,
    bilge konseyi ve büyük gelişmiş adamlar yaptıkları bir kuamisyon sonrası bu karara varabilmiştir.
    gelinilsin gezinti anlatıcısının bir diğer anlatacağı şeye:
    bu hayatmekanı ile lidyalılar hiçbir surette karşılaşamayacakları için, büyük gelişmiş adamlar metal yuvarlaklara ve işlevdaş papirüslere sahip değildi şu
    son zamanlarda altın standardizesinden tamamen kopmuş. bunun olmadığı söylendiğinde akla hemen bir yöntem geldiği için ve bu yöntem de takas şeklinde olduğu için
    evet bu hayatmekanında takaslaşmak vardı, tabii akıllara gelinmeyen şekliyle. öyle ki:
    bir büyük gelişmiş adam bir diğeri ile takas yapmalıysa ona yalnızca vermeliydi ya da ondan yalnızca almalıydı. bu ikisinden biri eylemlenmeliydi. daha açık:
    bir büyük gelişmiş adam elbise yapıcısından bir elbise almak istiyorsa ona 3 (üç) pata tes vermeyecekti. yalnızca gidip elbisesini alırdı.
    peki elbise satıcısı bunu neden kabul etsindi? işte cevap: bir diğer hayatmekanından bakanlar bu durumu neden idrak edemiyorsa, işte o yüzden!
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  10. vapurdan…

    böyle güneşli günlerde alışılageldiği üzere güverte kalabalık. şurada merdivenin yanındaki sırada oturan yaşlı adamı tanıyorum. belki yüzlerce kez gördüm onu bu hatta. zaten o da yılların alışkanlığıyla bakıyor etrafına. kafasının içinden geçen: “nerede o eski istanbul?” seslerini buradan duyabiliyorum. yanındaki genç adam da duymuş olacak ki göz göze gelirsek bir sohbet açılır korkusuyla kaçırıyor bakışlarını. yaşlı adamın karşısındaki sırada -belki de yanındaki demeliyim, peki o zaman aradaki boşluğu nasıl ifade edeceğim?- küçük bir çocuk, dedesinin kolunun altında, her şeyi merak ederek ve dikkatle inceleyerek (ah, o çocuk telaşı, neşesi, öğrenme arzusu…) üstelik hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan sorular soruyor. dedesi de torununun ilgisine sevinsin mi, soruların bazılarını yanıtlayamadığına utansın mı, bu zehir gibi oğlanın kendi torunu olmasının gururunu -şu hiç tanımadığı yaşlı adama mesela- ona buna anlatsın mı yoksa çocuğun oldukça yüksek sesle sorduğu her sorunun ardından kendine yönelen bakışlardan sıkılsın mı karar veremez halde. günleri güzel geçecek gibi… hemen yanlarında oturan şişman, yalnız ve sinirli adamın aksine… arkalarında oturan beş genç de hallerinden memnun gözüküyorlar. en azından güvertedeki herkesi onları dinlemeye mecbur bırakan sesleriyle attıkları şen kahkahaları duyanlar böyle düşünüyor olabilir ama her birinin içinde tarif edemediği kederler, nedenini bile bilmediği gedikler var. zamane… kenarda ayakta duran çift ise -herkese sırtlarını dönmelerinden de belli değil mi?- ne sesleri işitiyor, ne insanların yüzlerindeki acıyı, telaşı, kaygıyı görüyor ne de başka herhangi bir şeyi umursamaları gerektiğini düşünüyorlar. onlar için en önemli şey birbirlerinin avuçlarında terleyen elleri… güvertenin yan tarafında herkesi görebilecek şekilde oturmuş genç kız içinse -hani şu sonradan nefes nefese gelen- durum biraz farklı. o herkesi tek tek ve büyük bir dikkatle inceliyor. yüzlerini, oturuşlarını, konuşmalarını… o kız yaşlı adamın da, şişman adamın da, gençlerin de farkında. hatta yanındaki kendinden daha genç adama hararetle bir şeyler anlatan orta yaşlı, kıvırcık saçlı adamı o benden önce gördü. kırık kolunu alçının askısından çıkartarak anlattıklarını desteklemeye çalışan genç-ergen delikanlıyı da benden çok önemsedi.

    burada, bu vapurun güvertesinde, birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan, hatta diğerinin varlığından habersiz bu insanların en somut ortak yönü benim! benim bir köşeden onları izlediğimin ve aslında onlar hakkında ne çok şey bildiğimin farkında bile olmamaları… yönetmen olmaya heveslenen şu yeniyetme de farkında değil varlığımın, vakur durmaya çalışsa da güzel gözlerinin dolu dolu oluşunu gizleyemeyen kadın da… onu daha vapura binmeden gördüm, iskelede. o zaman da doluydu gözleri ama karşısındaki adam bile görmedi bunu. arkasını döndü ve gitti, öylece… kadınsa kaldı iskelede, hâlâ orada bekliyor bir yanı. bir yanı o adamla gitti.

    her biri için birçok şey söylenebilir şüphesiz, herkesin ayrı bir hikâyesi var. diğerleri belki başka sefere… benim kahramanım şu kız, hani nefes nefese gelen, herkesi inceleyip duran meraklı taze (bu deyimi de orta yaşlı bir hanımdan öğrendim, kızına söylüyordu). herkesi inceleyip duruyor bir yandan, bir yandan da kocaman çantasından çıkardığı küçücük defterine bir şeyler yazıyor. defterin kapağında da bir vapur resmi… besbelli bir deniz aşığı bu kız, durup durup derin bir nefes çekiyor denize bakarak, “iyi ki yaşıyorum” der gibi… göz göze geldik! kafasının içindeki soru işaretlerini görebiliyorum, bir sürü çentik de cabası… diğer yandan gözleri ışıldıyor, gözleri denizde; gözlerinde umut, yaşam arzusu, o açlık, gençlik heyecanı, hevesler… notlarında neler var kim bilir?

    yine uzun uzun etrafı seyretti, çevirdi sayfayı, bir şeyler yazmaya başladı “tabii ya” der gibi…

    “yıllarca deniz deyince, vapur deyince martılar geldi aklıma. denizin üzerinde beyaz köpükler gibi duruşları, sonra o uçsuz mavilik üzerinde salınmaları… oysa şimdi, yani işe her gün vapurla gitmeye başladığımdan beri, anladım ki asıl deniz kuşu karabataklar! karabataklar evet! çoğumuzun çoğu kez farkına bile varmadığımız kuşlar, su kuşları, deniz kuşları. hani şu dalgakıranlarda, kayalıklarda, deniz fenerlerinde yan yana -asker gibi- dizilip denizi, vapurları seyreden kuşlar. siz de onları seyretmeye başlayınca görürsünüz o kayalarda, dalgakıranlarda kanatlarını açıp öylece durdukları vakur hallerini. ama onlara gerçek deniz kuşu dememim nedeni başka… martılar hep denizin üzerindedir değil mi? vapurların peşindedirler hep çığlık çığlığa… yani insanlara gösterirler kendilerini mutlaka. karabataklarınsa böyle bir derdi yoktur, onlar denizin içindedir. tam içinde! karabataklar nasıl öter düşünen var mı ki? merak eden… bazen dalarlar dibe, uzunca bir süre sonra bambaşka bir yerden çıkarlar. üzerinde değil, içinde, tam içinde, bata çıka… ve hep temas halindedirler denizle. insanların atacağı simitleri umursamazlar, onlara ihtiyaçları yoktur, onlar için gösteri yapmazlar… deniz ve onun verdikleriyle yetinirler. burada, bu vapurun bir köşesine konmuş martı gibi insanları izlemez onlar, belki onlar da insanların farkında değillerdir… bütün bunlar bir yana, karabataklar uçarken bile kanatları suya değer! bir şeyi sevmek bu olsa gerek…”

    benim kahramanımın kahramanı ben değilmişim demek… burada beni fark eden tek insan, belki de haklı… belki bir deniz kuşu falan değilim ben, belki sadece bir vakanüvis…